GÜN BATIMININ FISILTISI
-İZMİR-
“İnsanlar ilk ve son kez analarının karnından çıktıkları gün doğmazlar, yaşam kendilerini defalarca yeniden doğurmaya mecbur kılacaktır onları.” – Gabriel Garcia Márguez
Her zaman olduğu gibi şafak sökerken uyanmıştı. Dağlara ovalara giderken giydiği uzun basma elbisesini geçirdi üzerine. Büyük cepli önlüğünü beline bağlayıp ot sökme çakısını cebine koydu. Evden çıkmadan aynaya baktı. Aklına düşen muzip düşünceyle bir göz kırptı suretine. Saçlarına düşen gri tellerin güzelliği kendini de güzel göstermişti. Daima başına bağladığı renkli yazmasını bu kez boynuna dolayıp kara kıvırcık saçlarını serbest bıraktı. “Güzelim” dedi aynaya bakarken. Kapıyı açıp beton basamağa oturdu, lastik ayakkabılarını giydi. Yaz-kış demeden kendi ördüğü yün çoraplarının koncunu çekip “Hazırım” dedi.
Beton basamakta bir müddet oturup havanın aydınlanmasını bekledi. Hayatında ilk defa mecbur olduğu için değil, keyfinden çıkacaktı ot toplamaya. Ortalıkta kimseler yoktu, sanki bütün köy bugünü dinlenme günü ilan etmiş de sokaklar Ayşe için boş bırakılmıştı. İçi kıpır kıpır, evden ayrıldı. Kendini ve ruhunu tabiatın sihirli kollarına bırakıp yola koyuldu. Mevsimin yemeklik ve salatalık otlarını toprağın bağrından incitmeden sökeceği sivri uçlu, yarım ay gibi olan büyük çakısını eline alarak yürümeye, bazen de sekerek kısmetine düşeni arayıp çıkarmaya başlamıştı çoktan. Kimi zaman bir ağacın yanına çöküp dinlenerek kimi zaman da topladığı otları kurutulmuş yufkanın içine sarıp karnını doyurarak akşama kadar dağlarda oyalandı.
“Kaç yaşına geldim?” diye düşündü. Hiç kilo almadan genç kız olduğu zamanlardaki kilosunda kalmıştı. Ak düşmüş saçlarını kendini beğenmiş bir edayla savurdu iyot kokan rüzgârda. Gün batımını izlemek için denizi tepeden gören, yaşlı bir zeytin ağacının altındaki büyük bir taşa oturup manzarayı seyretmeye koyuldu. Güneş, son kez, kendisini izleyene gülümseyerek parladı. Kocaman bir tepsi gibi, denizin üzerine ufuk çizgisinde kızıl bir alacalıkla salındı.
İşte, tam o sırada kalabalık insan silueti görür gibi oldu. Şaşkınlıkla ne oluyor diye düşünürken arkasından biri seslendi: “Ayşe Abla, ben Emine!”
Emine’nin sesi geçmişin bir çağrısı olmuş, Ayşe’yi o karanlık güne geri döndürmüştü. 1970 Ağustos’unun çekirge sesleriyle çınlayan son günlerinde umutsuzluğun ve üzüntünün harap ettiği Ayşe idi şimdi. Faydasız kocası, rızıklarını temin ettikleri üzüm bağını satmış, ortalıktan kaybolmuştu. Utancından değil, bıraktığı harabeden kaçmıştı. Kıvırcık Ayşe, çaresizlikten, olduğu yere çökmüş, gözü kehribar gibi ışıldayan olgunlaşmış üzüm salkımlarına, kendisi de bir karanlığa düşmüştü. Öğle sıcağında, artık onun olmayan üzüm bağında ne kadar zaman kendini bilmez vaziyette kaldığını anlamadan kaybolup gitmişti. Onu, girdiği bilinmezliğin içinden çekip çıkaran, Emine’nin sesi olmuştu: “Ayşe Abla!”
İrkilmişti Ayşe, başını kaldırıp Emine’nin yüzüne tanımaz gözlerle bakmaya başladı. Emine, henüz tam da kendine gelememiş olan Ayşe’nin omuzlarından sarsıp “Kendine gel, abla” diye birkaç kez yineledi. “Ben ne yapacağım, Emine?” diyerek çaresizce genç kızın yüzüne baktı.
– Ablacığım, bak gün batımına, sana neyi fısıldıyor?
Ayşe, akşam güneşinin iki kadının yüzüne vuran saydam ışığına baktı.
– Ne diyorsun, Emine?
– Ablacığım, senin üç sihirli çubuğunun olduğunu bilmiyor musun? Çok çalışkansın; Ege’nin dağlarında yetişen şifalı otların hepsini tanırsın, hatta onlar da seni tanır; iyi bir kilim dokuyucusun.
Ayşe’nin gözlerine kilitlenmişti Emine’nin gözleri. “Üç çocuğunun geleceği ne olacak?” diye sordu. Masal diyarında gibiydi Ayşe.
– Ablacığım, bizler arkadaşlarımızla birlikte yardıma gereksinim duyan işçilere ve köylülere destek olmak için çalışıyoruz. Ben de yarın Gümüldür’e gideceğim. Hem tarlalarda hem de mandalina bahçelerinde çalışacağız.
Ayşe, elini ağzına kapatmış, aval aval Emine’ye bakıyordu. “Emine, neden size anarşist diyorlar o zaman?” diye sordu. Emine, sadece güldü.
– Almanya’ya, ablama kendi dokuduğum yedi heybe göndermiştim. Heybeler satılmış, parası da hemen geldi.
O paralarla bir kamyonet tutuldu, ihtiyaç duyacakları eşyalar kamyonete yüklendi ve ayrıldılar doğup büyüdükleri yerden. Denizli-Aydın istikametine doğru yol aldılar. Çoluk çocuk, bir de Ankara Hukuk öğrencisi Emine… İşte, böyle başlamıştı yeniden doğuşu Ayşe’nin! Dağlarda dolaşıp şifalı bitkiler toplayıp İzmir Tepecik pazarında satıyor, çoluk çocuk mandalina bahçelerinde çalışıyorlardı. İlkokuldan öteye kimse okula gidemese de hayatlarını rayına oturtmuşlardı. Önce bir ev kurdular başlarını sokacakları, sonra mandalina bahçesi satın aldılar yıllar içerisinde. Bugün ise üç çocuğunun üçü de evlenip yuva kurdular, Ayşe de huzurla kendine kaldı.
Kısacık zamana sığan geçmişin görüntüsü kaybolmuş, yeniden şu ana dönmüştü Ayşe. Gün batımını izlerken denizin üzerinde yürüyen kızlı erkekli gençlerin silueti de belirginleşmişti. Emine de onların arasındaydı. Son ışıklarında güneşle birleştiler. Ayşe, Emine’nin “Yine doğacağım” fısıltısını duydu, o gençlere el salladı.