EDEBİYAT 

ISSIZ ADA

Gözlerimi yavaşça açmaya çalışırken dalgaların bacaklarıma ufak vuruşlarını hissediyorum. Rüyada olabilir miyim? Neredeyim diye etrafıma bakındım. Üzerimde tişört, altımda şort var. Bir can simidinin içinde iki büklüm haldeyim. Bir kumsal burası. Büyük görünmüyor. Hemen arka tarafımda ağaçlık bir alan başlıyor. Önümde uçsuz bucaksız deniz… Denizin üzerine saçılmış bazı şeyler var. Küçük dalga dokunuşları kıyıya doğru itiyor. Zihnimdeki parçaları yerine oturtmaya çalışmalıyım.

İki ay önce: Uzun zamandır hayalini kurduğum tatile nihayet çıkıyorum yarın. Üç yıldır izin yapmadan ve doğru düzgün para harcamadan bu seyahate hazırlandım. Oldukça pahalı bir gezi. Tam iki ay sürecek bir gemi, vahşi yaşam ve hayatta kalma seyahati. İstanbul’dan çıkıp Ckalucnajay’da (Iskaluknahay) bitecek muhteşem bir macera turu. Alışılmış konforlu gemi seyahatlerinden olmayacak. Daha çok keşfedilmemiş yerlere uğramak, oralarda özel turlar yapmak, doğayla kora kor bir mücadele içerisinde olmak gezinin ana teması. Gideceğimiz yerlerin detayını, kaptan ve mürettebat dışında sadece rehberlik edecek üç kişi biliyor. Gizemli bir yolculuk bir yanıyla da aslında. Neredeyse dünyanın öbür ucuna gideceğim.

Son durağım, hem ıssız hem de vahşi sayılabilecek bir bölge olacak. Yolculara, inecekleri yerle ilgili dört seçenek sunuluyor. Hangisini tercih ederlerse orada bırakılıyorlar. Ben de küçük bir kıyı köyünü (kabilesini demek daha doğru olabilir) tercih ettim. Benimle birlikte dört yolcu da aynı yerde inmeyi tercih etmiş.

Buradan dönüş ise zor ve maceralı bir yolculukla olacak. Gemimiz yanaşma sıkıntısı nedeniyle açıkta duracak ve bir filikayla bırakacaklar bizi köye. Oradan araçlarla kasabaya geçeceğiz. Kasabadan da otobüsle havaalanının olduğu şehre varıp iki uçak aktarmasıyla tekrar İstanbul’a döneceğim.

——————oo——————

Bu arada çok susamış olduğumu fark ettim. İçmek için bir şeyler bulmam gerekiyor. Can simidini belimden çıkartarak ayağa kalktım. Ağaçlık alana doğru yürürken, “Planlı bir macera ararken şimdi canlısını mı yaşamaya başladım acaba, diye düşünmeden edemedim. Bu ıssız kumsala nasıl düştüğümü anlamak için tekrar yokladım belleğimi? Yavaş yavaş belirmeye başladı yaşadıklarım.

Bir Ay Önce: Heyecanlı ve keyifli başlayan yolculukta Casablanca’yı geçip Afrika’nın ortalarına doğru yol almaya başladık. Rusya tarafından gelen gemi karaya yanaşmamış, Zeytinburnu açıklarında beklerken, küçük bir botla binmiştim. Açıkçası, küçük bir yolcu gemisi olacağını düşünüyordum; ama bir yük gemisiydi bekleyen. Şaşırmıştım. İçinde düzenlemeler yapılmış ve 10 tane, oldukça küçük ve konforsuz kamara bizler için hazırlanmıştı. Toplamda 40 kişi katılıyormuş geziye. Yolcuların bir kısmını da Yunanistan, Sicilya ve Fransa açıklarında alarak Cebelitarık Boğazı’ndan devam etti gemimiz.

İlk macera yerimiz burası oldu. Filikalarla ve kürek çekerek (bu da programın bir parçasıydı) kıyıya ulaştık. Kıyı derken aslında Sahra çölünün okyanus tarafından başladığı noktadan bahsediyorum. Sıcakta kürek çekmenin ne kadar zor olduğunu anlamak için en doğru yer. Çölde iki gece geçirdik ve bir daha kesinlikle ayak basmam buralara. Yokluğun en derin yaşandığı yer çöl olabilir. Her şey yok! İkinci gün yakalandığımız kum fırtınası ve gemiye geri kaçışımızı da unutmak mümkün değil.

——————oo——————

Ağaçlar epey sık olduğu için içeriye doğru yol almak kolay olmuyor. Gördüğüm palmiye ağaçları ve üzerindeki Hindistan cevizleri içimi rahatlattı biraz. İnsanın beyni hemen hayatta kalma düzeyine iniyormuş. Bir taraftan kendime gelmeye ve yaşadıklarımı hatırlamaya çabalarken bir yandan da ıssız ada ve yaşam konularına odaklanmaya çalışıyorum. Aklımdan en az iki yarışma programı ve bir film geçti ıssız ada şartlarıyla ilgili.

Biraz daha içlere doğru girince çok küçük bir su göledi gördüm. Yağmurlardan birikmiş olabilir. Berrak göründüğü için çok da incelemeden içtim. Bu şartlarda daha iyisi olamazdı. Su içmek iyi geldi. Hem vücudum hem de belleğim için…

Olay Günü: Çölden geldikten sonra gemimiz bir saraydı sanki. Kum taneleri insanın en mahrem yerine kadar nasıl bu kadar doluyor anlamak zor. Neyse ki bu kısmı hasarsız atlatabildik. Seyir halindeydik ve güvertede bu anın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Dikkatle bakıldığında muhtemelen haritada görünmeyen küçük adacıklar fark ediliyordu uzaklarda. Yemeğe kadar bir süre de odada dinlendim. Sonrasında yemekhaneye geçmek için hareketlendiğimde, derinlerden gelen bir uğultu duydum. Arkasından, etrafta gördüğüm mürettebatta hareketlenme başladı. Bir tanesinin kolundan tutup ne olduğunu sordum. Motorda bir sorun olduğunu ve geminin sürüklenmeye başladığını söyleyerek makine dairesine doğru koştu hızla.

Ben de merak ve endişeyle, yemekhane yerine kaptan köşküne doğru hareketlendim. İkişer üçer atlayarak çıktım basamakları. Kapıdan içeri girdiğimde önce kaptanın bana tuhaf bakışıyla, sonra da yanındakilere verdiği emirlerle irkildim. Koca gemiyi kontrol edemiyorlardı. Göstergelerin bozulduğunu, sonarın çalışmadığını ve dümenin kilitlendiğini haykırıyor, telefondan makine dairesine durmadan emirler yağdırıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

Anladığım kadarıyla gemi normal rotasından çıkmış, bunu fark etmeleri uzun sürmüştü. Şimdi de nereye doğru sürüklendiklerini bilmiyorlardı. GPS’ler kilitlenmişti. Bunu durdurabilmek için bir şey de yapamıyorlardı. Kaptan köşkündeki bu koşturmacanın ortasında, ileride küçük bir adaya doğru yaklaştığımızı fark ettim. Tam herkesi uyarmak için bağırdığımda büyük bir patlama oldu güverte tarafında. Ne olduğunu anlamadan arka tarafında ikinci patlama ve orta kısımda üçüncü büyük patlama oldu. Kaptanın “Bunlar torpido!” diye bağırdığını duyabildim.

Neredeyse ikiye bölünen gemi hızla su almaya ve batmaya başladı. Kaptan köşkü su seviyesine gelmişti ki duvarda asılı duran can simidini boynuma takıp dışarı attım kendimi. Kaptan ve iki adamıyla son kez göz göze geldiğimizde dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. Güverteye doğru geçip suya kendimi bırakacağım yere yönelirken üsten kopan bir merdiven başıma çok şiddetli bir şekilde çarptı. Suya kendimi güç bela attım bayılmamaya çalışırken.

——————oo——————

Şimdi bütün taşlar yerine oturdu. Bu adaya nasıl çıktığımı ya da aslında şans eseri hayatta kalabildiğimi anladım. Eğer orta kattaki yemekhaneye gitmiş olsaydım kurtulmam mümkün olmazdı. Kimsenin kurtulabildiğine ihtimal vermiyorum. Kaptan köşkünde olmam ve köşkün patlamadan sonra neredeyse su seviyesine kadar yıkılmış olması beni kurtarmıştı. Suya girdikten sonra bayıldım muhtemelen ve sürüklenerek hiç bilmediğim bu adaya çıkabildim. Yaşadığım için içim mutlulukla doldu birden. Korku halimi unuttum bir süreliğine.

Birden aklıma kaptanın son cümleleri geldi: “Torpido bunlar!” diye bağırmıştı. Torpido demek, gemiye bir saldırı demekti. Torpidoyu atmak için de bir denizaltı ya da savaş gemisinin olması gerekiyordu. Kafam karıştı iyice. Bizimki gibi hem yük hem de maceracı gezginleri taşıyan bir gemi neden saldırıya uğrasın? Kim yapar bunu? Buralar ne savaş ne de çatışma bölgesiydi. Bunları düşünerek tekrar kumsal tarafına yöneldim. Su kaynağı çok uzak olmadığı için yanımda getirme ihtiyacı da hissetmedim.

Kumsala vardığımda hemen ağaçların başladığı yerdeki hafif yüksek olan alana uzanacak bir yer yapmaya karar verdim. Etraftan topladığım ağaç dalları ve uzun palmiye yapraklarıyla ve seyrettiklerimden hatırladığım kadarıyla derme çatma bir barınak yaptım. Gecekonduda oturan birisinin bile gecekondu olarak niteleyeceği bir yer oldu açıkçası. Düşünceler denizinde kulaç atarken, üzerime çöken yorgunluğun etkisiyle uykuya dalmışım.

Gözlerimi bir odada açtım. Yaprakların üzerinde uykuya daldığımdan emindim oysa. Yine rüyalarımın bir oyunu olsa gerek. Bazen film gibi görürüm rüyalarımı. Etrafıma göz gezdirdim. Rahat sayılabilecek bir yatakta ve gri duvarlı bir odadayım. Gerçekten çimdikledim kendimi sertçe. Canım çok yandı. Bu can yanması iyi mi kötü mü kestiremiyorum. Rüyada değilsem neredeyim? Torpido geldi yine aklıma. Tepemde beyaz bir aydınlatma lambası yanıyor. Etraf sessiz. Demir bir kapı var ve kapalı. Ama insanı ürküten bir havası yok ortamın.

Yatağımdan doğruldum. Üzerimde hâlâ aynı tişört ve şort var. Ayağa kalktığımda tepemde bir ses duydum. Tavanın köşesinde bir kamera olduğunu fark ettim. Hareketlenince bana doğru yönlendi. Bu esnada da kapı açıldı ve üniformalı birisi kafasını uzatıp bir süre daha beklememi istedi. Beni ziyaret için birilerin geleceğini de ekledi.

Üç yıl boyunca 100 bin lira para biriktirmiştim bu maceralı tatil için. Ama hazırlandığım “düşük yoğunluklu” bir maceraydı açıkçası. Şu anda yaşadıklarımsa –çimdikle ispatlı– kesinlikle bir rüya değil. Bilmediğim ıssız bir adadayım (büyük olasılıkla bir ada), adada bir odadayım ve ziyaretçilerimin gelmesini bekliyorum! Gülmek, ağlamak, korkmak, heyecanlanmak vs. ne kadar duygu varsa açık büfe olarak karşımda duruyor.

Kapı açıldı ve yaklaşık 50-55 yaşlarında, gözlüklü, saçları kırlaşmış ve yorgun görünümlü bir adam girdi odaya. Üzerindeki önlük bir doktor havası veriyor. Yüzündeki ifade düşmanca değil; ama sevgi kelebeği gibi de durmuyor. “İyi misiniz?” diye başladı konuşmaya:

– Ben Dr. Flamer. Ian Flamer. Şaşkın olduğunuzun farkındayım. Ruh halinizi tahmin edebiliyorum; ama endişelenecek bir durum yok. Yaşananları düşününce olabilecek en doğru yerdesiniz.

Yücel Süreya ben. Türkiye’den geliyorum. Yani aslında tatile çıkmıştım gemiyle. Siz gemiye ne olduğunu biliyorsunuz sanıyorum.

Bir taraftan da beni incelediğini görebiliyordum. Türkiye’den geldiğimi duyunca yüzünde beliren ince bir gülümseme gözümden kaçmadı.

Yaşım, eğitim durumum, ailem, işim ve bunun gibi benimle ilgili bir sürü soru sordu. “Kamera kayıtta olduğu için not almıyorum” diye ekledi yukarıdaki kamerayı göstererek. “Şimdi dinlen Yücel. Çok ağır şeyler yaşadın. Nasıl olsa daha uzun uzun konuşacağız. Ayrıca bilmeni isterim ki çok farklı bir hayata adım atacağın o özel günün başlangıcındasın” diye ekleyerek çıktı odadan.

Yine aydınlatamadığım olaylar ve şaşırtıcı sonuçlarıyla baş başa kaldım odada. Yatağa uzanıp analizlere dalamadan kapı açıldı. İçeriye giren kadın görevli yemek getirmişti tekerlekli bir masada. Oldukça iyi görünüyordu üzerindekiler. Son yemeğimi, geminin batırıldığı günün sabahında yediğimi hatırladım.

Sonraki her gün Dr. Flamer ile görüşmelerimiz devam etti. Aslında görüşmelerimizin merkezinde benimle ilgili detaylar oluyor. Beni kitap gibi ezberliyor. Tüm sosyal medya hesaplarıma sahipler. Bana oradan sorular soruyor, dünyadaki gelişmeleri, siyasi ya da ekonomik fikirlerimi anlamaya çalışıyor. Sanki bir tür sınava hazırlık dönemindeyim.

Böyle düşünmemin yanlış olmadığını anladım sonunda. Bir gün, her şeyi tüm detaylarıyla anlattı. Bulunduğumuz yeri, geminin batırılışını, hâlâ burada ve hayatta olmamın nedeninin Türkiye’den gelmiş olmam olduğunu. Aynı zamanda aldığım eğitim ve yaptığım iş de adada öldürülmemi engellemişti.

Burada bulunma sebebim, daha doğrusu böyle bir yerin olma sebebi akıllara durgunluk verecek bir projeydi. Bu projeyi kimin yürüttüğünü hiç anlatmadı. Birisi bana sorsaydı, ancak dünya dışı varlıkların yapabileceğini söylerdim. Oysa şimdi, ben ve benim gibi etten kemikten oluşan insanlar tarafından yürütülen, akıl dışı ama bir o kadar da ilginç bir projenin unsuru haline geliyorum.

Herhangi bir seçme şansımın olmadığı ve hayatta kalmam buna bağlı olduğu için projenin katılımcısı oldum. Aslında uygulayıcısı demek daha doğru olur. Beni çok da heyecanlandırdı aslında. Gerçekleştirilecek olan şeyler olağanüstüydü. Proje yaklaşık on yıldır yürütülüyordu ve başarılı örnekler yaratılmıştı. Verilen örneklere çok şaşırdığımı söylemeliyim.

Burası, yani bu ada aslında çok özel bir laboratuvardı. Dışarıdan ıssız bir ada gibi görünmesine karşın, alt tarafı bambaşka bir dünyaydı. Dünyanın kaderini çizmeye çalışan çok özel ve az sayıda insanın oluşturduğu bir konsey tarafından kurulmuştu. Burada çalışanlar dışında, bilen sayısı neredeyse bir elin parmakları kadardı. Çalışanlar ise yaşamlarını burada geçiriyorlardı. Şimdiyi ve geleceği de… İkna edilmiş insanlar adası denilebilirdi buraya.

Bu laboratuvarda, dünya tarihine yön vermiş ve dünyanın her yerinden seçilmiş insanların DNA’sı mevcuttu. Mezarı bilinen, bulunan ya da DNA almak için uygun olan ne kadar etkili insan varsa burada depolanıyordu DNA’ları. Müzisyen, ressam, filozof, politikacı, sporcu, din insanı, diktatör, devrimci… Yüzlerce olduğunu tahmin ediyorum.

Asıl önemli olan ise, projenin ana fikri. Dünyaya yön veren, dünyayı etkileyen, değiştiren ve bu güce sahip olan insanların DNA’larını kullanarak onları tekrar hayata döndürmek ve hem bu güce nasıl sahip olduklarını anlayabilmek hem de bunu insanlığa fayda sağlayacak şekilde kullanabilmek.

Çok önemli ve dünyanın geleceğini değiştirecek bir buluş yapmışlar: İnsanlar öldükten sonra, daha doğrusu ölmeden hemen önce, beyin kendisindeki tüm bilgileri genlerde bir bölüme kaydediyormuş. Bendeki bilgi trafiğinin karıştığı yer burasıydı. Akıllı ve dünyayı bütün yönleriyle anlama konusunda belirli bir yetkinliğe sahip olsam da, projeyi kafamda oturtamıyordum. Ayrıca DNA’nın bunu yapabilme becerileri varsa bana neden ihtiyaç duyuluyordu?

Dr. Flamer, zeki bir insan olarak bu sorunun cevabını vermekte gecikmedi. Vermemesini tercih ederdim oysa. Ancak bunu uygulamaya alabilmek için başka ve canlı bir insan bedenine ihtiyaç vardı. Bu işleme DNA aşılaması diyorlardı. Bu yöntemi bulan da, akrabaları zamanında Türkiye’den ABD’ye göç etmiş Dr. Ian Flamer’di (bu göçle ilgili kötü anılar anlatsa da bana sempatisi ülkemdendi muhtemelen).

DNA aşılamasında; üzerinde uygulama yapılacak kişinin özellikleriyle uyumlu olan DNA örneği seçiliyor. Oldukça gelişmiş olan laboratuvar ortamında, sanki iki meyvenin birbirine aşılanıp dönüştürülmesi gibi, örnek DNA, canlı DNA’ya mikroçiplerle işleniyor ve yeni bir DNA dizilimi ortaya çıkıyor. Böylece canlı denek, yani ben mevcut birikimlerimin yanında yeni eklenen DNA’dan gelen bilgileri de kazanıyorum. Böylece hem düşünsel hem eylemsel ya da karakter olarak dönüşüyorum. Örneklere bakıldığında birkaç düzey yukarı çıkıyorum da denebilir.

Projenin amacı, dünyanın geleceğini şekillendirirken her alanda en doğru seçenekleri bulmak olarak görünüyor. En iyi müzik, en güzel resim, en iyi yönetim modeli, en iyi koşucu… Ama böyle garip bir projeyi hayata geçirebilmek çok büyük maddi güç, belki ondan daha büyük askeri güç gerektiriyor. O nedenle perde arkasında başka şeyler olması çok muhtemel. Hatta işin içinde bir mikroçip varsa, bundan sonrasında atılan her adımın izlendiğini ve kontrol edildiğini de tahmin etmek zor değil.

Dr. Flamer, benim de DNA aşılaması için artık hazır olduğumu ve uyumlu listesini paylaşacağını söyledi. Birazdan elinde dört isimle yanıma geldi. Neden bunlarla uyumlu olduğumu, özelliklerimi ve o kişilerin özelliklerini anlattı. Bu sürecin nasıl işleyeceğini, seçim yapılıp DNA aşılaması tamamlandıktan sonra hayatımın nasıl devam edeceğini uzun uzun detaylandırdı.

Artık bir dünya vatandaşı olduğumu, dünyada istediğim her yere gidebilecek belgeye ve olanaklara sahip olacağımı söyledi. Seçeceğim kişinin yaptığı ya da yapmak isteyip gerçekleştiremediği şeyleri rahatlıkla deneyebilecektim. Gerektiğinde, bana kendilerinin ulaşacağını belirterek tercihimi belirleyip belirlemediğimi sordu.

Bundan sonra hem benim hem de dünya için çok farklı bir dönem olacaktı. Ya da olması için bir proje başlatılıyordu. DNA aşılama işlemim bittikten sonra iki ay kadar kontrol altında kaldım. Bu esnada yeni yüklenmiş bilgilerimi özümsemek için çok çalıştım ve çok okudum. Vücudumda ya da zihnimde oluşan ya da oluşması muhtemel yapısal farklılıkları anlamaya çabaladım.

Nihayet yola çıkma zamanı geldi. Nihai hedefim, gemi kazasında öldüğümü düşündükleri ülkeme dönmek ve yeni halimle büyük dönüşümü burada gerçekleştirmeye çalışmak olacak. Ancak bunu yapmadan önce Paris’e uçmam gerekiyor. Daha önce, sürgün nedeniyle bulunamadığım 1871 Komünü’ndeki doğru ve güzel olanla yanlış olan ve budanacak şeyleri, bu kez o havayı soluyarak değerlendireceğim…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar