BİR DOĞANIN HATIRA DEFTERİ
-AYDIN-
Kalemleri tamir edelim herhangi bir ülkenin herhangi bir şehrinde. Gogol’un ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ndeki gibi. Kalem öyle bir konuştursun ki her şeyi, o kitaptaki gibi tanımlasın şehirdeki mutluluğu.
Verdiği şu ince mesajla:
“Ama bu dünyada hiçbir şey kalıcı değildir. Mutluluk, bir kez geldikten hemen sonra azalır. Biraz zaman geçince hemen bitmeye yüz tutar. En sonunda da tükenir ve biz her zamanki ruh halimize döneriz. Tıpkı suya atılan bir çakıl taşının yüzeyde oluşturduğu dalgalar ve sonra o dalgaların giderek kaybolması gibi…”
İlk önce kalemi gökyüzü şehirlerine uzatalım. Yazsınlar içlerinden geçenleri; şunları desinler, kalemlerini konuştursunlar:
“Gökyüzündeki şehirleri bilir misiniz? En çok kaleleri ile meşhurlardır. Bulutların kıyısında, heybetli, görkemli kaleler. Bir surdan diğerine gitmek için aşılması gereken uzun yollar; bir sesin diğerine ulaşması güçlü yürekler… Bir damla yağmuru korumak için akla hayale sığmayacak genişlikte kaplar gerekir. Öyle bir rengi vardır ki bu şehirlerin, bakan bir daha bakar. Ve size bir şey söyleyeyim mi? Bu sorumlulukla herkes kendine düşeni iyi bilir. Bulut kıskanır, yalvarır, ‘Beni de alın aranıza’… Gökyüzü şehirlerine giriş kontenjanı çoktan dolmuştur. Bu yüzdendir ki herkes bir diğerini iyi tanır. Tanır, anlar, anlaşır. Derdini anlatanı dinler bu şehirdeki insanlar. Anlamak, gökyüzünün en güzel şarkısıdır. Ve gökyüzü şehirlerinin en güzel bestesi…”
Gökyüzü şehirlerinin gündüz bestesidir bu!
Saatler geçer… Sıra başka bir kalemdedir…
Mavi bir kayık süzülür gecenin ortasında.
“Gece, kötülüklerin yurdudur” diyenlere inat.
Karaya insanların kararları ile birleştirilmiş bir adanın kıyısında.
“Beni siz bu hale getirdiniz” dercesine gıpta ile izler kayığı.
Süzülür kayık.
Nereye biliyor musunuz?
“O adaya” doğru.
Mavi kayık!
Mavi kayık bakar adaya, “Senin özgürlüğünü kim zorla aldıysa, bir gece vakti, onlar da artık özgür olmayacaklar” diye avutur adayı.
Her gece tekrarlanır bu sohbet.
Tekrarlanır da, bazı aylarda daha iyi görünür sahne.
Ben, sen, o, biz, siz, onlar – hepimiz şahitlik ederiz.
Şahitliğimiz bazen zamanın hızına yetişmez.
”O ay; o hazirandaki ay” hep şahittir.
“Ben,” der, “adanın kayığa nasıl baktığını hep gördüm!”
Ay alır şimdi de eline kalemini, bir şiir yazar adaya. İsmi: “Hazırlan!”
Hazırlan!
Gün biterken karanlığa, güz biterken kışa, güneş batarken yıldızlara…
Hazırlan!
Güçlü görünmeye çalışırken aslında korktuğuna, gülerken ağlamanın yanı başında olduğuna, gücendiğinde bir kez olsun aynaya bakmaya, gülkurusu gökyüzüne bakarken bir hayal tutmaya…
Hazırlan!
Eğer hazırsan dinle; hiçbiri senin elinde değil.
Gün, güz, güneş…
Gülmek, güvenmek, hatta o renk gülkurusu bile.
Hazır ol!
Arada da olsa, bir güvercin seçmeye; beyaz, benekli ya da yelpaze kuyruklu güvercini seçmeye.
Özgürlüğüne imren – sen imren sadece.
Kanadına ismini yazar belki, kim bilir!
Gökkuşağı da şahit olur bu konuşmaların hepsine. Hayıflanır, durur o da kendi haline. Başlar anlatmaya o rengârenk kalemi ile…
“Eskiler, ‘alâim-i semâ’ derlermiş bana. Gökyüzünün işaretleri, nişanları. Göğün renklerle yeryüzüne selamıyım ben. Toprağa değdiğim anda yeri güzelleştiren kuşağım. Topraktan gökyüzüne değemesem de, kahverengiden doğan yüzlerce renk gibiyim. Pembem, yeşilim, morum – hepsi benim. Bir saksıdan diğerine birbirlerine değmek isteyen ruh güzelleştiricilerim benim. Dış görünüşün aslında ne kadar durağan, bir o kadar da devingen olduğunun nişanlarıdır onlar, o renkler. Koro halinde bir şarkıları var hep söyledikleri. Bestesi yok, sözü de yok aslında. Sessizce mırıldanıyorlar tüm bahçelerde. ‘Derinlerde olan güzellik baki, dıştaki hep fani.’ Yanlarından geçerken kulağınızı iyice yaklaştırırsanız duyarsınız. Hele bir de yağmurlu bir günse eğer, ‘alâim-i semâ’da, yani bende eşlik eder size…”
Ve sonra hepsi bir masanın etrafına toplanır. Dostlar meclisi toplanır. Yılların verdiği olgunluk, doğanın verdiği güzellik ile hep birlikte şu satırları geçirirler sayfalarına… İsmine de ‘Bir Doğanın Hatıra Defteri’ derler.
Hiçbir harfin, hiçbir kalemin ve hiçbir sözcüğün bazen anlatamadığı şeyler var. Görüp kalmak! Görüp bir ilerisinde anlatamamak, aktaramamak. İçten içe anlatmak heyecanıyla aldığınız kalemle göz göze gelip, kâğıttaki yolculuğuna devam ettirememek. Kalem havada kalıyor. Kalem diyor, “Vazgeç bu sevdadan”… İçinizde büyüyen o anlatma hırsıyla kaleme kızıyorsunuz, sanki nesneymiş gibi. Kelimeler su gibi akarken, bir kalem arkadaş; kelimeler görülende donarken, bir kalem düşman oluyor. Kavga anı o an başlıyor. Kavga, hiçbir şeyle değil. Kendinizle sadece. Sonrası sessizlik, sonrası garip bir his.