YAŞAM 

SANDIK LEKESİ VE AY SALINCAĞI

Muhakkak ki bütün insanların bir ruhu vardı; ama birçoğu bunun farkında değildi.” – Sabahattin ALİ

Bir geçmiş zaman kadını olan annemin yaşamının her anını şekillendiren ablasının bilge kişiliğinden öğrendiği, ince hayat bakışı olmuştur. Çok katı bir hafız olan babasının yumuşacık, büyük kızına yön verdiği dini öğretinin ablasında imbikten süzülüp İslam aydınlanma araştırmalarıyla derinleşmiş bir hümanizma aktarmasının şekillenmiş halidir annem. Benim kafamın içindeki fotoğrafı ise, annesinden yadigâr yuvarlak camlı tel gözlüğün kıvrık uçlarını kulağına dolayıp dantel ördüğü görüntüsüdür.

Ne zaman bir sarıçiçek görsem annemi hatırlarım. Anadolu’yu elindeki asa ile dolaşan Yunus; incecik boyunlu ve incecik gövdeli ufacık bir toprak parçasında bile açıveren yalnız bir sarıçiçek görür. Şu dizelerle onunla konuşmayı başlatmak ister: “Sordum sarıçiçeğe/ annen baban var mıdır?” Çiçek cevap verir: “Benim annem topraktır.” İşte, bu dizeleri okur sonra da, kurdun kuşun çakılın suyun toprağın hepsinin bir dili vardır. Amma! “Gönül dilini ve bu dili bilenleri bilmek gerek” diye anlatırdı annem. Sadece Yunus derdi; çünkü o gönüllere girendi.

Eğer çarşafları değiştirmek için çekmeceyi açıp da bir köşesi sandık lekesi olan etrafı dantelli beyaz patiska çarşafı görmeseydim, böyle bir yazı hazırlamak da aklıma gelmeyecekti.

Ay salıncağında oturan bir kız var, elinde bir sarıçiçek. Bu annem olmalı diye düşünüyorum! Benim annem olmadan önce o da çocuk olmuştu, sonra anne, sonra yaşlı hasta bir kadın, benden onun annesi olmamı istediğini söylüyor yüreğim. Zaman bir ileri bir geri sarmıştı bizim hayatımızda. Çocukları olmaktan hiçbir gün rahatsız olmadığım bir bağ hep sürdü. Gün geldi, ben onu ve babamı korumak kollamak ve çocuklarımmış gibi bakmamı gerektirdi, ben de gönüllü oldum.

Ay salıncağında şimdi bir delikanlı var, görüyorum ve tanıyorum; bu babam! Bana gençken “Kızıl kıvırcık saçlı birisiydim, kendimi hiç beğenmezdim” dediğini anımsıyorum. Benim kafamın içindeki fotoğrafı ise ağır bir felç geçirip yatağa bağımlı yıllarını birlikte geçirdiğimiz baba hali idi. Ay salıncağından kaybolup canlandılar sonra. Lisede okuyorum ve eve gelinceye kadar karanlık çökmüş oluyor. Hava çok soğuk, ben sıcak kuzinenin üzerinde kaynayan çaydanlığın fokurtusunu duyuyorum. Bir tek o gece okuyamamıştım ‘İnce Memed’i. Her gece birkaç sayfa sesli okurdum, annemle babam da oturup dinlerdi. Akşam yemeğinden sonra herkes yerine geçer, babam seslenir: “Aç bakalım, İnce Memed ne yapmış?

Babam, her akşam eve gelirken yolunun üzerindeki kahvehaneye mutlaka uğrar, selam verirdi. Bazen bir çay içer, bazen de “Eyvallah” der çıkar gelirdi eve. O gün gözüne kendi yaşlarında yabancı bir adamın bir masada tek başına oturduğunu görerek doğruca yanına gidip oturur. İki çay getirirler, bardaklara iki kesme şeker koyup karıştırır babam. Birisini onun iki elinin arasına tutuşturup adamın uyanmasını sağlar, sıcağı hisseden adam ayıkır. Bir zaman sonra hikâyesini anlatır babama, “Hapishaneden çıktım; ama evimi bulamıyorum. Kim olduğumu da nerde yaşadığımı da bilmiyorum” der ve sorar: “Burası neresi?” Adamın karnını da doyurur ve yanından ayrılmadan oturur. Kahvehane ahalisi sorup soruşturur ve onun son durak olan Çamlık Mahallesi’nde oturduğunu öğrenirler. Babam adamı evine kadar götürüp bırakır. “Allah kimseyi oralara düşürmesin” demişti o akşam babam. Annem de bir ah çekip şöyle söylemişti: “İnsanın dayandığı acıya taş bile dayanamazmış.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar