KÜL DÜNYASI
-İSTANBUL-
Arabanın bu yolculuğu kaldıramayacağı belliydi. Nitekim öyle de oldu. Kar ya da yağmurla bozulmuş dağ yollarındaki her çukur bir vidayı gevşetmiş olmalı ki çok da bilmediğim bu yerde motor aniden sustu. Tırmanış sırasında olsa işim çok daha zor olurdu; ama neyse ki inişte oldu. Böylece arabayı nispeten güvenli sayılabilecek bir yere yanaştırabildim.
Öğle güneşi oldukça berrak… Yayla sayılacak bir yer olmasa da havada keyifli bir serinlik ve esinti var. İleride büyükçe bir dere görünüyor. Sesi görüntüsünden önce gelmişti. Alabildiğine yeşillik bir alan… Ağaçlar çok sık olmasa da etrafa dağılmış halde duruyor. Cep telefonunu çekmiyor maalesef. Yol yardımı aramak mümkün değil. Belki de böylesi daha iyi diyerek ve yoldan saparak dereye doğru inmeye başlıyorum.
Aslında bu bir huzur arama yolculuğu benim için. Kendimi, sevdiklerimi, kaybettiklerimi, dünyayı, işlerimi, aklınıza gelecek ne varsa sorguladığım zamanlardayım. Dalgalı bir hayatım oldu. Ölümler, ayrılıklar, ekonomik sıkıntılar, zenginlikler… Sayısız değişimler yaşadım hayatımda ve sanıyorum bu kadarı fazla geldi.
Kendime on bin kilometre yol hedefi koydum ve arabaya atladım. Kaç gün sürecek, nerede kalırım gibi hesapları da hiç yapmadım. Tek planladığım, ana yollar yerine mümkün olduğunca tali yolları kullanmaktı. Öyle de yaptım. Yolculuk etmek en iyi kişisel muhasebe yöntemidir benim için. Bütün hesaplaşmalarını yapar, kapatabildiklerini kapatır ya da yenilerini açarsın. Ve araba akarken yolda, onun dışında bir varlık gibi dalar gidersin. Beynimizin yön gücü ve uyarı sensorları olmasa bu yolculukların çok kısa sürdüğünü de biliriz.
Otların arasından geçerek dereye doğru yaklaştığım sırada, rüzgârdan sanıyorum, gözlerime toz kaçtı. Bu yeşillikte toz nereden çıktı derken, derenin kenarında genç bir kızın suya bir şey boşalttığını fark ettim. Gözüme kaçan toz buradan geliyordu. Beni görür görmez hızla ağaçlık tarafa doğru koştu.
Gözlerimdeki yanmayı ve acıyı gidermek için suyun kenarına geldim. İki üç avuç soğuk ve temiz su hem gözlerime hem de ruh halime iyi geldi açıkçası. Kendimi çok enerjik hissettim. Suyun ne kadar berrak olduğunu çok daha iyi görüyordum şimdi. Aklıma, belki de otuz yıl önce okuduğum “Bir incinin duruluğunda sevdim seni” dizesi geldi. Şairini hatırlayamadım; ama ilk okuduğumda da bana duru ve berrak bir dereyi hatırlatmıştı bu satırlar.
Tekrar suya eğilip yüzümü yıkamak istediğimde yansıyan görüntü akıl dışıydı. Suyun ayna gibi yüzeyine yüzüm olduğu gibi yansıyordu; ama karşımda bir kadın görüyordum. Tekrar tekrar bakıyordum, yıkıyordum, siliyordum; ama görüntü değişmiyordu. Saçları tamamen dökülmüş, yüzü içine çökmüş, sanki ağır hasta bir hali vardı. Aklıma sahip olmam gerektiğini düşünerek hızla dere kenarından uzaklaştım. Şaşkın bir şekilde etrafıma bakınmaya ve olanları anlamaya çalışıyordum.
Az ileride, ağaçların arasından gelen sese doğru başımı çevirdiğimde, suya toz döken kızın bana doğru şaşkınlık içerisinde baktığını gördüm. Bir taraftan da ürkek adımlarla yaklaşıyordu. Ben de kilitlenmiş bir şekilde onu izlerken adımları hızlandı ve neredeyse koşar adım bana doğru geldi. Hıçkırarak ve gözyaşlarına boğulmuş bir halde “Anne!” diye haykırıp boynuma sarıldı.
Saatlerce bana sarılmış bir şekilde ağlamaya devam etti. Ya da bana saatler geçmiş gibi geldi. Yaşadığım durumu algılamanın çok uzağındayken, ağlayan kızı kendimden zor da olsa ayırabilmeyi başardım. Ama ağlamasını durdurmak mümkün olmuyordu. Gözlerini gözlerimin içine dikmiş müthiş bir şefkat, özlem, pişmanlık ve içime geçme isteğiyle bakıyordu. Ana yüreği dayanamıyor tabii diye espri yapmayı isterdim; ama durumun garipliğini siz de tahmin ediyorsunuz.
Genç kız biraz sakinleşmeye başladığında bu sefer ben yaşanan durumun anahtarı olabileceğini düşünerek ona bakmaya başladım. Nasıl bu duruma geldim? Annesi, kendisi… Sorular, sorular… Kendisiyle ilgili kısmı elinden geldiğince anlatmaya çalışacağını ancak çok zamanı olmadığını söyledi. Bir de, bunları anlatırken başını dizlerime koymak için izin istedi. Benim de iyi durumda olmadığımı takdir edersiniz. İzin verdiğim gibi bir anne şefkatiyle de başını okşamaya başladım. Yüzündeki ve gözlerindeki hüzün dolu mutluluğu size anlatamam. Benim gözyaşlarım da daha fazla tutunamayıp yerçekimine teslim oldu.
Babasının, kendisi çok küçükken hayatını kaybettiğini, bir dönem çok zor şartlarda yaşamaya çalıştıklarını ve annesinin de bu amansız hastalığa genç sayılabilecek bir yaşta yakalanıp kısa sürede de öldüğünü anlattı hızlıca. Derinlerde farklı şeyler olduğu hissediliyordu. Burada bu dere kenarında benim ve şu anda ikimizin bulunduğu durumun farklı bir izahı olmalıydı.
Annesinden geliyor gibi görünen bakışlarım, dipte olanları anlatmasını beklediğimi söylüyordu. Uzun sayılabilecek sessizliğin ardından anlatmaya başladı Kül Dünyası’nı. Dinledikçe hayrete düştüm. Aklımın ve hayal sınırlarımın çok ötesinde bir şeylerden bahsediyordu. Karşıda görünen tepeden, tepenin içerisinde ve derinliklerinde bir yaşamları olduğundan, kendi kendilerini lanetleyen insanların dünyasından bahsediyordu. Zor başlamıştı, durmak bilmiyordu.
Anlattıklarını dinledikten sonra şöyle bir durumla karşı kaşıya kaldığımı anladım: Dereye döktüğü kavanozdaki toz, aslında ölen annesinin külleriydi. Kendilerini lanetleyenlerin dünyasında, ölenler yakılıyor ve külleri suyun en saf haliyle aktığı bu dereye dökülüyordu. Külle temas eden her balık, ölenin bedenine sahip oluyor ve uzak denizlere doğru yol alarak onu sonsuz geziye çıkartıyordu.
Gözüme kaçan o toz zerrecikleri işte bu genç kızın annesinin külleriydi. Balıklarda olduğu gibi insanda da ya da belki benim gibi yaralı bir ruhta vücut bulmuş oluyordu. Bana çok ağır gelen bu durum karşısında, uzun süre nasıl davranacağımı ya da ne yapacağımı bilemeden öylece oturdum.
Yavaş yavaş karanlık çökmeye başladı. Hava daha da serinledi. Genç kız etraftan çalı parçaları toplayarak bir ateş yaktı. Bu kez etrafında karşılıklı oturduk ve gözlerimize bakarak sustuk. İçimden konuşmak gelmiyordu; ama annesinden mahrum kalmasın diye gözlerimi de kapatmak istemiyordum. Uyku, tüm ağırlığıyla her ikimizin de üzerine çöktü. Gözlerini kapattığını fark edince usulca çimene yatırdım. Bir anne şefkati hissederek yanaklarından usulca öptüm. Etraftan büyük dallar toplayarak sönmemesi için ateşi iyice harladım. Ellerimi ve ayaklarımı sıkıca bağladıktan sonra, annesini ve kendimi, on bin kilometre diye başladığım bu gezinin sonsuza kadar sürmesi için suyun akışına bıraktım…