BİN TURNA KUŞU
– ADANA –
Hayatımızdaki en güzel şeyleri hep en güzel an’a bırakmaya çalışırız biz, oysa bilmeyiz ki en güzel an, yaşadığımız andır.
Hep eksikler buluruz kendimizde ve bu eksikleri telafi etmeye çalışırken elimizden kayıp giden bir hayatı da fark etmeyiz.
İki oda, bir mutfak ve denize bakan küçük bir balkon… Bahçesinde üç incir ağacı – o incirler ki kimin kahvaltısı olmamıştı, salıncağı olan bir dut, bir de birkaç ördek.
Bir el yetmez, bir evi geçindirmeye ben de el veririm; iki el oluruz, demişti.
Çocukların derdi, kızların çeyizi, oğlanın askerliği…
Çalışırım, gencim, gücüm yerinde, evde oturup da ne yapacağım, diyordu hep. “Elimden her iş gelir benim. Yaparım, çalışırım, kocama yardım ederim.”
Çok çalışıyor, diyorlar senin için, demiştim.
Aman, boş ver; kim ne derse desin, benim için. Bunun yazı var, kışı var. Çocuğu var, çoluğu var. Afiyetin yerindeyse çalışacaksın. Evde oturup ne yapacağım, diyordu hep.
Çocuklar büyüdükten sonra ev sığmadı bize, demişti. Çocuklar da dünden niyetliydi evde değişiklik yapmaya. Başladılar evi yeniden düzeltmeye…
Ben istemiyorum, demişti. Kızlar evlenip gidecek, oğlana ev yapmak lazım. İki göz neyimize yetmez ki…
Ne yapıp yapıp ikna olmuştu o.
Başlamışlardı evi tekrardan yapmaya. Biraz daha büyütüldü ev. Sonra yerler… İlk kez farklı bir yüz almıştı. Adeta gülümsemişti onlara.
Ayyy, temizliği ne kadar kolaymış, oysa öncekini sil sil bitmezdi temizliği, demişti ellerini ovuşturarak.
Pencereler yenisiyle değişmişti, ses geçirmiyordu artık. Komşular seslendiklerinde duymuyorum, diyordu, yüzünde mahcup bir tebessümle…
Mutfak her şeyiyle yeniden döşenmişti.
“Her şeyi istediğim gibi yaptılar ya! Çok mutluyum. Önceden istememiştim, iyi ki yapıldı.” Başını sallayarak onaylamıştı.
Perdeler kalmıştı yalnızca. Eskileriyle idare ederim. Seneye çalıştığımla onları da değiştiririm, demişti.
Ama yapmışken şu balkon da yapılsın. Biraz daha büyütülsün. Korkuluklar da koyulsun, yarın torunlar olur, Allah muhafaza, düşerler. Yazın dut ağacının gölgesi vurdu mu bahçeye inmemiz gerekmez, balkonda otururuz, diyordu.
…
“Geleceksin değil mi? Bak, karşıda deniz… Tam da istediğin gibi… Güneş vurdu mu nasıl da parıldıyor. Sen; yağmur yağarken, denizi seyretmeyi çok seversin. Yağmur yağdığında gel, tamam mı? Kahvaltıya geleceksin yanıma. Şöyle denize karşı yaparız kahvaltıyı senle. Basılmış çörek otlu peynirden yapacağım sana. Olmadı, akşam yemeğine geleceksin söz ver bana. Ne zaman geleceksin? Bak, habersiz gelmek yok!” diyordu.
Seni severim, bilirsin. Hepinizi çok severim; ama senin yerin hep ayrıydı, hep de ayrı kalacak, demişti.
“Senin falına baktım geçende. Öyle kendime bir yorgunluk kahvesi yapmıştım. Çok yorulmuştum o gün. Şu bel ağrıları da bırakmıyor beni.”
“Aklıma sen geldin. Çevirdim fincanı adına, öylesine… Çok göz vardı fincanında… Ama güzel şeyler vardı hep, şimdi hatırlamıyorum.”
Senin için çok temiz, herkesi kendin gibi zannediyorsun, dikkatli ol, tamam mı? Sen akıllısın zaten. Baban da arkanda senin, sana bir şey olmaz, demişti.
…
En son kurban bayramında görmüştüm onu. Tesadüfen öğrenmiştim hastalığını. Bel ağrıları, çok çalıştığından değilmiş meğer.
Beni gördüğünde gözlerinden yaşlar süzülmüştü. Babamla göz göze geldik. Anlamıştık… Babamın ikna eden konuşması biraz rahatlatmıştı onu. Korkusu, çaresizliği yüzüne vurmuştu çoktan.
Bilmiyorum ne oldu bana. Hiçbir şeyim yoktu, yalnızca belim ağrıyordu, demişti.
Gitmeyin, biraz daha oturun, daha erken… Biraz daha oturun, lütfen!
Ona sarıldım, tüm kalbimle. Ürkek bir ceylan gibiydi. Tekrar geleceğim demiştim, ona.
O, son görüşümdü.
Bugün onu uğurlamaya gideceğim.
Doyasıya oturamadığı balkonunda denizi seyredeceğim onunla.
Bin turna kuşu da kurtaramıyormuş gidecek olanı.
Seni severim, bilirsin, senin yerin hep ayrıydı, demişti.
Biliyorum… Hem de çok iyi biliyorum…
Yolun açık olsun. Güle güle git.
Dilerim çok istediğin huzuru ve sağlığı gittiğin yerde bulursun.