YOL ÜSTÜNDEKİ HİKÂYELER
– ADANA –
Yolunuz düşerse bir gün bir yerlere hiç çekinmeden gidin, sizi karşılayacak elbet birileri olur, buna her zaman inanın ve yola çıkın. Biz de inandık ve yola çıktık.
Akdeniz’in mavi kıyılarından Alanya-Manavgat kıyı şeridi derken kendimizi bir anda Toroslara doğru yol alırken bulduk.
Antalya’nın Elmalı ilçesinin Tekke köyünde kalacak bir ev arıyorduk. Kimin aklına gelirdi ki, Adana’dan gelip de onun misafiri olacağız diye.
Yeşil gözleriyle, kendine özgü şivesiyle, yöresel kıyafetiyle karşılamıştı bizi. Kerpiçten yapılmış bir asırdan büyük, tek başına yaşadığı evinde bizi ağırlamıştı.
Adını sorduğumda “Meyrem” dedi. Ben de “Meryem” dedim. Sonra ekledi: “Bana buralarda Meyrem Ana derler.”
Meyrem Ana, “Hiçbir şey aramayın; almayın, her şey mutfakta var” deyip evini açmıştı bize. Ev sahibi biz olmuştuk sanki o ise misafir. “Ev sizindir” dedi. Onun sıcak ve içten sesiyle ısınıvermiştik hemen eve. “Yatcanız bende. Üşümiceniz. Size battaniye vercem, yorgan vercem” dedi. Yeşil gözleri, yaşından büyük yüz çizgileri sesine eşlik etmekteydi o an.
*
Günün ilerleyen saatlerinde sedirlerle döşenmiş balkonunda koyu sohbet alıp başını gitti. Meraklı gözlerle konuşulanları dinliyor, hem sohbete katılıyor hem de sohbet arasında konuşulanlara gülmemeye çalışıyordu.
Sonra hoş geldin’e gelen komşular… Meraklı sorular ve gözler onlarda da vardı. “Nereden geldiniz?” soruları dolaşmaya başlamıştı sohbetin arasına. Uykusuz geçen bir gecenin ardından, konu konuyu açınca geceyi yine aralamıştık.
*
Meyrem Ana, dikkatimi çekmişti. Evinin düzeni, komşularının ona saygısı, şizofren olan bir komşusunu elinden tutup yanında oturtması gözümden kaçmamıştı. Anadolu kadınının ağırlığı ve masumiyeti vardı onda.
İzin istedim ondan, fotoğrafını çekmek için. “Çek, kızım; beni, Adana’ya mı götürcen?” dedi…
“Çaydan sonra seninle biraz sohbet etmek istiyorum” dedim. O da hemen kabul etti.
Önce kahve, sonra çay ve gelsin sorular… Üç kuşağın yaşadığı bir asırdan fazla bu eve on altısında gelin gelmiş. İki odaymış önceleri, sonraları ise eklemeler yapılmış eve.
“Bir kızım var başka çocuğum olmadı. Beyim de erkek çocuk isterim” diye tutturmadı. “O, on üç yıl önce öldü, çok da erken öldü. Kızım evli, üç torunum var benim, uzaktalar onlar. Yazın gelirler yanıma. Ben burada yalnızım, rençberlik ederim. Bağda, bahçede, tarlada… Eskisi gibi gitmiyorum artık, altmış sekiz yaşındayım şimdi.”
Sorduğum her soruya içtenlikle cevap verdi, cevap verirken de bir eli hep ağzındaydı. Pek de gülemiyordu, nedeni ise ağzında olmayan dişleriydi. Bazen de unutuveriyordu da kendini ve kahkahayı basıyordu.
*
Dişlerinden şikâyetçiydi. Sütlü ekmekti akşam yemeği. Cama dayandı; sardunya, hamarat çiçeği (yaz güzeli), patates çiçeği ve diğer çiçeklerle bezenmişti balkonu. Balkondaki duvar süsleri de çok otantikti. Mısır koçanları, su kabağından süsler, ekmek açan kadınlardan oluşan duvar halısı, yün eğirici (kirman), atadan kalan terazi, 1940’lardan kalma bir radyo süslerden sadece bir kaçıydı. Asırlık eve onlar tanıklık etmekteydi.
*
“Sabah erken gitmiceniz, kahvaltı edeceniz” deyişi bozulmamışlığın, saflığın eseriydi. Gönlü bol, yüreği gözleri gibi güzel olan Meyrem Ana.
Anadolu’nun “Meryemlerinden” biriydi o da. Sevgi doluydu. Yüz çizgileri hayatın yaşanmışlığıydı.
Komşularının Meyrem Ana’sı, asırlık evin sahibi, çiçeklerinin can suyu… Yürekten teşekkürler sana.
Bazen gittiğimiz yollar, bizi bozulmamış ve masum insanların hikâyelerine çıkartır. Bu hikâyeler, hayatı olduğu gibi anlatır bize; bizler de o hikâyelerde yer alan rollerimizi… Hem de olduğu gibi…