YAŞAM 

OLAĞANDIŞI BİR BULUŞMA

Asma çardağından etekleri yarı kurumuş düşen ilk asma yaprağının sesi, yaralı bir kuşun yere düştüğünde çıkardığı sese benzer. Küçük yeni yapraklar çıkarması boşuna bir çabadır. Filiz vermeden yeşeren yaprak eski tazeliğini bulamaz çünkü. Doğanın ilk yaralı sesidir o ilk yaprağın düşerken çıkardığı ses, öleceğini biliyordur. Doğanın yeniden yeniden hayat bulması ise her şeyin mümkün olabileceğini hatırlatmaktadır.

O, mucizevi güne hazırlandığının ayrımında olmadan özenle giyindi gideceği yere. Dizleri yırtık bir kot pantolon üzerine göbek hizasında, ara sıra tenini gösteren kemik renginde askılı ve dar bir penye giymişti. Kulaklarına yeşim rengi taşın altından mor püsküller sarkan bir küpe takmış, Assos’tan satın aldığı çok renkli dokunmuş zarif küçük Yörük heybesini de omzuna geçirmişti.

İstanbul Teknik Üniversitesi Matematik Mühendisliği Bölümünü bitirmişti Akça. Son senesinde yüksek lisans eğitimine devam etmeyi düşündüğünden kendisini yakın hissettiği genç bir erkek öğretmeniyle bu konuyu görüşmüş öğretmenin verdiği yanıt onu altüst etmiş, karışmış bir ruh haliyle yanından ayrılmıştı. Öğretmeni ona şunu salık vermişti: “Ne yapacaksın daha fazla okuyup da, kendine iyi bir eş seç ve evlen!

(Eğer en değer verdiğim öğretmen bile kadına bakışını bu şekilde gösteriyorsa, yaşanmaz bu ülkede!)

Akademik kariyer yapma düşüncesi de böylelikle son bulmuştu. Her ne kadar o hocaya içerlese de Akça, İstanbul Teknik Üniversitesi’ni iyi dereceyle bitirip diplomasını almıştı.

* * *

Karşıyaka’da bindiği vapurdan Konak İskelesi’nde inmiş, birkaç adımdan sonra her zamanki gevrekçisinden beyaz kâğıda sarılmış bir gevrek ve bir dilim İzmir tulumunu heybesine koymuştu. Agora’ya gitmek vardı aklında; ama önce tepedeki küçük parkta çay ve gevrek eşliğinde, yanında getirdiği kitabı okumak için kararını değiştirdi. Elindeki kitabı açıp ilk sayfasına iliştirdiği nota baktı, 2002 yılı yazıyordu. İlk kez ‘Hypatia’ ismiyle bu kitapta karşılaştığını ve nedense çok etkilendiğini bir kez daha anımsayıp gülümsedi. Sonraki yıllar içinde onunla ilgili bulduğu her bilgiyi ilgiyle okumuş, onun matematik, felsefe ve astronomi dalında ilk kadın bilgin olduğunu ve vahşi bir linç sonucu işkenceyle öldürüldüğünü düşündü yine. Bu düşüncelerle yürürken İskenderiye Kütüphanesi gelip oturmuştu düşünce dünyasına ve içindeki kadın hüznüne.

Aklının bir yerinde hep; İskenderiye Kütüphanesi’ni görmek, ‘Öklid’in Asası’ romanında tanıdığı Hypatia’nın ayak izlerinde yürümek vardı. Vardığı yer ise başka bir antik kent olan Smyrna (İzmir) Agorası olmuştu. 2300 yıllık tarihi kentin insanı kendine çeken mimarisi, tavan yapısı, bazilikaların ihtiyaca göre hazırlanmış oluşu ve Büyük İskender’in ayak izleri… Yüksek dikdörtgen kubbeli tavanın yapısı, ızgara mimarisi ile aydınlatılmış bir kent.

* * *

Mermer oluklu çeşmenin başında elinde ‘Öklid’in Asası’ olan bir kadın eğilmiş su içiyordu. “Aman tanrım!” diye ünledi Akça. Karşısında duran kadın, İskenderiye Kütüphanesi’nin bilim tanrıçası Hypatia idi. Beyaz ketenden uzun bir elbise giymiş, kara saçları inci dizileriyle topuz yapılmış beyaz tenli güzel Hypatia! Antik Çağ’ın vahşi bir linç girişimiyle katlettiği bilim kadını! Kısa bir sessizlik oldu, kadın Akça’ya yaklaşıp konuştu.

– Sen gelemedin ben geldim! Beni görmek istedin! Ne soracaksın?

– O korkunç kalabalığın vahşetine nasıl dayandın?

– İlk darbeyi aldığımda öleceğimi anlamıştım! Teslim oldum zihnimde! Sonra şuurum bulandı, karanlık giyimli 200 kişi ve kalabalık bir ahalinin gözleri dönmüş çılgın eziyetini izledim, beni öldürmelere doyamadılar. Ben ki gerçekle evli olduğumu, tek gerçeğin bilim olduğunu düşünürdüm!

– Değil miymiş?

– Değilmiş! Asıl gerçeği o gün yaşadım. Cehalet ve cehaletin karanlık, azgın emellerinin insanlığın en büyük tehlikesi olduğu gerçeğiyle tanıştım. İktidar olanlarla ortaklaşa cinayet işleyen ahali!

* * *

Donup kalmıştı Akça. Onun gibi niceleri günümüze kadar aynı ölümü tatmış ama insanlık dünyasına çoktan maya çalmışlardı diye düşünüyordu ki omzuna dokunan bir elin etkisiyle sarsıldı. Derin bir uykudan uyanmış gibi sersemlemişti. Başını kaldırıp baktı, Çaycı Recep’ti.

– “Abla, çayın soğudu, değiştireyim mi?” diyecektim!

Masanın üzerinde açık bir kitap sayfası, içinde soğumuş çay olan ince belli cam bardağı, bayır aşağı yürüdüğünde gideceği Smyrna (İzmir) Agorası Antik Kenti…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar