ÖYKÜ 

KOMİSER KEMAL TEFRİKASI / ÇIKSALIN PARKI VAKASI

Geçmişini, anlatıldığı kadar biliyordu. Devletin tayin ettiği anneler ve babalar ne kadarını söylediyse… Abiler ve ablalar gerçeğe ne kadar yakın anlattılarsa o kadar… Yetimhanede işler böyle yürüyordu. Anlatılan kadarını bilmek dışında bir seçenek yoktu. Nasıl olmasını istediğinse, tamamen hayal gücüne kalmıştı.

Henüz dört yaşındayken ve annesinin gül kokusu burnundayken kendisini burada bulmuştu Ahmet. Kaç gün ağladığını anlatmak zor. Annesini kaç ay beklediğini bilmek imkânsız. Çok fazla acıdı çocuk kalbi. Çok yandı. Yağan bütün yağmurları, esen bütün rüzgârları kokladı annesinin kokusunu çekebilmek için içine. Henüz lanetler yağdırmayı bilemediği için de bekledi, bekledi, bekledi.

Geçen yıllar çelikleştirdi onu da. Zihnini, tabii… Kalbi hâlâ çocuktu ve acıyordu. Acıyordu değil de sızlıyordu aslında. Ama artık çok derinlerde hissedilen bir sızı… Yüzler bulanıklaşıyor, sesler uzaklaşıyor; ama sızı azalarak da olsa kalıyordu. Gece yatakta, henüz uykuya dalamadan araya sıkışıveren bir sızı… Bazen insanın göğsünü patlatacak gibi, bazen de dokunsan ağlatacak türden…

Simsiyah gözler kalmıştı belleğinde. Beyaz ve yumuşak bir yüz hatırlıyordu. Pamuk gibi eller bir de… Saçlarını çok düşünmüştü; ama canlandıramıyordu gözünde. Siyah ve kıvırcık olduğunu düşünüyor; ama sonra gözünün önüne yetimhanedeki Necla Annesi geliyordu. Karışıyordu görüntüler. Kendi saçlarına bakınca, sarı ya da kumral olabileceğini düşünüyor; ama o siyah gözlerin üzerine yerleştiremiyordu bir türlü.

Necla Annesi, geldiği günden bu yana hep koruyan ve kollayan birisi olmuştu Ahmet’i. Ona özel bir sevgi ve sıcaklık duymuş, yıllarca her şeyiyle yakından ilgilenmişti. Zor babalar, zor görevliler ve zor çocuklara karşı ayakta tutmaya çalışmıştı kendisini. Emekliye ayrılmadan önce de Ahmet için olabilecek en özel hediyeyi vermişti. Bir fotoğraf. Kendi fotoğrafı. Dört yaşında. Özel olan ise arkasındaki el yazısıydı: “Canım oğlum, sana doyamadım. Annen.

Bu fotoğrafa sahip olduğu andan sonra sızısı hep artmış, boğulma hissi yaşadığı zamanlar çoğalmıştı. Derdini dökebileceği arkadaşı, bir abisi ya da ablası yoktu. Kendi başına omuzladığı hayatı ve o hayatın içindeki yükleri taşımaya uğraşıyordu. Yaşı henüz 15 olmuştu. Ne kadar büyük bir yük!

Çoğu yetimhane çocuğu gibi o da hayatı daha erken yaşayıp hırsızlıkla daha kolay kazanmaya yöneldi. En iyi arkadaşı Hasan’la birlikte çaldılar fırsat buldukça. Para, mücevher, değerli eşya, kıyafet her ne bulurlarsa yürüttüler. Evleri soydular, arabaları soydular, işyerlerine girdiler. Yankesicilik bile yaptılar. Sonra yoruldular ve mafyacılık oynamaya karar verdiler. Güç kazanmak en büyük arzuları olmaya başladı.

Kötüyü aramaya başladığın anda yanı başında bitiverir. Ahmet için de öyle oldu. Yetimhaneden kaçma çağına gelen her çocuğa musallat olan bir çeteden daha fazla kaçamadılar Hasan’la. Güzel kıyafetler, cepte para ve belde silah… O yaşta ve o şartlarda daha cazip ne olabilir? Hem sana gösterilen hem de içindeki düşmanla ancak bu şekilde savaşabilirsin.

Yetimhaneye bir daha dönemeyecek şekilde çıktı oradan – müdür babasına sandalyeyle vurarak. Mafya özentisi tavırlarıyla, bir uyuşturucu satıcısının korumalığına başladılar. Balat’ta kalmaya başladıkları eski bir ev, yetimhaneden sonraki ilk evleri oldu kendilerine ait. Üç kişiyle daha paylaştıkları bu evde, yeni bir belirsizliğe doğru adım atmaya hazırdı.

Balat bölgesindeki torbacılardan sorumlu olan Yusuf’un yanında, bellerinde silah dolaşmaya başladılar her sokağı. Parasını zamanında getirmeyeni ya da tam getirmeyeni ağız burun kanatırcasına döverken Yusuf, zalim ve sert olmayı öğrendiler. Onlar da vurdular acımadan. Vurdukça korktular; ama korktukça sevdiler de. Sonra Yusuf Reislerine bağlılık yeminini ettiler, Somali’den gelmiş bir göçmen satıcının kafasına sıkarak. İlk silah, ilk cinayet ve uçuruma yuvarlanma başlamış oldu böylece.

Ancak daha ilk büyük işlerinde yaşadılar büyük talihsizliği. Vurdukları göçmen, diğer büyük bir grubun satıcısıydı. Kendi bölgelerine girmiş olması ölmesi için yeterdi; ama karşılarında daha büyük bir güç vardı. Üstelik emniyetten kirli polisler de vardı diğer tarafla birlikte çalışan. Polis ekipleri, Ahmetlerin izini sürmeye başladı sıkı bir şekilde. Ancak bir hafta kaçabildiler ve sonunda Çıksalın Parkı’na girerken yakalandılar.

Kemal Komiser, yakaladıkları iki kaçağı iki ayrı arabayla karakola getirdi. Daha geleli yarım saat olmamıştı ki Organize Suçlar’dan bir ekip hızlı bir şekilde giriş yaptı karakola. Elindeki evrakı uzatarak ilgili şahısları almaya geldiklerini belirtti amir olduğunu belirten bir tanesi. Gözaltı yazısını inceleyen Kemal Komiser’e durum tuhaf gelse de bir şey söyleyecek durumda olmadığını düşündü. Kimin başına nasıl belalar açabileceğini kestiremiyordu bu dönemde. Ama gelen meslektaşlarına bakınca bu iki genç için durumun iyi olmayacağını hissediyordu.

Çok güçlü olmasa da bir-iki itiraz etmeye çalıştı; ancak hızlı kestiler sözünü. Çok da oyalanmadan nezarethaneye yöneldiler. İki genç, korkak ama belli de etmemeye çalışan bir siniklikle, üç sivilin arasında çıkışa yöneldi. Kemal Komiser’le göz göze geldi Ahmet. Tanımadığı bu adamın gözlerindeki acımayı, bu kısa bakışmada bile hissetti. İçini derin bir endişe sardı.

Sivil minibüs, Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’ne gitmek yerine Eyüp tarafına döndü. Döndükten sonra da ikisinin başına birer torba geçirip dışarıyla görsel bağlantılarını kestiler. Bir saat kadar gittikten sonra durdu araç. Kollarından savrularak indirildikleri yerin, şehir dışında olduğunu anladı Ahmet. Sessizlik hâkimdi etrafa, bir de yakın sayılabilecek yerden duyulan dalga sesleri.

Bahçe gibi bir yerden geçtiler. “Ameliyathaneye” dedi bir ses. Merdivenlerden aşağı doğru indirdiklerine göre bodrum katı gibi bir yer olmalıydı. Henüz basamakları iniyordu ki boşluğa doğru tekmeleyerek yuvarladılar. Kafasını fena halde vurdu zemine. Bir kişi başındaki torbayı çekip çıkardı. Kendilerini karakoldan alan üç sivili tanıdı. İki kişi daha vardı odada. Hasan da, başındaki torba çıkartılmış halde karşısındaydı.

Tanımadıklarından birisi, hiçbir şey demeden kafasına doğru sert bir tekme vurdu Hasan’ın. Savruldu ve burnu kanamaya başladı. Gözyaşları da kanına karışarak aynı hızla akmaya… “Abi, ben ne yaptım size” diye yalvarıyordu arka arkaya geldikçe tekmeler. Ahmet de gardını almaya çalıştı tekme için. Ama arkasında durandan geldi tekme. Başı kamçı gibi önce geriye, sonra öne doğru fırladı ve zemine çarptı. Kan onun da yüzünü sarmıştı. Gözyaşlarını tutarak zayıf görünmemeye çabalıyordu; ama tekmelerin ardı arkası kesilmiyordu.

15-20 dakika kadar kesintisiz dayak yediler. Kendileri de dayak atma seanslarına katılmışlardı; ama bu onun yanına bile yaklaşamazdı. Sonra bir duraklama oldu. Her yerleri kan içerisinde, yüzleri parçalanmış haldeydi. Karakola gelenlerden amir durumunda olanı, “Bu emri kimden aldınız ulan, orospu çocukları!” diye tekme eşliğinde bağırmaya başladı. Bağırdıkça hırslandı, hırslandıkça tekmeledi. Ahmet ve Hasan, Yusuf’tan korkularından ismini söylemeyi düşünmediler önce. Ancak çırılçıplak vücutlarını strece sımsıkı sarıp sopalarla dövmeye başladıklarında çözüldü ikisi birden. Verdiler Yusuf’un adını ve adresini.

Yılların komiseri Kemal, ekiplerden gelen anonsla Ermeni Mezarlığının oraya doğru hareket etti. İki araba vardılar olay yerine. Mezarlığa gelmeden, kenarda duran çöp tenekelerinin içinde bir ceset ihbarı yapılmıştı. Olay Yeri İnceleme’den önce gelmişlerdi. Önce etrafı kolaçan etti. Sonra cesedin olduğu çöp tenekesine yaklaştı. Ayağında pantolon, üstü çıplak bir erkek cesediydi görünen. Burnunu ve ağzını kapatarak yaklaştı iyice. Gördüğü cesedin altında yatan bir kişi daha olduğunu fark etti.

Bu sırada Olay Yeri İnceleme de ulaştı bölgeye. Hemen araçlarından inip cesetleri çıkardılar dışarı. Kemal Komiser, epey hırpalanmış bu yüzleri tanıdı. Çok değil, 5-6 saat önce karakoldan Organize Suçlar’ın aldığı iki gencin cesedi şimdi karşısında duruyordu. Önce soğuk bir ter boşandı, sonra öfkelendi. Göz göre göre böyle bir cinayeti nasıl yapabildiklerine isyan etti. Gelecek kaygısı, işi, evi, çocukları gözünün önüne geldi ve yutkunup sineye çekti yine. Sorgulamadı da.

Ekipler, Ahmet’in pantolonunun arka cebinde cüzdanını buldu. İçinde kimlik ya da benzeri bir şey yoktu. Sadece bir fotoğraf çıktı. Kemal Komiser, fotoğrafı eline aldı ve uzun uzun baktı. Baktı, baktı, baktı. Gözlerinden yaşlar süzülmeye, sonra yağmaya başladı. Kendi cüzdanından çıkardığı ve elindekiyle birebir aynı olan fotoğrafta da 3-4 yaşlarında bir çocuk vardı. Arkasında ise bir not: “Sırrımız ölene kadar benimle yaşayacak. Ayşe.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar