EDEBİYAT 

CORONIC BİR OLAY

Posta kutumda bir zarf duruyor olması şaşırttı beni. Daha doğrusu, bir kurumdan değil de üzerindeki el yazısından anladığım kadarıyla, bir kişiden gelmesine şaşırdım. Özel bir mektup almayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki…

Çarşamba günü iş dönüşü aldım mektubu. Pandemi nedeniyle eve erken geldiğim günlerden biriydi. Kahverengi ve biraz da kabarık bir zarf posta kutumun dışına sarkmış halde duruyordu. Merakla alıp birinci kattaki daireme çıktım. Üstümü hızlıca değiştirip poşet çay eşliğinde incelemeye başladım zarfı.

Milano damgasını gördüm üzerinde. Yurtdışından gönderilmişti demek. Zihnim, saliseler içerisinde, bana oralardan mektup yazacak kimse var mı diye yokladı ve bulamadı. Gönderildiği tarihe baktım. Sonra bir daha baktım. Zarf tam tamına 13 ay önce gönderilmişti. Yürüyerek çıksan da varabileceğin bir süre. İlginç bir başlangıç olmuştu mektuba.

Zarfın üzerinde gönderenin ismi yazmıyordu. İçini açıp, peçete kâğıtlarına yazılmış olduğunu görünce daha da şaşırdım. Kalın zarfın sebebi buymuş demek ki. Okumaya başlamadan önce, dikkatlice baktım sayfalara. Aceleyle yazıldığı anlaşılıyordu.

Üç tane peçete kâğıdı, mavi tükenmez kalemle önlü arkalı doldurulmuştu. Kimin yazdığını merak ettiğim için hemen sonuna baktım. Bir isim yazılmamış, sadece imza atılmıştı. Karalama yapılmış gibi duruyordu daha çok. Gazetecilik merakımla, masadaki merceği alıp her yönden ve çok detaylı incelediğim imzanın içinde, tevşih gibi bir kelime fark ettim.

İlk defa duyduğum bir isimdi. Hatta kelimeydi. Telefonumdaki uygulamadan baktım ne anlama geldiğine hemen. Karşısında yazan akrostiş kelimesini okur okumaz, hem heyecanlandım hem de aklımdan onlarca hikâye geçti. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü’nde işkence altında yazdığı mektuplar aklıma ilk gelendi. Hatta bu kelimenin anlamını ve kullanım alanını, onun kitabıyla öğrenmiştim henüz lise çağındayken.

Okuyacağım şeyin, bir mektuptan ötesi olduğu belli olmuştu. Bana gönderilme sebebi de muhtemelen gazeteci olmamdı. Bir diğer ilginç durum, doğrudan adresime gönderilmiş olmasıydı. Demek, ev adresimi bilecek kadar tanıyordu beni. İtalya, akrostiş, mektup… Okumaya bir an önce başlayıp şu gizemi ortadan kaldırmak için çalışma masama iyice yerleştim.

Çok zor şartlar altında geçirdiğim üç ayın sonunda ve oldukça yorucu geçen yolculukların ardından bu mektubu gönderiyorum. Kafamda hep tasarladığım ancak gerçekleştirme fırsatı bulamadığım bir mektup bu. Son yolculuğum olmasını dilediğim bu seyahatle birlikte, artık her şeyin bitmesini istiyorum. Sadece yarım saat zamanım olduğu için de, bir markette, gizlice açtığım peçete kâğıtlarına yazabiliyorum.

Adımın ne olduğunun bir önemi yok. Basit bir imza benim hayatım! Çok meraklı olmamın ve bu merakımın peşinden, gözümü kırpmadan gidişimin bedelini ödüyorum. Aynı sitede oturmuştuk sizinle İstanbul’da. Gazeteci olduğunuzu bir genel kurul toplantısında öğrenmiştim. Yüzümü görseydiniz belki hatırladınız ama şu andaki halini değil. Bu nedenle, aklıma ilk gelen siz oldunuz mektup için.

İnsanlığa faydalı şeyler düşünmek, hatta çoğu zaman gereksiz konulara odaklanmak gibi bir huyum vardı. Zaman zaman internetin tehlikeli sularında araştırmalar yapar, belgeler arardım. Bir akşam, kurtların kış aylarını nasıl geçirdiklerini anlatan bir belgesel seyrederken başladı her şey. İnsanların doğada ve çıplak bir şekilde kış aylarını nasıl geçirebileceği üzerine düşünmeye başladım.

Bu düşüncem beni, deri altına enjekte edilecek piko metre ya da daha da küçük ölçekte bir termo jel üretilip uygulanabilir mi sorusuna getirdi. Eğer bilim insanları bunu başarabilirse, üşümek, donmak ya da barınmak için kapalı yer arayışı bile bitebilirdi. Giyim firmaları çok memnun olmayacaktı ama dünyanın daha az kaynak kullanmasını ve doğaya daha az zarar vermesini sağlayacak, hatta petrolün kullanımını bile azaltacak bir buluş. Kafamdaki bu soruyla birlikte, bilgisayarımın başına geçtim. Düzenli kullandığım değil de sadece ‘derin ağ’ araştırmaları için ayarlı olanın…

Amacım, bu tür deneylerin yapılıp yapılmadığını standart arama motorlarının ulaşamadığı kaynaklardan araştırmaktı. Özel tarayıcı üzerinden aramaya başladım. Buralar çok riskli ve tehlikeli bir alan olduğu için olabildiğince dikkatli olmak gerekiyordu. Dünya üzerinde aklınıza gelebilecek her şeyin satıcısı ve aynı şekilde alıcısının da olduğu, yasak kavramının olmadığı bir ortam. Kendi parasının olduğu, yasağın ticaretini yapanlar kadar, bunu izleyen ajanların da cirit attığı sanal çarşı. Bir de, benim gibi cesaretini toplayıp yüksek güvenlikli bilgi-belge arayan meraklı zihinler kaçamak yapıyor.

Seviye 3’e inmeyi başardığımda, bazı tıbbi deneylerle ilgili ipuçlarına rastladım. İnsanın yedek parça olarak kullanılması üzerine yapılan gizli çalışmalarla ilgili bilgi kırıntıları. Bazen bunları, kullanıcıları yemlemek için de kullanıyorlar. Eğer tuzağa düşersen, bir anda sana ait bütün bilgileri, belgeleri, hesapları vs. her şeyi ele geçirip kaydını dünya üzerinden silebilirler. Burası, en tehlikeli korsanların denizi. Kaptan onlar olduğu için, nereye isterlerse oraya gidersin.

İlgilendiğim kelimeleri yazarak başladım taramaya. Birkaç dosya çıktı karşıma. Genelde kaynağı belli olmayan bilgiler bunlar. Bir tanesini açtım. İnsanların nasıl daha dayanıklı hale getirileceği üzerine bir şeyler vardı ilk sayfada. Jason Bourne’a bile atıf yapılmıştı. ‘Her koşula dayanacak güçlü insanlar’ diye de kalın ve daha büyük harflerle yazılmış bir ifade, kâğıdın en altındaydı.

Aynı konu olmasa da, benzer şeyler düşündüğüm için, birkaç detay kelime daha yazdım. Derken karşımda bir pencere açıldı ve canlı sohbete geçelim mesajı geldi. Korktum ama heyecanlandım da. Bu mecrada ilk defa etkileşim içinde olmak üzereydim. Korkmamamı, kendisinin de bir araştırma için seviye 3’e indiğini, aradığı şey neyse belki bulmama yardımcı olabileceğini yazdı. Ben de çekinerek ama aynı zamanda akışa da kapılarak konudan kısaca bahsettim.

Planladığımdan uzun ama doyurucu bir konuşmadan sonra, ertesi gün yine aynı saatler için sözleştik. Dört gün üst üste süren uzun görüşmeler sonucunda, aslında aynı bu konu üzerine çalışan bir ekiple karşılaştığımı anladım. Benim de bu konuyu düşünmüş olmama hayret ediyorlardı. Bu süre içerisinde, tüm derinliğinden bahsetmeseler de çalışmaları çok heyecanlandırdı beni. Orada olabilmeyi çok istedim.

Yedinci günkü buluşmamızda, ayağımı yerden kesecek teklifi yaptılar ve beni ekibe davet ettiler. Çok gizli yürütülen bir proje olduğu için de bütün seyahat organizasyonunu onlar üstlendi. Vizeye gerek olmadığını, sadece pasaportun yeterli olacağını söyleyip uçak biletimi de gönderdiler. Kenya, daha önce gitmediğim, hatta gitmeyi aklıma bile getirmediğim bir yerdi. Çalışmaların orada yürütülüyor olması ilginç geldi açıkçası. Bir taraftan da endişelendim; çünkü Kenya’nın CIA için önemli bir istasyon olduğunu öğrenmiştim, geçmişteki büyük saldırıdan sonra.

İşyerimden üç ay ücretsiz izin aldım. Anne ve babamla, çok da soru sormasınlar diye iş için yurtdışına gideceğimi söyleyerek vedalaştım. Yolculuk sabahı, saat 05.00 civarında, beni havaalanına götürmek için ayarladıkları araç geldi. Tam da bu gizliliğe uygun, havalı siyah bir VIP minibüs. İki valiz ve bir sırt çantasıyla, heyecan ve biraz da korku dolu yolculuğa başlamak için hazırdım. Genç sürücü, hemen aldı valizleri elimden. Koltuğuma kurulup sabahın bu saatinde ikram ettiği sıcak kahvemi yudumlayarak başladım yolculuğa.

Gözlerimi açtığımda, kendimi hiç de konforlu bir ortamda bulmadım. Hatta minibüste olmam gerektiğini düşünürken içinde muhtelif kargo sandıklarının bulunduğu bir yerdeydim. Etrafa bakınca bunun bir uçak olduğunu anladım. Bir kargo uçağındaydım. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyordum ama bir şeylerin çok ters gittiği belliydi. Ön tarafa doğru hareketlenmek istedim ne olduğunu anlamak için ama iki ayağımdan da zincirlenmiş olduğumu fark ettim. Korku, şaşkınlık ve öfke ile bağırmaya başladım. Sesime gelen kimse olmadı. Bir daha, bir daha denedim ama yine değişen bir şey yoktu. Gözlerim yaşla dolu ve ‘derin ağ’ın beni de içine çektiği karanlığa hayıflanarak tekrar uzandım yerime. Ağlaya ağlaya dalmışım uykuya.

Bir sandığın içerisinde indirildim uçaktan. Ağzım bantlanmış, başıma da siyah bir torba geçirmişlerdi. Çok uzun sürmeyen bir araba yolculuğuyla, yeni bir yere geldik. Görmesem de bütün bunları algılayabiliyordum. Bir asansörün içerisinde aşağıya doğru hareketlendik. Uzun sürdüğünü tahmin ediyorum. İki kişi koluma girerek bir yatağa yatırdılar zorla. Başımdaki torbayı çıkardıklarında, laboratuvar benzeri bir yerde olduğumu anladım. Yeni yeni netleşmeye başlayan gözlerimle ikinci gördüğümse, beyaz önlüklü ve çekik gözlü 3-4 kişiydi. Kenyalıya benzemedikleri de kesindi.

İlk şokumu atlattıktan sonra, bağırmaya ve tekrar ağlamaya başladım. Boğazımı yırtarcasına bağırıyor, hıçkırıyordum. Küfürler ve yalvarmalar aynı anda çıkıyordu ağzımdan. Karşımdaki kayıtsız bakışlar, koluma saplanan bir iğneyle kaybolmaya başladı. Tokatlayarak uyandırdıklarında, vücudum titriyordu. Kırık bir İngilizceyle, ‘Hayalin gerçek oldu’ dedi önlüklülerden bir tanesi. ‘Sen de termo jel kobaylarından birisin artık. Eğer aşağıdaki mahzende beş gün dayanabilirsen, projenin bir parçası oldun demektir. Belki hedeflediğin işbirliği bu değildi ama insanlığa katkını sunmuş oldun’ diye de ekledi gülerek.

Buradan bir çıkış olmadığını anlamaya başlamıştım, asansörle tekrar aşağı katlara doğru inerken. Çok soğuk ve pis kokulu, karanlık bir yerdi. Neredeyse zifiri karanlıkta, hücre benzeri odalar olduğunu fark ettim. Beni de bir tanesine koydular itekleyerek. Çırılçıplaktım. İlk girdiğimde üşüyordum ama giderek üşümem azalmaya başladı. Az da olsa bir aydınlık yaratan duvardaki dijital termometre, -24 dereceyi gösteriyordu. Tepede duran gece görüş kamerası da izleme yapıyordu muhtemelen.

Benim gibi başka kobayların da olduğunu söylemişlerdi laf arasında. Yavaştan gelen inleme benzeri sesler de bunu doğruluyordu. Ancak hayret verici olan, eğer termometre doğruysa, bu dondurucu soğukta benim hiç üşümememdi. Çok önemli bir buluşun hem öncüsü hem de kurbanı olacaktım muhtemelen. Bunları düşünürken uykuya dalmışım. Ne kadar zaman geçtiğini kestirmenin çok zor olduğu bir yerdeydim. Bir süre sonra tepemde, kuş benzeri bir şeyler uçmaya başladı. Korkuyla sıçradım olduğum yerde. Duvara çarpan, bana doğru da uçuşlar yaptığını hissettiğim bu canlıların yarasa olduğunu anladım.

Omzumdan gelen acıyla irkildim. Bir yarasa hızla uçtu. Aynı acıyı kolumda da yaşadım. Elimi acıyan yere doğru götürdüğümde, bir ıslaklık geldi parmaklarıma. Kan olduğunu anlamıştım. Hemen arkasından, iki görevli hücreye girip beni yukarı çıkardı. Hızlıca kan alıp beklemeye başladılar. Bu sefer, yanımda olanların üzerinde önlük değil, maskeler ve koruyucu kıyafetler vardı.

Gözlerindeki onaydan, gelen sonuçların bekledikleri gibi olduğu anlaşılıyordu. Bana da hızla koruyucu kıyafetler giydirip götürülmem için birilerini çağırdılar. Şimdi tekrar uçaktaydım. Benzer sandıklar yine etraftaydı. Bu kez ellerim bağlı ve koruyucu kıyafetlerle seyahat ediyordum. Yanıma gelen bir görevli –ki o da maske takıyordu– içinde bulunduğum durumu hızla özetledi ve biyolojik bir saldırıda, namluya sürülmüş kurşun olduğumu anladım.

Termo jel projesini, tam hedeften vurmuştum. Ama bunlar başka bir amaç için tasarlamıştı. Görevi: Saldırı virüsünün canlı hücrelerde taşınabilmesini sağlamak ve aynı zamanda virüsün, taşıyana zarar vermesini engellemekti. Böylece, hiç iz bırakmadan her yere yayılacaktı. Aynı anda çok sayıda biyolojik silah konumundaki insan, muhtelif ülkelere götürülüyordu. Her gidilen yerde, kalabalık ortamlarda temas sağladıktan sonra başka ülkelere geçiliyordu.

Her kobay için dört ülke belirlenmişti. Ben Amerika, Fransa, Rusya ve İtalya’ya gidecektim. Her gidişin ardından tekrar geri dönüş, tekrar jel takviyesi ve virüs aktarımı oldu. Dayanmak çok zor oluyordu. Dolaştığımız yerlerde nasıl bir etki yarattığını bilemiyorduk ama bulunduğumuz laboratuvar ortamında ve uçak yolculuklarında yapılan bazı konuşmalardan, dünyadaki durumun çok kötü olduğunu anlayabiliyorduk.

İnsanlığa büyük faydalar peşinde koşarken, şimdi çok büyük zarar veren birisi durumuna gelmiştim. Son noktam olan İtalya’da, Milano’ya geldiğimde vücudumun direnci artık iyice düşmüştü. Görevim, çok kalabalık bir caddedeki büyük bir markete girmek ve yarım saat süreyle raflardaki ürünlerin neredeyse tamamına dokunmaktı. Cebime koydukları on avro ile de, çıkarken ufak bir alışveriş yapacaktım gizlilik amacıyla. Dördüncü noktamın, aynı zamanda hayatımın da son noktası olduğundan emindim. Bu yaşananları herkesin bilmesi ve kaynağının ortadan kaldırılması şarttı. Seyahatlerde tasarladığım bu mektubu yazma işini, girdiğim markette gerçekleştirmeye karar verdim.

Mektubu alacak kişi, yaşananları herkese anlatacak birisi olmalıydı ve aklıma, tanıdığım tek gazeteci olarak siz geldiniz. Şimdi bu peçete kâğıtlarına yazdıklarımı, market görevlisine on avroyu da vererek postaya atması için yalvaracağım. Dışarıda bekleyen ekip fark etmeden yapabilirsem ve mektup da adresine ulaşırsa, belki o zaman insanlığa düşündüğümden daha büyük fayda sağlayabilirim.

Soluksuz okudum mektubu. Bittiğinde de hâlâ nefes almakta zorluk çekiyordum. Çok geç gelmiş bir mektuptu. Ağır dramlar yaşanmıştı her yerde ve yaşanmaya devam ediyordu. Yeni dalgalar gelmeden hemen işe koyulmalıydım. Sabaha karşı bitirebildim çözümünü akrostişin ve bir an önce gazeteye varmak için hızla çıktım evden…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar