EDEBİYAT 

ERKENCİ

Hemen hemen her günkü saatte açtı gözlerini. Hava hâlâ karanlıktı; ama yakınlardaki ağaçlardan, erkenci kuşların cıvıltıları çoktan gelmeye başlamıştı. Çok seyrek de olsa, yoldan geçen arabaların gecenin sessizliğinde yankılanan motor hırıltıları ve teker sesleri sabahın yaklaştığını söylüyordu.

Bir süre yatakta yattı sessiz sedasız; evin içini, dışarıdan gelen sesleri dinledi.

Hemen yanındaki sehpanın üzerine uzandı, el yordamıyla gözlüğünü ve saatini aradı, buldu. Gözlüğünü gözüne taktı, saati pencereden gelen sokak lambasının aydınlığına doğru tutup bakmaya çalıştı. Biraz uğraştıktan sonra akrebi ve yelkovanı gördü. Daha çok erkendi. “Biraz daha yatayım,” dedi kendi kendine, “erkenden kalkıp ne yapacağım?” Saati koluna taktı, gözlüğünü çıkarıp tekrar sehpanın üzerine koydu, yorganı çenesinin altına kadar çekip gözlerini yumdu.

Bir sağa döndü, bir sola. Olmadı. Yeniden uyuması imkânsızdı. Kalktı, yatağın içinde oturdu. “Kalksam mı acaba?” diye düşündü. Gürültü yapıp evdekileri erkenden uyandırmaya çekindi. Geri yattı. Bir iki daha döndü sağa sola. Yatak küçüldükçe küçüldü altında, ufacık kaldı; yorgan, her bir yanından basıp boğacakmış gibi oldu. Tekrar oturdu yatağın içinde. Bunaldı; derin derin nefes aldı, biraz rahatladı.

Yataktan kalktı, sehpanın üzerindeki gözlüğünü aldı ve tuvalete doğru yürüdü. Kapının kolunu tuttu, aşağı doğru bastırdı. Kolun gıcırdaması ve kilidin çıkardığı “çat çut” sesler tüm evde yankılandı. Bu sesleri, menteşelerden gelen gıcırtılar izledi. İçeri girdi, kapıyı itti aynı sesler eşliğinde ve kapadı. İşini görmek için tuvalete oturdu. Çabuk bitti işi, kalktı, elini yıkadı; kapıyı, aynı sesleri eksiksiz tekrarlayarak açtı ve kapadı.

Salona doğru yürüdü yavaş yavaş, içeri girdi, yattığı çekyata baktı, “Boş ver,” dedi, “yatacağım da ne olacak? Uyku falan da gitti. Ezana da var daha. Bir çay yapayım, iki bardak içip çıkayım. Çocuklar da kalkar biraz sonra, onlara da hazır olur.

Çekyatın üzerindeki yorganını, çarşafını, yastığını topladı, yan taraftaki sandalyenin üzerine bıraktı düzgünce.

Kendinin bile duymadığı bir sesle söylenerek salondan çıktı:

Bu tuvaletin kapısını da yağlamak gerek. Kilitte de bir temassızlık mı vardır, nedir? Gündüz bir bakayım ben buna. Her helaya gidişimizde ortalığı ayağa kaldırıyor, şerefsiz!

Mutfağa geçti, ışığı yakıp ocağın üstüne baktı. Çaydanlık ve demlik her zamanki yerinde yoktu! Mutfağın içinde hızla bir göz gezdirdi, olması muhtemel yerlere baktı. Yoktu! “Allah, Allah,” dedi, “nerede olabilir ki bunlar?” Biraz daha bakındı sağa sola. Yok! Çaydanlık ve demlik sırra kadem basmış gibiydi. Mutfaktaki dolapların içine bakmayı düşündü. Açtığı her dolabın kapağı ayrı gıcırdıyordu! Bu gidişle sadece evdekileri değil, tüm apartmanı ayağa kaldıracaktı! Kapaklara, menteşelere, marangozlara söverek bıraktı dolapları açıp kapamayı. Her gün birkaç posta kullanılan çaydanlığın dolapların içinde olması da imkânsızdı zaten. Boşuna arıyordu dolaplarda! “Balkonda falan olabilir mi?” diye düşündü bir an için, sonra, “ne alakası var,” dedi kendi kendine, “bu soğukta balkona kim çıkacak?” Gözü, bulaşık makinesinin yanıp sönen ışığına takıldı, “Aha,” dedi, “kız yıkamış herhalde?” Heyecanla açtı bulaşık makinesinin kapağını. Çaydanlık da, demlik de oradaydı. Çocuklar gibi sevindi. Hemen almak için çaydanlığa uzandı, tuttu ve aldı. Çaydanlığı alması ile birlikte, yanında yönündeki tabak çanak oraya buraya devrildi, döküldü. Tabakların çıkardığı sesler evin her bir yerinde çınladı. Aynı sesler demliği alırken de tekrarlandı. Bulaşık makinesinin çekmecelerini yavaşça yerine itip kapağını kapadı.

Kalktı, musluğu açtı, çaydanlığı altına uzattı. Su çaydanlığı doldururken, kızının söylediklerini hatırladı:

Musluk suyunu içmiyoruz, baba. Damacanadaki suyu kullan içeceğin zaman.

Suyu geri boşalttı, damacananın yanına gitti ve pompaya basarak çaydanlığa su almaya başladı. Pompaya basarken çıkan ses de, dolap kapaklarının ve tuvalet kapısının gıcırtılarını aratmıyordu, maşallah!

Ocağı yaktı, çaydanlığı üzerine koydu, mutfak masasının sandalyelerinden birinin üzerine oturup pijamasının cebindeki tespihini çıkardı, suyun kaynamasını beklemeye başladı.

Çay nerede acaba?” dedi kendi kendine, ayağa kalktı, sonra mutfak tezgâhının üzerindeki çay kavanozunu gördü, geri yerine oturdu. Bir sigara yakmayı düşündü, “Boş ver,” dedi, “kız şimdi laf eder. Biz evin içinde sigara içmiyoruz falan. Bir sürü laf!” Bu havada da iki nefes sigara için balkona çıkamazdı.

Çok geçmedi, su kaynadı. Kalktı, kavanozdan biraz çay koydu demliğin içine, çaydanlıktan kaynar su döktü üstüne. Yeniden oturdu sandalyeye, “Birazdan ezan okunur. Ezanı beklemeyim ben en iyisi. Abdesti camide alırım. Bu saatte evde yapılacak iş değil bu. Kapı gıcırtılarıyla ortalığı gene ayağa kaldırmanın âlemi yok, durduk yerde! Çay demlensin, iki bardak içip çıkayım,” diye mırıldandı.

Çayın demlenmesini beklerken salona gitti, ışığı yakmadan giyeceklerini buldu, pijamalarını çıkarıp onları giydi, pijamalarını düzgünce katlayıp yorganın ve yastığın üzerine koydu, tekrar mutfağa geldi.

Mutfağın penceresinden dışarı baktı, yoldan geçen arabalar yavaş yavaş artıyor, sokak lambalarının solgun ışıkları altında belirip kaybolan tek tük insan, otobüs durağına doğru yürüyordu.

Canı sigara çekti. Elini yeleğinin cebindeki pakete götürdü. Sonra vazgeçti. “Çay oldu mu acaba?” diye mırıldandı. “Olduğu kadar,” dedi, “namazdan sonra caminin oradaki çay ocağında da içerim.” Raftan bir bardak aldı, çay doldurdu, masaya tekrar oturdu. Masanın üzerindeki şeker kâsesini önüne çekti, içinden iki tane şeker aldı, şekerlerin kâğıt ambalajlarını açarken söylendi:

Ne bu şimdi? Evdeki kesme şekerde kâğıt ambalaj mı olur, lan! Sanki sanayide kaporta atölyesi çalıştırıyorlar da, şekerler yağ toz olmasın falan. Evin içinde ne olacak bu şekere ki?

Şekerleri çaya attı, çay kaşığını bardağa değdirmeden, ses çıkarmadan karıştırdı ve yudumlamaya başladı. İnce belli bardaktaki çay birkaç yudumda bitti. İkinci bardağı doldururken, “Bunların da bereketi yok. İki yudumda sen sağ ben selamet. Tamam. İnce belli bardak iyi hoş da, insan biraz daha büyük yapar bunu. Şehirlerarası otobüslerin mola tesislerindeki çay bardakları bunlardan büyük valla,” diye söylendi. İkinci bardak da iki üç yudumda bitti. “Bir bardak daha mı içsem?” diye düşündü, vazgeçti, çayın altını kapayıp kapıya yürüdü. Ayakkabılığı açtı. Ayakkabılığın kapakları da evdeki tüm kapaklar gibi gıcırdayarak açıldı. Ayakkabısını aldı, ayağına giydi. Paltosunu aldı vestiyerden, giydi. Atkısını, göğsünü de koruyacak şekilde ayarlayıp boynuna doladı. Kasketini özenle geçirdi başına. Kapının koluna bastı, kol gıcırdayarak indi aşağıya. Çekti kapıyı kendine doğru. Kapı açılmadı!

Kapı kilitliydi ve anahtar kapının üzerinde değildi!

Bakındı sağa sola. Anahtar ortalıkta görünmüyordu.

Kızına sormayı düşündü. Vakit daha çok erkendi; sabah ezanı bile okunmamıştı. Cesaret edemedi. Damat, çocuklar falan, hepsi uyuyordu. “Ayıp olur,” dedi.

Ayakkabısını, paltosunu, kasketini çıkardı tekrar. Mutfağa geçti, bir çay daha doldurdu kendine. Gitti, paltosunu tekrardan giydi, balkona çıkıp bir sigara yaktı ve bir yandan çayını yudumlayıp bir yandan caddeyi seyretmeye başladı.

Çok sürmedi, ezan okundu. Gün ağardı yavaş yavaş. Cadde kalabalıklaştı. Araba sesleri, egzoz dumanları. Kollarında ekmek sepetleri ile fırına giden kapıcılar…

Ne kadar kaldı balkonda, kaç kere girdi çıktı mutfağa, kaç bardak çay içti, hiç farkında değildi.

Biraz sonra balkon kapısı aralandı, kızı kafasını uzattı kapıdan, “Günaydın, babacığım,” dedi gülümseyerek, “gene erkencisin. Haydi, gel içeri, üşüyeceksin. Çocuklar da kalkar birazdan. Kahvaltıyı hazırlayacağım; gel çayını içeride iç.

Kızına baktı, gülümsedi, “Yahu,” dedi kendi kendine, “her gün, şu kapıyı kilitlemeyin diyeceğim, her gün unutuyorum. Bir kapıların yağlanması, bir de kapının kilitlenmesi. Her gün unutulur mu bu, arkadaş?” Balkon duvarındaki boş çay bardağını aldı, içeri girdi. Bir bardak daha çay doldurdu, “Televizyonda ne var?” diye sordu kızına, cevabı beklemeden salona geçti, masanın üzerinden kumandayı aldı, çekyata oturdu, televizyonu açtı, kanallarda gezmeye başladı. Neredeyse her kanalda, birbirine bağırıp çağıran kadınlarla dolu kuaför, yemek, moda, dedikodu programları vardı. “Haberler ne zaman başlıyordu?” diye bağırdı kızına. Kızı, “Başlar birazdan,” diye seslendi mutfaktan.

Televizyonu kapadı, tekrar içeri bağırdı:

Ben uzanacağım biraz. Çocuklar uyanınca kalkarım.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar