DÜŞÜNCE DÜNYASINDA KARŞILAŞMALAR
-İSTANBUL-
Herhangi bir düşünce veya edebiyat eserini okuduğumuzda, üç farklı karşılaşma türünü fark edebiliriz sanırım:
– Olumsuz ile olumlunun karşılaşması
En bilinen ve en yaygın karşılaşma türüdür. Aynı zamanda en eskisidir. Tanrı ve şeytanın, iyi ve kötünün, güzel ve çirkinin çatışması, romantik çekişmesi gibidir. Olumlu ve olumsuz ilkeler birbirleriyle savaşıp uzlaştıkça iki farklı ilkeden ilham alan hakikatler, varlık manzaraları açığa çıkar. Değişmenin, ilerlemenin en bilinen yoludur. Aralarında doğa farkı olan iki büyük ilke savaşırken, bazı canlılar, fikirler veya duygular yok olur, yenileri ortaya çıkar. Platon, Descartes, Romantikler, Hegel, Marx ve sayısız başkaları bu diyalektik içinden yazarlar.
Bu karşılaşmayı duyan ve ifade eden bir metinde, zihinde, eylemde, hakikat keşfedilmeyi bekler. Yani hakikat veya şeylerin özü varoluştan ve bir failden önce gelir. Bu hakikate ermek de bir erdem değeri kazanır. Hatta fail erdemli olmak için kendi ferdiyetini mümkün olduğu kadar geri çekmeli, silmelidir ki hakikatli olanı daha iyi keşfedebilsin. Böyle bir düşünceyle ilahiyat arasında da rahat geçişler yapılabilir. Erdemin, hakikatin taşıyıcısı kutsallık tek bir varlıkta toplanmaya meyleder. Erdemin kaynağı içeride değil, dışarıdadır. Logos, var olanların ne kadar sahici olduklarını ölçmek içindir. Hakikate en yakın olan, onu bütünlüğü içinde keşfeden marifet kazanır. Hakikate doğru ilerleyen, varlığın olumsuz ilkesi tarafından yolundan edilebilir. Ama onun iyiye, güzele ve sahici olana dönük sezgileri, iradesi, yanlış olana meyletmesine engel olur.
– Olumlu ile olumlunun karşılaşması
Varlık tek bir ilkeye, tanrıya, cevhere sahiptir. Var olanlar onun sıfatları, kipleri, değişkeleri gibi ortaya çıkarlar. Aynı cevherin üretimi olduklarından hepsi de olumlu ama sadece farklıdırlar. Nitelik değil de nicel farklarla birbirlerinden ayrılırlar. Böyle monofizik bir dünyada şeylerin karşılaşması başka farklar yaratır. Diyalektik değil de dinamik olaylar cereyan eder. Varlık ve varoluş arasında ayrım bulmak zordur. Spinoza, Kant, Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger, Deleuze gibi fikir adamları daha çok bu manzarayı tasvir ederler.
Özellikle Spinoza’nın mimarı olduğu bu düşüncede, şeyler arasındaki farklar nicel olduğundan, varlık sırası kaybolur. Bu panteistik fikriyatta, şeylerin kaynağı aynı olduğundan biri diğerine göre daha ayrıcalıklı sayılmaz. Örneğin bir keneyi insandan ayıran hususlar, sahip oldukları duyguların, duyu ve düşünme imkânlarının sayısıdır. İnsan bir keneye göre daha fazla duyusal, duygusal ve düşünsel yetiyle donatılmıştır. Ya da biri diğerine göre daha hızlı ve yavaştır. Bir şeyin özünü belirleyen temel özelliklerden birisi de onun hareket ve sükûn oranlarıdır. Böyle olunca her var olan tek bir yaratıcı doğanın, cevherin kiplerinden oluşur. Hakikatin içerisinde yüklemsiz şekilde barındığı varlık, sıfatları, duyu, duygu ve düşünce imkânlarıyla farklı var olanların açığa çıkmasına yer ve zaman açar. Böyle olunca kötüyü, olumsuzu işaret etmek de zorlaşır. Ama kötülük denilen, farklı var olanların birbirine iyi gelmeyen karşılaşmalarından kaynaklanır. Örneğin insana nüfuz eden bir kene kendi doğasından ileri gelen bir eylemi icra etse de, insana kötü gelir. Ama Spinoza için etiğin bu zamana kadar yanlışı, kötülüğü kenede veya insanda aramasıdır. Oysa onun ‘Etika’ yapıtında tasvir ettiği gibi, kötülükler, iyilikler, güzellik ve çirkinlikler bazı ilişkilerin, birbirini güçlendiren veya zayıf düşüren karşılaşmaların sonucudur.
– Olumsuz ile olumsuzun karşılaşması
Var olanların ilham aldığı, kendisine çekidüzen verdikleri varlık tamamen geri çekilmiştir. Boşluk, hiçlik, nihilizm egemendir. Diyalektik veya dinamik bulunmaz. Kötümserlik ve umutsuzluk kurucu duygulardır. Bu şekilde karşılaşanların ortasında zayıf düşen varlık kendisini yeniden üretemez. Temel beklenti eli kulağında bir felakettir. Bu metinleri yazanlar okuyanlar, iki umutsuz kafanın karşılaşmasından bir umut doğmasını umarlar. Yakın zamanlı bir yaklaşımdır. Beckett, Baudrillard, Cioran, Byung-Chul Han böyle bir düşünce meyli içinden yazarlar.
Fakat ilk iki karşılaşma o kadar olmasa da, bu sonuncusu, Beckett hariç, bende şüphe yaratıyor. Umutsuz da olsa, herhangi bir iradenin, direncin, hamlenin, ısrarın, kararlılığın kaybolması, artık ifadeye değer bir olay veya eylemin kalmadığı anlamını işaret ediyor. Mutlak kötümserlik veya umutsuzluğun herhangi bir mecrada anlatmaya değer olmadığını düşünüyorum. Bu duruma uygun düşen tek ifade yolu suskunluktur. Bu yargım, şeyler arasındaki farkları, nitel ya da nicel olsun, yok eden, varlıklardaki kimliği, mizacı silen bir eserin amaçsız olduğu gibi bir ölçüye sahip olmamdan olabilir.
İradesi çözülen bir dünyayı anlatsa da, Beckett’in dibe vurduğunda tekrar kendini toparlamak isteyen kahramanlar yaratması onu diğerlerinden ayırmama neden oldu. Yani yoğunlukla üçüncü türden karşılaşmalar yaşayan anlatı kişileri, yok olmadan önce ikinci türden bir karşılaşmanın dünyasında uyanırlar. Orada yeryüzüyle olumlu bir ilişki kurarak yeniden ayağa kalkmaya gayret ettiklerini fark ederiz. Ama o da birinci türden karşılaşmaları inşa etmenin zamanımızda çok zor olduğunu ima eder. Diyalektik yoluyla mevcut olanı aşmaktan çok, dinamik ilişkiler yardımıyla farklı olanı inşa etmenin mümkün olduğu bir dünya resmi tasvir eder.