EDEBİYAT 

YILDIZ YAĞMURU

Tabancamı kaptığım gibi fırladım dışarı. Soluk almakta zorluk çekiyordum. Ağır aksak adımlarla, olabildiğince hızlanarak geçtim yolu. Akşam olmak üzereydi. Tek tük araba farları, o da uzaktan görünüyordu. Eskiden hem araba hem de insandan geçilmeyen sokaklardı buralar. Hele bugünkü gibi bahara dönmeye başlayan günlerde enerji herkesten ve her şeyden fışkırırdı.

Delifişektim ben de. Bendine sığmayıp taşanlardan… Kasabadan şehre zevk olsun diye 5-6 saat yürür, yemek yer, sonra geri dönerdim. Etrafı çevreleyen dağlara tırmanır, yer içer, sonra da göğü yorgan yapıp altında yatardım. Gecenin karanlığında pırıl pırıl parlayan yıldızlarla konuşurdum kaybolana dek. Günlük tutarmış gibi anlatırdım duygularımı ve yaşadıklarımı. Onların da bana cevap verdiklerini hissederdim hep. Köpeğim de eşlik ederdi bu yolculuklarıma, yalayarak uyandırırdı beni. Sonra yarışarak inerdik aşağıya.

Bahçedeki zeytin ve incir ağaçları geçinmeme yettiği için başka yerde çalışma ihtiyacı da hissetmezdim. Ailemde benden başka kimse kalmadığından biriktirme amacım da yoktu bir şeyi. Olan yetiyordu. Olmayana hiçbir zaman özlem duymuyordum.

Güzel dostluklar, keyifli sohbetler, iş zamanı yardımlaşmayla sürüp gidiyordu hayat. Beklentilerim çok netti: Keyifli yaşa, gerektiği kadar çalış, sağlıklı ol ve huzur içerisinde öl. Etrafıma da aynı enerjiyi yaymaya çalışır, çoğaltmak isterdim benim gibileri. Kasabamızın ruh hali de benimkine benzerdi diyebilirim.

Biz burada kendi alanımızı yaratmış mutlu mesut yaşarken, dünyada ve ülkede ise aynı huzur ortamı yoktu maalesef. Çok da ilgilenmiyordum; ama zaman zaman etrafta karamsar şeyler anlatılırdı. Hemen uzaklaşırdım ben de. Kendimi sıkıntı içine sokmayı istemezdim hiç.

Gündelik keyiflerimizin hüküm sürdüğü yine böyle bir günde, şaşırtıcı bir manzarayla karşı karşıya kaldık. Üzerinde iş makineleri yüklü büyük askeri araçlar bir anda yolları kaplamaya başladı. Kasabanın girişinden dağ yoluna doğru dönen bu araçlara, çok sayıda askeri üniformalı eşlik ediyordu.

Duruma hiçbir anlam veremeyen bizler ise hem araç trafiğinin yarattığı gürültüden hem de böyle bir askeri organizasyondan son derece mutsuzduk. Şaşkın şaşkın birbirimize bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Üniformalıların giderek kasabanın her tarafını sarmaları ve sert tavırları da üzerimizde büyük bir baskı yaratmaya başlamıştı. Onlarınsa hiçbir şey umurlarında değilmiş gibiydi.

Yaklaşık bir ay süren ve 24 saat boyunca devam eden çalışmaların sonunda, dağın eteklerinde oldukça büyük bir askeri alan kurdular. Bizim huzur dolduğumuz, keyifli zamanlarımızın tanığı kasabamıza son darbeyi vuran ise inşaatın bitmesinin ardından çok özel araçlarla getirilen devasa füzeler oldu. Bu ölüm makineleri, iki hafta boyunca aralıksız olarak taşındı bölgeye. Sonra da hummalı bir şekilde montajları yapılmaya başlandı. Bunu göremiyorduk; ama öyle olduğundan emindik.

Geçen zaman içerisinde, kasabamıza çok büyük bir hava savunma sisteminin kurulduğunu öğrendik. Sanıyorum, ne ülke içinde ne de diğer ülkeler tarafından bilinsin istemiyorlardı. Çünkü böyle büyük bir askeri hareketlilik yaşanmasına rağmen ne bir gazete ne de televizyonda bundan bahsediliyordu.

Sessizlik uzun sürmedi. Bazı bölgesel çatışmalar ya da medyada böyle adlandırılan olaylar uluslararası bir savaşa dönmeye başladı. Hayatım boyunca kaçmaya çalıştığım her şey bir anda kâbus gibi üzerimize çöktü. Sınırda çatışmalar artmış, insanlar ölmeye başlamıştı. Bizim şairane kasabamız ise hava savunma sistemiyle başrolü oynuyordu. Aynı zamanda çok önemli bir hedefti de.

Derken bir gün endişeyle beklediğimiz, olmasından hep korktuğumuz şey gerçekleşti ve üsse atılan füzelerden bir tanesi sistem tarafından engellenemeyerek kasabamızı vurdu. Tabi vurduğunu öğrenmem biraz uzun zaman aldı.

Bir öğlen vakti, her şeye rağmen mutlu olmaya çalışıp bahçede ağaçların diplerini temizliyordum. Eskiden olduğu gibi olmasa da keyiflenmiş, kendimi enerjik ve yine dağdan aşağıya koşarak inebilecek durumda hissediyordum. Bu anı yaşamaya çalışırken birden kulaklarıma doğru bir basınç dalgası geldi. Kafamı patlatırcasına bir acı ve ardından korkunç, kavurucu bir sıcaklık sardı her yanımı…

Gözlerimi aralamaya çalışırken bile kendimi çok yorgun hissettim. İlk temasım tavandaki beyaz floresan lambayla oldu. Sağ tarafıma doğru zorlukla çevirdim başımı. Genişçe bir odadaydım. Etrafta yataklar, duvarda da seçebildiğim kadarıyla uyarı levhaları vardı. Kesif ilaç kokusu, buranın bir hastane olduğunu gösteriyordu. Elimi kaldırmaya çalışınca bir zil sesi kesik kesik çalmaya başladı. Birazdan da odaya iki kişi girdi.

Bakışlarındaki sevinci ama aynı zamanda üzüntüyü de hissettim. “Nihayet kendinize gelebildiniz” dedi esmer olan hemşire. “Hepimiz bu anı çok bekledik” diye ekledi diğeri. Doğrulmak için hareketlendiğimde omuzlarımdan usulca tutarak yatırdı. Tansiyonumun düşebileceğini söyledi. Ve beni şaşkınlık içerisinde bırakan şu cümleyi ekledi: “Tam iki aydır komadan çıkmanızı bekliyorduk.

İki ay! Ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Zaten güçsüz olan bedenimi tekrar yatağa gömdüm. Buraya nasıl geldim? Neden hastanedeyim? İki ay komada kalacak ne yaptım diye düşünmeye başladım. Düşüncelerim derinlere ve geriye doğru kaydı, en sonunda da bahçeme ulaştı. Kulaklarımdaki basıncı ve kavurucu sıcağı hatırlamayı başardım. “Füze” diye açıklamaya başladı erkek olan görevli. Yüzümdeki izler ne düşündüğümü gösteriyordu sanıyorum. “Sizin kasabaya düştü. Çok kaybımız oldu. Çok da yaralı… Hastanede yatan o kadar çok insan vardı ki”… “Yine de taburcu ettiğimiz insanların sayısı az değildi”.

Parçaları birleştirmeye başlamıştım. Basınç ve kavurucu sıcaklık tekrar aklıma gelince midemde bir bulantı oldu. Hemşireye kusmak istediğimi belirterek tuvalete gitmek için doğrulmaya çalıştım. Oturur duruma gelmem için yatağı kaldırdılar. Ayaklarımı yana doğru kaydırmak istediğimde bir tuhaflık hissettim. Bir hafiflik ve hemşirelerin yüzlerinde endişe… Elimle üzerimdeki örtüyü çektiğimde korkunç manzarayla karşılaştım: Sağ bacağım yerinde değildi. Neredeyse kasıklara kadar olan bölge sargılar içerisindeydi ve bacağım yoktu. Kalakaldım oturduğum yerde. Bulantım arttı, arttı ve bacağıma doğru öğürerek kustum… Kustum… Kustum…

Her şeye ve herkese küsmüş bir halde iki hafta daha hastanede geçirdikten sonra beni de eve gönderdiler. Yanımda tuhaf bir protezle birlikte, kısmen hasar görmüş evime bıraktılar. En son girişimden bu yana üç aya yakın bir süre geçmişti. Neşeyle koşup eğlendiğim, saatlerce yürüyüşler yaptığım kasabamda, evimin terasında bir tekerlekli sandalye üzerindeydim. Ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra ve yaşadıklarıma lanetler yağdırarak… Hava karardı, ben ağlamaya devam ettim. Yıldızlar yine tüm çıplaklığıyla çıktı lacivert gökyüzünde, ben ağlamaya devam ettim. Ağlaya ağlaya ölmek, gözyaşlarımda boğulmak istiyordum.

Yorgunluktan tekerlekli sandalyede sızıp kalmışım. Kendime geldiğimde güneş batmaya doğru gidiyordu. İçeri geçip protezi aldım. Hastanedeki son bir haftam bunu kullanma terapisiyle geçmişti. Tek başıma zorlanarak da olsa bacağıma takmayı başardım. Üzerime bir sakinlik çökmüştü. Yatak odama doğru yürüdüm. Çok bakmak istemiyordum etrafa. Eskiyi hatırlatan her şey bulantı ve ağlama hissi yaratıyordu.

Komodinin en alt çekmecesini çıkarıp içine gizlediğim tabancamı aldım. Kafamın içinde kendiliğinden bir plan oluşmaya başlamıştı. Sakinlik halimden kızgınlığa doğru geçmeye başladım. Nefes alma hızım artıyordu. Hızlı adımlarla evden dışarıya attım kendimi. Bir protezle ne kadar hızlı ve ne kadar düzgün yürünebiliyorsa öyle çıktım yola.

Dağ yoluna doğru yöneldiğimde etrafta sadece birkaç arabanın cılız farları görülüyordu. Protezle yürümek, hem de dağ yolunda akıl işi değildi. Ama bende akıl sorgulamak için de doğru bir zaman değildi. Ne kadar yürüdüm hatırlamıyorum. Ara sıra bacağımdan akan kana doğru bakıyor, öğürmemi engellemeye çalışıyordum. Protezin kestiği yerlerden sürekli kan akıyordu.

Kaç saat oldu bilmiyorum; ama hava iyice kararmıştı. Gözlerimi yıldızlara dikmiş, kararlılıkla ama ağır aksak devam ediyordum yoluma. Her zaman gittiğim yere doğru yaklaştığımda inanılmaz bir şey oldu. Uzaktan bir köpeğin havlamasını duydum önce. Sonra havlama sesi yaklaşmaya başladı. Uzun zamandan beri ilk defa içimi heyecan dolduran bir duygu yaşadım. Köpeğimin sesiydi bu. Beni burada bekliyordu demek ki. Görür görmez atladı kucağıma ve birlikte yere yuvarlandık. Ne kadar özlemişim anlatamam. Onun da beni ne kadar özlediğini anlıyordum gözlerinden.

Bacağıma baktı kafasını yana doğru eğerek. Bir farklılık olduğunu görmüştü ve anlamaya çalışıyordu. Usulca sokulup yüzümü, ellerimi yalamaya başladı. Sağlam olan bacağımı bir de. Diğerini sadece seyrediyordu. Sonra her zaman yaptığımız gibi yan yana uzandık. Yıldızlarımı seyretmeye başladım. Benim günlüklerimin sayfalarını oluşturan yıldızlarımı… Üzerime yorgan olarak örttüğüm, altında çılgınca koştuğum, bütün sırlarımı, arzularımı ve isteklerimi bilen yıldızlarımı.

Bunu hak etmediğimi haykırdım onlara. Kızgınlığımı ve hayal kırıklığımı vurdum yüzlerine. Bu hale gelmeme izin verdikleri için suçladım. Sonra ağlamaya başladım yeniden. Durmak bilmeyen bir ağlama… Birden gökyüzünde bir hareketlenme hissettim. Yıldızlar sanki konuşuyormuş gibi geldi bana. Üzerime doğru geldiklerini düşündüm. Yağmur damlaları düşmeye başladı aniden. Açık bir gökyüzünde bu nasıl olur diye düşünürken bunun yağmur suyu olmadığını fark ettim. Üstelik sadece bacağıma doğru yağıyordu.

Protezden dolayı yara içindeki bacağıma değen her damlada iyileşiyordu yaram. Yağış arttıkça bacağımın bir bitki gibi tekrar uzamaya başladığını şaşkınlıkla izliyordum. Bacağım uzadı, uzadı ve mucizevi bir şekilde tekrar eski haline döndü. Köpeğimle birlikte şaşkınlık ve sevinç içinde ayağa kalktım. Yıldızlara son kez göz kırpıp tıpkı eski günlerdeki gibi koşarak dağdan aşağıya inmeye başladım. Köpeğimden daha hızlıydım kesinlikle; ama izinsiz girilmiş askeri bir bölgede kurşundan daha hızlı olamadım…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar