ÖYKÜ 

DOKUZ BUDAK

Ülkenin her yanı bir gecede istila edilmişti. Kimse ne olduğu anlayamadan sokakları doldurmuştu tuhaf kalabalıklar. Toprak rengi örtülerin vücutlarının tamamını kapladığı insanlar, her yerden çıkıvermişti. İşte böyle bir sabaha uyanmıştım.

Saatin alarmı 08.00’de çaldığında sıradan bir işe gitmek için acı çekme anıydı benim için. Alarmı yarı açık gözlerimle kapatıp yatakta hayatın anlamını düşündüm otuz saniye kadar. Artık bu anlamın karşılığının para olduğuna ikna olmaya başladığım için isteksizce kalktım yataktan. Bir de patronla uğraşmayalım sabah sabah diye homurdanarak geçtim banyoya.

Güne ön hazırlık sürecimi tamamlayıp giyinmek için odama döndüğümde sokaktan uğultu benzeri bir ses çalındı kulağıma. Ana cadde üzerinde, eskiden kalma üç katlı bir binada oturuyorum. Daha çok korna ve araba seslerine aşina olduğum için bu sesi hemen ayırt ettim. Aynı yoğunlukta gelmeye devam etti giyindiğim süre boyunca da.

Yatak odamın perdesini aralayıp dışarıya baktığımda gördüğüm manzara gerçek ötesi gibiydi. Gerçekten kendimi çimdikledim rüyada mıyım diye. Şöyle hayal edin: Tek yön ama nispeten geniş bir caddede oturuyorum. Sürekli araba trafiği vardır ve kafe ağırlıklı yerler olduğu için dükkânlardaki hareket hiç bitmez. Üstelik erken saatlerde de başlar bu gürültüler. Oysa şimdi, kahverengi çuval gibi bir örtüye tamamen sarınmış yüzlerce insan ağır ağır yürüyordu caddenin ortasında. Yüzlerinin ya da vücutlarının herhangi bir yeri görünmüyordu. Nasıl olduklarını anlamak mümkün değildi.

Bu manzarayı daha iyi izleyebilmek ve anlayabilmek için, telefonumu kapıp evin teras katına çıktım. Buradan bakınca kalabalığın başı sonu görünmüyordu. Video çekmek için hemen telefonumu aldım. Ancak fotoğraf ve video uygulamaları çalışmıyordu. Hatlar da çekmiyor görünüyordu. Şöyle bir tabloyu ne kimseye haber verebiliyor ne de kayıt altına alabiliyordum. Telefonu sağa sola uzatıp uğraşırken birden elimden kaydı ve kaldırıma düştü.

Yere çarptığında çıkardığı sesle birlikte kalabalıktan bir kafa bana doğru çevrildi. Diğerleri yukarıya bakmadan yürümeye devam ediyordu. Bu bakışmadan ürkerek hemen eve gitmek için hareketlendim. Ancak daha ben kapıya varamadan, aşağıdaki kişi terasın kapısına gelmişti bile. Bu sürede üç katı çıkabilmek sıradan bir insanın yapabileceği iş değildi kesinlikle. Olağandışı bir durumun içinde olduğumu iliklerime kadar hissettim.

Yüz kısmı örtünün içerisinde, karanlık ve belirsizdi. Bir organ ya da bize benzeyen herhangi bir şey görmek mümkün değildi. Kahverengi örtü, aslında kirli bir bez parçasına benziyordu. Mekanik bir hareketle otur komutu verdi yeri işaret ederek. Korku ve şaşkınlık içerisinde dediğini yaptım. Yanıma yaklaştı ağır adımlarla ve kendisi de tam karşıma oturdu.

Tam anlamıyla hipnotize olmuş durumdaydım. Bu esnada kollarını bana doğru yaklaştırdı ve iki eliyle kulaklarımı kapattı. Kulaklarımdan kafamın içine doğru bir hareket olduğunu hissettim. Sanki parmakları beynimin içinde dolaşıyordu. Birden büyük bir acıyla irkildim. Bir iğne kafamın içerisinde bir noktaya saplanmış gibiydi. Sonrası daha da garipleşti. Görsel bir veri aktarımı başlamıştı beynimin derinliklerinde diyebilirim. Gözlerime, içimden ya da zihnimden bakabiliyordum. Ama gördüklerim, dış dünyadan yansıyan değil, geçmişte yaşadıklarımdı.

Bir film izler gibi, geriye doğru, yaşadığım her şeyi tekrar görüyordum. Gözlerim, bir sinema perdesi gibi yansıtıyordu yaşadıklarımı. Arada görüntü duruyordu. Bu anlarda ona baktığımda bir hesap yaptığı izlenimi veriyordu. Sonra tekrar akmaya devam ediyordu. Böyle ne kadar sürdü hatırlamıyorum ama uyuşmuş bir haldeydim çocukluğuma ulaştığımda.

Bir sürü gençlik ve çocukluk hatırası, güzel insanlar, kötü olaylar, müjdeler, ölümler, sevinçler… Akıp gitti tekrar gözümün önünden. Aslında bir insanın bunu yaşayabilmesi büyük şanstı. Sanki, geçmişte çekilmiş bütün anı videoları bir kolaj yapılmış bana izlettiriliyordu. Tadına varmam mümkün olmadı tabii. Korku ve endişe bedenimi sarmıştı iyice. Sonra görüntüler bitti. Ellerini kulaklarımdan uzantısıyla birlikte çekti ve tekrar karşıma oturdu.

Üzerindeki kahverengi örtüyü çıkarmaya başladı. Nasıl birisi olduğunu görmek için sabırsızlanıyordum. Ne yazık ki çok daha büyük bir şok dalgası beni bekliyormuş. Karşımda duran bir iskeletti. Hiçbir deri, et ya da kas olmayan, bildiğimiz insan iskeletiydi. Farkı, içinin tamamen kablo benzeri bir şeylerle dolu olmasıydı. Kablo ya da ince ağaç dalları da olabilirdi. Korku ve şaşkınlıktan seçemiyordum ne olduğunu. Bugünkü, ikinci kendimi çimdiklemem de sonucu değiştirmedi. Algımın çok ötesinde bir durumla karşı karşıyaydım.

Anlatmaya başladı. Daha doğrusu aktarmaya başladı demeliyim. Yine elleri kulağımı kapatıp kablo ya da her neyse kafamın içinden beynimin bir yerlerine saplandı. Az önce yaşadığım aynı acıyla birlikte, zihnime bilgi yüklemesi başladı. Bir bilgisayar işlemcisi gibi algılıyordum aktarılan bilgileri. Birler ve sıfırlar birer metne dönüşmüş, cirit atıyordu kafamın içerisinde:

150 yıllık bir zaman diliminde geliştik. Bütün organlarımız çürüdü mezarlarımızda ama beynimizin serebral korteksteki nöronlarının bir kısmı, derinlere inmiş ağaç köklerine tutunmayı başardılar. Zaman içerisinde ağacın bir parçası gibi uyum sağlayıp onların gelişimini şekillendirmeye başladılar. Mezarlıklarda gördüğünüz ağaçların neredeyse birçoğu bu şekildedir. Yaprak olarak gördüklerin aslında sinir uçlarıdır. Mezarlıktaki ağaçlar bu nedenle yapraklarını pek dökmezler. Düşen her yaprak ölen bir beyin hücresidir çünkü.

Kökler, iskelet yapımızın içini sararak bizi bir sinir ağı insanına çevirdi. Aynı zamanda, toprağın altında yarattıkları ağ sayesinde tüm ağaçlar bu büyük iletişimin bir parçası oldular. Bundan dolayı, dünya üzerindeki mezarların çok büyük bir kısmı birbiriyle iletişim halindedir.

Giderek her şeyi anlamak, algılamak ve çözümlemek konusunda uzmanlaşmaya başladık. İnsanların ölüm sebepleri, iyinin ve kötünün ayırt edilmesi, mezar başlarında söylenenler/dilenenler hep listelendi. Amaç, insan ölümlerinin olabildiğince doğal yollardan gerçekleşmesiydi. Bunun dışında gerçekleşen ölümleri, özellikle de başkalarının canını yakarak gerçekleştirilen ölümleri engellemek, aynı zamanda kötülüğü de engellemek olacaktı. Çünkü beynimizin temelinde artık içdürtüsel bir hayatta kalma çabası değil birlikte yaşayabilme isteği daha ağır basıyordu.

Gelişim hızımıza göre, 2024 yılında toprağın altından çıkabilmeyi hedeflemiştik. İskeletimizi dolduran sinir dallarımızın gücü, bizleri hareket ettirebilecek seviyeye ancak ulaşabiliyordu. İşte şimdi, her mezarlıktan çıkarak gerekli müdahalelerde bulunmak üzere şehirleri sarıyoruz. Zorunlu olanlar dışında tüm iletişim hatlarını kestik. Listelerimiz ve bulundukları yerler zihinlerimizde. Bir de senin gibi henüz listeye girmemiş olanların kontrolünü yapıyoruz. Kötü izler çıkmamasını diledim senin için. Sevindim de çıkan sonuca. Bundan sonrasında birlikte çalışmayı sabırsızlıkla bekliyorum…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar