DÜŞÜNCE VE VİCDAN
-İSTANBUL-
Vicdan, başkası bana kendisini gösterdiğinde, işitilir kıldığında veya aşina olmadığım şekilde temas ettiğinde ses veren, ayaklanan bir duygulanım veya düşünce sayılabilir. Herhangi bir konuda düşünen kişi, “aklından geçmek” deyiminin de dile getirdiği gibi, ona uğrayan, rast geldiği veya maruz kaldığı bir etkiye cevaben vicdani eylemini gerçekleştirir. Yani kendisine seslenen bir varlığın, başkalığın, dışarısının bakışına, nazarına açık bir edimde bulunur. Vicdan, tesadüf ettiğim bir varlığın bendeki bazı değerleri ayaklandırması, belirli bir muhakemeye, akıl yürütmeye, sorumluluğa ve eyleme zorlamasıyla açığa çıkar. Yarattığı tepkiye göre o varlığa merhamet edebilir veya şiddet uygulayabilirim. Ama her durumda ilkel bir zihinsel etkinlik ortaya koyarım. İlkeldir; çünkü ilkeleri belirsizdir. Vicdanın sesler işittiği bir zeminde henüz iyiler ve kötüler, doğrular ve yanlışlar tam ayırt edilmemiştir; ahlaki, yasal, kurumsal ölçüler yetersiz veya meşru olmaktan uzaktır. Eğer bir beşerin vicdanından söz ediyorsak sözgelimi, onun muhakemesi sırasında aklından geçenlere yön verecek tek ölçü bir kendilik bilgisi, ferdi mizaçtır.
Vicdani kararıma çoğunlukla, başkasının bende yarattığı, ona maruz kalmamın sonucu bazı duygular sebep olur. Tabii, ruhbilimdeki ifadesiyle “empati yoksunu” veya “sosyopat” olarak dile gelen bir kişiyle veya nörolojik/ruhsal hasarı olan bir şahsiyetle karşı karşıya değilsek… Vicdanın sesine verdiğim karşılık, bana görünen, bakan, ses veren, temas eden bir varlığa dair duygu ve fikirlerimden ayrı değildir. Kendi fikriyatım, zihin şemalarım içinden bilmediğim bir başkasına baktığımda ortaya çıkar. Ahlaki ve etik meyillerden daha eski bir görüngüdür bu nedenle. Vicdani bir ilişkide özne ve nesne, bakan ve bakılan ilişkisi ve konumları da karışır. Örneğin “kuram” anlamına gelen “nazariye” sözcüğü bu varsayımı destekler. Yani fikirlerimi kuran, bir bakıma başkasının bakışıdır, nazarıdır. Bu etimolojik zorlamayı sürdürdüğümüzde, Sanskritçede “darsana” sözcüğünde olduğu gibi, tanrıların bize bakmasının karşılığı bir başka kelimeye rastlarız. Kutsal varlıklarca görülen kişinin aklına doğru fikirler gelir. Taocu metafizikteyse, dışarıda serbest bir akış izleyen ch’i, içinden geçtiği kimselerde olumlu güçler, doğru fikirler, sahici duygular oluşmasını sağlar. Yani düşüncenin verimi, dışarıdaki üretken bir bakışın bana isabet etmesiyle mümkün görünür. Helen kökenli “theoria” ve Romalıların “contemplatio” dedikleri de bakmakla ilişkilidir. Fakat onlar için Helenistik ifadeci geleneğin bir yansıması olarak belirli bir nesneye bakan varlık, onu ele alan, araştıran, onun etrafına bakma imtiyazına sahip insan öznesidir.
Ama Batılı veya Doğulu düşünceyi birbirinden ayırmadan, Heidegger’i izleyerek ve Sokrates-öncesi düşünürlere dönerek hakikat anlamındaki “aletheia” kelimesinin anlattığı gibi, Helenlerin de bir dönem kendisini açana tanıklığı temel düşünce eylemi saydıklarını fark edebiliriz. Sonradan Romalılar, aletheia’yı “veritas” olarak tercüme edince, hakikat yine benim temalaştırdığım nesneler hakkında bir düşünce edimi olur. Descartes, modernlik perdesini açarken “cogito” dediğinde, aklımdan geçenlerin başkasıyla ve onun nazarıyla olan bağını iyice keser ve fikirleri benim kafatasımın üretimleri gibi tarif eder. Fikir dediğimiz, yüreğime dokunarak vicdanımı sızlatan veya aklımdan geçen şeylerin verimi olmaktan iyice uzaklaşır.
Bu gibi örnekler değerlendirildiğinde, bir kez daha Doğu ve Batı diye resimlenen coğrafyaların esasen Helen uygarlığının doğusu ve batısı olduğu yeniden doğrulanır. Başkasının nazarından uzak kalmaya çalışan Batılı, görülmeden görebileceği bir bakış, seslenme, temas konumuna yerleşir; şeylere bakar ve bilgilenir, aklından geçenleri kendisinin sayar. Helen geleneğinden ilham almayan Doğulular ise, aklına bir şey düşsün diye şeylerin kendisine bakmasını bekler, ama aklına gelenleri kendisinin saymamasından tekrar serbest bırakır. Bu yüzden Yunanlıların doğusundakiler daha düşüncesiz, felsefeden yoksun görünebilirler. Miskinlikleri, yavaşlıkları da, akıllara fikir dolduran öğretici kutsal nazar sahibi varlık geri döndüğünde kendilerini zorlanmadan bulsun diye sabırla beklemelerinden ileri gelir sanki.
Vicdani yargılardan bağımsız, pozitif hukuk ve adaletin icrasının Batılı bakışın bir uzanımı saymak olanaklıdır. Panoptik tasarımın böyle ayrıcalıklı izleyicisi, dışarıdan nüfuz eden etkenlerden bağımsız muhakeme eder, yargılar; kendisini bir nazarın erimine açmaz, teşhire konu etmez, önceden tasnif edilmiş suçlar ve cezalar arasında türlü akıl yürütmelerle ilerler.
Ama düşünmenin belirli bir türü, hangi toprak parçasında cereyan ediyorsa etsin, her kime uğradıysa onu sapa yollarda gezdirir. Bazen bu sapa (ve bu yüzden bir çeşitlik sapkınlık duyusu yaratan) yollardan tam anlaşılır sorular ve cevaplarla dönmemek de mümkündür. Nazar altındaki kafayı türlü tenhalıklarda gezdiren düşünmek eylemi bazen kamu vicdanına ters gelen sonuçlara da ulaşmaya, gayriahlaki, etik olmayan yerlere uğramaya da neden olabilir. Düşünmek eylemi, belirli bir analitik çerçeveye, varlıkbilime, bilgi kuramına, ahlaki yapıya memur edilmediğinde, çok vahşi meyiller içerisine girebilir. Düşüncenin bu ilksel hali, tüm bilgi alanlarını temellendiren bir eylem gibidir. Yani düşünmek sadece felsefecinin fiili değildir; sosyoloji, sanat, edebiyat, antropoloji, etnoloji, nöroloji, psikoloji, siyaset de kendi kapsamı ve kavramları dâhilinde düşünür. Herhangi bir alanda düşünmeye ara vermek de gerekebilir. Çünkü düşünce, yapı bozucu, sapa, eleştirel meyiller içinde inşa ettiğini, yarattığını, keşfettiğini bir yandan da tasfiye edebilir. Düşünerek birikeni, uzmanlar, teknisyenler, kanaat sahipleri, öğretmenler, bürokratlar güvenceye alır, bazı uzmanlıklara, yaşam tekniklerine dönüştürür, yapılaştırır, akademik öğretiler içerisinde tedrisata uygun duruma getirirler. Diğer türlü düşüncenin verimi, taşıdığı aşırılıklar, eksiklikler, karizmatik içerikler ve biçimlerle yarattığını bozar, siler.
Hannah Arendt, çok sevdiği Heidegger’i biraz bu varsayımlar içinden savunur. Çünkü düşüncenin belli bir türünü icra eden düşünür, vicdani seslerin işitildiği o tenha muhitte eyleşirken, henüz doğrular ve yanlışların, iyiler ve kötülerin yerleştiği sahada kendisini bulmayabilir. Bu zaman ve mekânda, belki güzeller ve çirkinler, yani bedene iyi gelen veya gelmeyen görüngüler vardır. Orada düşünürün, yazarın, sanatkârın etrafında aşina olmadığı başkaları vardır. Onlar hakkında henüz belirgin fikirlere sahip olmadığından, çok temel duyusal ve duygusal uyarılar altında ne düşüneceğine karar vermek zorunda kalabilir. Yapacağını kendi vicdanıyla, dolayısıyla kendilik bilgisiyle ayırt etmeye çalışabilir. Zihinsel ve bedensel şemalarına tam olarak cevap vermeyen bu başkalığı nasıl yorumladığına bağlı olarak vicdanın sesine kulak veren bir varlık, kendisini duyurana merhamet edebilir veya onu yok etmeye kadar varabilen bir şiddete de başvurabilir.