BİR DAMLA, KIRK NEFES
-İZMİR-
Dünya beni içine almayan bir deniz!
Ülkemizin en güzel bölgelerinden birinde, denize kıyısı olan bir köyde, adı İsmail olan bir çocuk yaşardı. Babası, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’den yola çıkarak korunmuş anlamını kattığı bu ismi oğluna koymuştu. İsmail, 9 yaşındaydı bu köye geldiklerinde. Davar çobanlığı yapan Ali’nin iki yıllığına anlaştığı bu köye gelmişlerdi şimdilerde. Yüzünde çıkan çıbanların yara izleri yüzünü kaplamış, ona cehennemi yaşatan bu izler zamanla alacalı hareler ve çukurlar oluşturmuştu çocuk yüreğinde İsmail’in.
Dünya bir cennet olsa da içine karanlık çökmüş yüreklerin bu güzellikten haberi yoktur. Hayatın olağan akan zamanı birçok insana dokumadan geçip gider. Güzellik göreceli bir kavram olsa da, karanlık çökmüşse bir çocuk yüreğine eğer, tutunacağı tek dal bir mucize olmasıdır. Babası ona sonu iyi biten masallar, öyküler, kahramanlık hikâyeleri anlatıyordu. Babasının amacı çocuğunun ilgisini biraz da hayal dünyasına çekmek istemesiydi. Oysa İsmail görünmez olmuştu çoktan çocuklar arasında. Adını anan, ona dokunan tek kişiydi babası.
Çocuk; babasının hem insan dilini hem de çobanlığını yaptığı koyunların, keçilerin ve toprakta yeşeren her canlının dilini anladığını düşünüyordu. Aslında herhangi bir şeye karşı ilgi duymayı, hayal kurabilmeyi o da istiyordu; ama bu mümkün olmuyordu. İsmail sadece ayaklarıyla kuma basmak, denize adım atmak, dalgalara karşı yürümek istiyordu. Beni içine almayan bir dünyada nasıl yaşarım diye düşünmekten kendini alamıyordu.
Sürünün sahibinin evi, köyün en sonunda taş kayraklı basamaklarla varılan uzun zarif bir evdi. Çobanın evi ise ağılın yanında iki göz odalı, tuvaleti hayvanların barınaklarının dibinde idi. O gün babası biraz telaşlıydı. Yavru köpekler Kiraz ile Zeytin, İsmail’in en yakın arkadaşları olmuştu. Çocuk onlarla birlikteyken kendinden kaçmadan huzur içinde koşup oynuyordu. Sabah güneşinin bütün insanlara, ama en çok da toprağa gülümsediği vaktin bir anında yolun aşağısından kayrak toprağın basamaklarında üç kişi dinlenerek yukarı çıkıyorlardı. İsmail’in gözü, kırmızı şapkanın kapladığı ince yüzünü göremediği kırmızı elbiseli kıza takılı kalmıştı. Kendini göstermeden, gelenleri izliyordu. Benim yaşlarımda olmalı diye düşündüğü kızın yüzünü ev sahiplerinin karşılamaları esnasında kucaklaşırlarken gördü. Hasır şapkayı çıkarıp büyüklerin elini öperken gördü kızın yüzünü. Kısacık kara saçları, küçük yüzünde parlayan iki kara göz, küçücük burun ve küçücük bir ağız. Nedense kendini alamadan onları izlemeye devam etti. Kendini, zamanı ve bulunduğu yeri unutmuş, dalıp gitmişti.
Konuklarını evine alıp kapıya asılı tül perdeyi indirdiler. Küçük kız, şapkasını bırakıp dışarı çıktı. Küçük tombul köpekleri sevmek için dışarı çıkmak için acele etmişti. İsmail, saklandığı sandığın köşesinde kendisine doğru gelen kızı görüyor ama bir şey yapmıyor, donmuş duruyordu. “Kaçmalıyım!” Tam karşısında duran kız ona sordu, köpekler senin mi? İsmail kendisinin yüzüne bakarak konuşan birisini hiç görmediğinden, duymadığından aldırmamış, başka bir âlem içinde idi. Kız onun omzuna dokundu! Yavru köpekler kuyruklarını sallayıp cıyaklıyorlardı. Uykudan uyanmış gibi irkilip “Ben mi?” diye sordu İsmail. “Sen” dedi kız da!
Kız, eğilip ve köpekleri okşayıp adlarını sordu? “Alnında siyah lekesi olanın adı Kiraz; boynu gri, siyah hareli olan ise Zeytin” diye yanıtladı. Birlikte köpekleri sevip konuştular.
– Adın ne senin?
– İsmail!
– Senin adın ne?
– Damla!
İsmail, göğsüne çarpan dalgaların köpük köpük içine aktığını, her bir damlanın kırk nefes kadar çoğaldığını, ilk defa güneşi ve denizi gördüğünü, ilk kez bir arkadaşı olduğunu hissetti.
“Mutluluk, yüreğin aydınlandığında hissedeceğin bir nefestir” diyen babasının sesini işitti. Sadece bu anda var olmak damla olmak, deniz olmak, nehir olup akmak…