KÜLTÜR-SANAT YAŞAM 

GÜLE GÜLE RIZA ABİ!

Rıza Akın’ı, yani bizim Rıza Abi’mizi çok erken kaybettik; önceki gün de Adana’da ona veda ettik.

Küllerinden yeniden doğan Anka Kuşu gibiydi Rıza Abi. Adana Halkevi’nde tiyatro yaptığı zamanlar… Çok fazla anlatmasa da, 12 Eylül öncesindeki Ankara yaşamı ve 12 Eylül dönemi… Sonrasında Ekspres gazetesindeki ilan müdürlüğü… Daha sonra Oğuz Baytok ile birlikte çıkardığı Toros gazetesi zamanları… Seyhan Belediye Başkanı Ahmet Cevdet Yağ’ın basın danışmanlığı… Sonrasında ucundan kenarından yavaş yavaş başlayıp emin adımlarla zirveye doğru tırmandığı sinema ve dizi oyunculukları…

Abartısız, gösterişsiz ama güzel insan olmak isteyen herkesin örnek alabileceği zengin bir hayat yaşadı.

Arkasında güzel anılar bırakarak bu dünyadan sessiz sedasız göçtü.

Birkaç ay önce sevgili Yelda İpekli, eski günlerden konuşup o zamanları ve insanları yâd ettiğimiz bir gün, “Oğlum, yazsana bunları. Anlattıklarının harika şeyler olduğunun farkında değil misin sen!” demiş, ben de fırsat buldukça üç-beş satır bir şeyler yazmaya başlamıştım.

Rıza Abi’yi sonsuzluğa uğurlarken aklıma geldi. 80’li yılların başlarında, ilk daktilomu Rıza Abi sayesinde almış, o zaman yaşadıklarımı da yazmıştım.

Eve gelince yazıyı buldum, tekrar okudum… Okurken o günler gözümün önünde canlandı, yeniden yaşadım.

O yazıyı ve o güzel günleri, o güzel insanı aşağıda paylaşıyorum.

Güle güle Rıza Abi.

Bu dünyaya ve bizlere, hiçbir şeyi esirgemeden kattığın güzellikler için teşekkürler.

* * *

Ekspres gazetesinde hazırladığımız Çıngırak mizah sayfasında sadece karikatür çizmiyor, mizah öyküsü, komik haberler ve kısa yazılar da yazıyordum.

O hafta yazacağım konuları evde not alıyor, gazetede daktilo ile yazıp sayfaya hazırlıyordum.

Gazetedekiler genelde öğlene doğru gelirler, ondan sonra boş daktilo bulmak mümkün olmazdı. O nedenle, genellikle cumartesi günleri sabah erkenden geliyor, daktilolardan birini kapıyor ve yazılarımı yazıp bitiriyordum.

Erken saatlerde gazetenin yazı işlerinde hiç kimsenin olmamasının en güzel yanı da yazıları sakin kafa ile yazabilme imkânımın olmasıydı.

Böyle iyiydi de, evde de bir daktilom olsa ne güzel olurdu. Yazılarımı yazabilmek için erkenden gazeteye gelmem gerekmez, gün içinde daktiloya ihtiyacım olduğunda sağdan soldan daktilo dilenmek zorunda kalmazdım.

Sonunda, kendime bir daktilo almaya karar verdim.

Ama nasıl?

Ekspres gazetesi, gazeteye yaptığımız sayfa için bize para vermiyordu, öğrenciydim, başka bir gelirim de yoktu…

Üniversiteye başladıktan bir süre sonra babam PTT’den burs ayarlamıştı bana. Ayda bin lira burs alıyordum. Düzenli olarak her ayın başında PTT’ye gidiyor, bin liramı alıp çıkıyordum. Aldığım bu para ile berbere gidiyor, tıraşımı oluyor, kalan parayı da birkaç günde orada burada çarçur ediyor, haftası çıkmadan bitiriyordum. Aklıma bu para geldi, “Bunları biriktirip kendime daktilo alabilirim” diye düşünmeye başladım.

Alsaray Sineması’nın karşısındaki iş hanında daktilo satan bir dükkân vardı. PTT’ye gidip gelirken görür, vitrinde duran daktilolara hayran hayran bakardım. Daktilo almaya karar verince, girdim bir gün dükkâna, daktilo fiyatlarını sordum… En ucuzu 12 bin liraydı. Yani, benim burs olarak aldığım parayı hiç dokunmadan bir yıl boyunca biriktirsem, daktiloyu anca alabilecektim. Tabii o bir yıl içinde fiyatı artmazsa!

Niyet etmiştim bir kere. Para biriktirmeye başladım. Sadece burs değil, evden aldığım harçlıklardan da üç beş kuruş ekliyor, biriktiriyordum yavaş yavaş. Ama… Zordu böyle. Kendime harcayacak para kalmamasına mı yanayım, daktiloyu en erken bir, bir buçuk yıl sonra alabilecek olmama mı yanayım! Fazlasıyla moral bozucuydu. Olmayacaktı böyle.

Kul dara düşmezse, Hızır yetişmezmiş” derler ya hani… Hızır koştu geldi, yetişti.

O tarihlerde… Dini bayramlarda gazeteler yayımlanmaz, sadece gazeteciler cemiyetinin hazırladığı gazete çıkardı. Adana ve çevre illerde de Çukurova Gazeteciler Cemiyeti’nin hazırladığı Çukurova Bayram gazetesi yayımlanırdı.

Oğuz Baytok çağırdı bir gün beni yanına, “Akşam Cemiyet’e gelsene,” dedi, “seninle bir şey konuşacağım.” Oğuz Abi benimle ne konuşacaktı ki? Hem niye gazetede değil de, Cemiyet’te konuşacaktık? Merak etmiştim. “Tabii abi,” dedim, “gelirim.

Akşam altı-yedi gibi Cemiyet’e gittim, Nail oradaydı, “Oğuz Abi beni çağırdı,” dedim, “burada mı?

Nail, “Başkanın odasında,” dedi, “seni bekliyor o da.

Çukurova Gazeteciler Cemiyeti’nin Başkanı Erdoğan Varol’du. Erdoğan Abi, TRT’de çalışıyordu. Tam hatırlamıyorum ama müdür ya da müdür yardımcısı gibi bir görevdeydi. Kapıyı çaldım, girdim içeri… Erdoğan Abi ve Oğuz Abi önlerinde biraz çerez almışlar, bira içiyor, sohbet ediyorlardı. Erdoğan Abi, “Gel Öncül,” dedi, “otur, bira içer misin?” İçmem mi? Tabii ki içerim! “Olur, abi,” dedim, misafir koltuklarından birine iliştim. Biraz sonra buz gibi bir bira ve küçük bir kap da tuzlu yer fıstığı önümdeydi. Büyükçe bir yudum aldım biradan ve soran gözlerle bakmaya başladım Oğuz Abi’ye, “Hayırdır abi, niye çağırmıştın?” der gibi…

Oğuz Abi, “Öncül,” dedi, “ramazan bayramına bir şey kalmadı. Çukurova Bayram gazetesini hazırlıyoruz. Gazetede çalışır mısın bizimle?

Tabii çalışırım abi,” dedim hiç düşünmeden, “ne yapacağım?

Soruma Erdoğan Abi cevap verdi, “Bayram gazetesini hazırlarken bizimle çalışacaksın. Haberlere yardım edersin, ilanlara falan bakarsın… Yani, bayram tatili yok, ona göre ha!” dedi, ardından da “Bayram haftasında Ekspres’te hazırlayacağınız Çıngırak sayfasını Çukurova Bayram gazetesine yapar mısınız?” diye ekledi.

Olur, abi,” dedim. Oğuz Abi, “Hadi, iç,” dedi, “ılıtma biranı. Bir tane daha içen mi?” Yok falan dedim ama Oğuz Abi ısrar etti, “Öğrenci adamsın. Böyle fırsatları kaçırmayacak, iyi değerlendireceksin” dedi, ben de yok diyemedim ve bir bira daha içip çıktım Cemiyet’ten.

Gazete, Tercüman gazetesinde hazırlanıyordu. Eski İstasyon Karakolu’nun oradaydı Tercüman’ın ofisi… Matbaanın içinde… O ramazan bayramında, sabah 9-10’da gelip gece geç saatlere kadar çalıştık Çukurova Bayram gazetesi için. Bizimkiler, bayram süresince evde olmamama gıcık olmuşlar, sabah erkenden çıkıp gece geç saatlerde gelmeme çok da razı olmamışlardı ama gene de bir şey dememişlerdi.

Bayramdan yedi-sekiz gün sonraydı, Oğuz Abi çağırdı yanına yine, “Bugün Cemiyet’e uğra Öncül,” dedi, “Bayram paranı al.” Şaşırdım, “Ne parası abi?” diye sordum merakla… “E, çalıştın ya oğlum Çukurova Bayram gazetesinde. Onun parası… Haa… Kurban bayramında da çalışır mısın? Çalışacaksan haber ver. Neredeyse bir ay kaldı bayrama. Sayılı gün çabuk geçer. Hazırlıklara başlayacağız önümüzdeki günlerde.

Öğle sonrası adeta koşarak Cemiyet’e gittim, merdivenleri çıktım, girdim içeri… Nail, “Gel Öncül Baba,” dedi, “Oğuz Bey haber verdi. Senin para hazır.” Önüme bir kâğıt uzattı, “Şurayı imzala,” dedi ve ağzı kapalı bir zarf uzattı. Zarfı aldım, teşekkür edip indim aşağıya… Heyecanla açtım zarfı, içindeki parayı saydım… İnanamadım! Beş bin lira! Tam tamına beş bin lira vardı zarfın içinde! “Aha,” dedim, “daktilonun parasının yarısı çıktı sayılır. Gerisini de ayarladım mı tamamdır.

Hiç beklemediğim, çok büyük bir paranın bir anda elime geçmesi, daktilomun bir anda hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşecek olması, kurban bayramında yine böyle bir para kazanacak olmanın haberini almam…

Müthiş mutluydum. Uçuyordum sevinçten.

Daktilomu almaya bu kadar yaklaşmışken iki ay bekleyecek olmak… İşte, bu imkânsızdı. İki ay bekleyemezdim. Çok heyecanlıydım! Bir an önce o daktiloyu almalıydım.

Ekspres’in Reklam Müdürü Rıza Akın’ın yanına gittim, durumu anlattım, “Abi,” dedim, “altı-yedi bin lira kadar paraya ihtiyacım var. Kurban bayramında yine çalışacağım Çukurova Bayram gazetesinde. Bana borç verir misin?” Rıza Abi, “Bende ne gezer oğlum o kadar para?” dedi, “Ama Hikmet Bey ile konuşayım, belki gazeteden alabilirim.

O gün müydü, ertesi gün müydü, tam hatırlamıyorum, Rıza Abi getirdi, verdi parayı. “Siz gazetede resmen çalışmadığınız için size para veremeyeceğini söyledi Hikmet Bey. Ben de kendime aldım bu parayı borç olarak. Sen bana verirsin sonra” dedi.

Parayı aldığım gibi eve koştum, evdeki parayı da alıp doğru daktilocuya gittim ve aylar önce beğenip almaya karar verdiğim daktiloyu aldım. Turuncu renkli, Silver Reed marka küçük bir daktilo… Ekspres gazetesine döndüm, Rıza Abi’ye gösterdim, teşekkür ettim.

Artık bana ait bir daktilom vardı. Çok mutluydum. Ama öyle böyle değil, müthiş mutluydum.

Akşam çıkışta Ramazanoğlu Pasajı’ndaki Ali Abi’nin kırtasiye dükkânına gittim, bir top saman kâğıdı aldım, atladım dolmuşa, doğru eve…

O gece, sabaha kadar daktilonun başındaydım… Takır tukur… Çat çut! Evdekilerde kafa beyin bırakmadım! Neler yazdım hatırlamıyorum ama sanırım bir top kâğıt bir gecede bitti.

Sadece yazıp çizerek kazandığım para ile aldığım ilk şey o daktiloydu sanırım. Yaklaşık 10 yıl sonra ilk bilgisayarımı alana kadar tüm yazılarımı o daktilo ile yazdım.

Not:: Fotoğraftaki turuncu daktilo, yukarıda sözünü ettiğim daktilodur. Gözüm gibi saklıyordum; Rıza Abi’nin kaybından sonra bir daktilo almaktan çıktı ve ondan bana değerli bir hatıra oldu.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar