EDEBİYAT 

ÇUKUROVA’NIN HOMEROS’U

Yapıtları pek çok dile çevrilen, Paris’te kurulan Dünya Kültür Akademisi üyeliği olan, uluslararası birçok ödül alan ve Nobel’e aday gösterilen, asıl adı Kemal Sadık Gökçeli olan Yaşar Kemal, romanlarıyla olduğu kadar öyküleriyle de bizden olan yazarlarımızdandır.

Yaşar Kemal”; Çukurova ile özdeşleşmiş bir ad. Nasıl “İstanbul” denince Divan şairi Nedim, neoklasik şairimiz Yahya Kemal, çağdaş şairlerimizden Orhan Veli aklımıza geliyorsa, “Çukurova” denince de yazar olarak, aklımıza Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Muzaffer İzgü gelir.

Yazdıklarında hep, geçmişte yaşayıp edebiyat birikimini ilk oluşturduğu yörenin –Çukurova ve Adana’nın– derin izlerini görürüz. Hele anlatımı ve dil özelliklerinde bu söylediklerimiz daha da belirgindir.

Romancılığı üzerine birçok yazı yazılmış, inceleme yapılmıştır. Bu çalışmalarda bütün romanlarında halk hikâyeciliğinden, yani sözlü edebiyat geleneğinden ve mitolojik öğelerden bolca yararlandığı, yaşadığı yörenin dilini bütün ayrıntılarıyla yansıttığı, betimlemelerinin uzun ve canlı olduğu, kendine özgü bir dil geliştirdiği, hatta “Yaşar Kemal Sözlüğü” oluşturacak kadar yöresel sözcükler kullandığı dile getirilmiştir. Özellikle doğa betimlemelerinde en ince ayrıntıyı bile kaçırmadığı vurgulanmıştır.

Bütün bu söylenenlerden anlaşılacağı gibi, Yaşar Kemal, romanlarında sözlü edebiyat geleneğinden bolca yararlanmış, yaşadığı Anadolu ve Çukurova gerçeğini düş gücüyle kurgulayıp harmanlayarak aynı yörenin diliyle anlatmış, özgün anlatımı olan bir edebiyat ustasıdır.

Romancılığı üzerine dile getirilen bu görüşler, acaba öyküleri için de geçerli midir? Her yazar beslendiği kültür kaynaklarını her yazısında genelde yansıtır. Yaşar Kemal için de geçerlidir bu.

Van yöresinde eşkıyalık geleneği içinde yetişen bir ailenin oğlu olduğuna göre, ailesinde eşkıyalığa ilişkin anlatılmış ilginç öykülerden ve bu anlatıları dinlerken bunların asıl kaynağı olan tatlı halk dilinden yararlanmamış olması düşünülebilir mi?

Bu noktada Muzaffer Uyguner, aile yapısından söz ederken şöyle diyor: “Dediğine göre annesinin babası, kardeşleri ve bütün erkekleri eşkıyaymış. Dayısı, Doğu Anadolu’nun İran’dan Kafkasya’ya kadar en ünlü eşkıyası Mahiro’ymuş.” (‘Yaşar Kemal Yaşamı Sanatı Yapıtlarından Seçmeler’, Muzaffer Uyguner, Bilgi Yayınevi, I. Baskı, 1993, s.9) Ayrıca ailesinin yaşadığı Van yöresindeki köy ağalığı sisteminin, feodal zulüm felsefesine isyan edenlerin kahramanlık hikâyelerinin bu yazı geleneğinde hiç mi payı yok? Yaşar Kemal’in Adana’da çoğu zaman içinde yaşadığı toprak ağalığı sisteminin çelişkilerinin bu anlatımda rolü yok mudur? Tabii ki Yaşar Kemal, öykü ve romanlarında bu gözlemlerinden de yararlanacaktır.

Adana’da özellikle yaşadığı Kadirli yöresinde hâlâ çok yaygın olan halk şairliği geleneğinden nasıl yararlandığını hayatını okuyunca görürsünüz. Örneğin, ilkokuldayken şiirler söylemesi, yörenin o dönemde en tanınmış halk şairlerinden biri olan Âşık Rahmi’den ve sınıf arkadaşı Mecit’ten bazı dersler almış olması onun bu geleneğe neden bu kadar tutkun olduğunun ifadesidir diyebiliriz.

İyi de Çukurova gerçeğini başarılı bir biçimde aktarmış olması sadece bu halk edebiyatına bağlılığından mı kaynaklanmaktadır? Elbette hayır. Halk edebiyatına düşkünlüğü, diline, anlatımına yansımıştır; ama Çukurova’yı betimleyebilmesi ve anlattıklarında gerçeklik duygusu uyandırması, bu yörenin değişik insanlarını bizzat gözlemlemiş olmasında, hatta onların içinde yaşamış olmasında aranmalıdır. “Ramazanoğlu Kitaplığı’nda memurluk, Adana’da ayakkabıcı çıraklığı, ırgatlık, ırgatbaşılık, traktörcülük, pamuk işçiliği, öğretmenlik, pirinç tarlalarında bekçilik” (Age., s.13) gibi çok değişik işlerde çalışmış olması, türlü kesimlerden insanları tanıyıp gözlemlemiş olmasına bağlanabilir. Zengin bir hayal gücü ve dille beslenen bu gerçekler, onun yaratıcılığıyla bir araya gelince ortaya Yaşar Kemal gerçeği çıkıyor elbet.

Peki, öykücülüğünde bütün bu birikimini bir kenara koyup yazabilir mi, yoksa aynı yoldan devam edip sözlü edebiyat geleneğinden de yararlanarak bu birikimini öykülerine yansıtacak mı Yaşar Kemal? Elbette ikinci seçeneği tercih edecektir. Çünkü yazarımız, ‘Tan Edebiyat 1982’ adlı kitapta, ‘Sanat Olayı’ dergisinde yazdığı bir yazıda halk hikâyeciği ve anlatıcılık geleneği hakkında şöyle diyecektir: “Bizim çağımız edebiyatına gelince, ona, bir yazılı edebiyat demekten daha çok, bir sözlü edebiyat diyebiliriz.” (s.59) Aynı yazının ilerleyen satırlarında, çağdaş ve dünyaca ünlü yazarların (Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Flaubert, Kafka, Albert Camus, hatta James Joyce) yapıtlarında halk hikâyeciliği dil geleneğinden özellikle yararlandıklarını vurgulamaktadır. Daha da ileri giderek der ki Yaşar Kemal: “Yazılı edebiyat, sözlünün bir devamı, bir sonucudur. Modern, en modern edebiyatın dibini kazıyacak olursak böyle bir gelenekle karşılaşırız. Kafka’nın ‘Şato’su binlerce yıllık masal anlatımını taşımasaydı, tez günde kâğıttan ‘şato’lar gibi yıkılırdı.

Yaşar Kemal’e göre; “anlatma sanatı var oldukça, yazılı edebiyat sözden ayrılmadıkça, sözü ve sözcüğü toptan yadsımadıkça ondan her zaman faydalanacaktır, daha doğrusu onunla hiçbir zaman, hiçbir biçimde ilişkisini koparamayacaktır”. Bu, çok iddialı bir sözdür. Fakat Yaşar Kemal, bu sözünün arkasındadır her yerde ve her zaman. İşte, gerek romanlarında gerekse öykülerinde her fırsatta halk hikâyeciliği geleneğinden, halk anlatım tekniklerinden yararlanmasının asıl nedeni de bu inancıdır. Yazarımız, sözlü edebiyata dönüş özlemi içinde değildir bunları söylerken. Bunu kendisi de aynı yazısında ısrarla belirtiyor. Fakat yazarımız, insanlık tarihinde, geçmişi bakımından dün kadar yeni sayılabilecek yazılı edebiyatın, neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan sözlü edebiyattan yararlanmasının bir zorunluluk olduğunun altını çiziyor. Hepsi bu.

Yaşar Kemal’e göre, sözlü edebiyat geleneğinden yararlanmak, bir yazarın “kalıcı” olmasının temel koşullarındandır. Bu konuda diyor ki: “Bizde de bu edebiyata (sözlü edebiyata) zaman zaman sırt çevirenler olmadı diyemem, bu birikimi hiçe saymak isteyen bazı kişiler çıkıyor. Çıkıyorlar; ama uzun sürmüyorlar. Kökü dışarıda kalmış ağaçlar, otlar, haydi çiçekler de diyelim, çiçekler gibi hemencecik kuruyuveriyorlar. Yüzyılımızın edebiyatını yapanların hemen hepsi, bilinçli olaraktan sonsuz bir zenginlik olan (…) sözlü anlatıma başvurmuşlar, yeni, güçlü edebiyatı böyle yapmışlar, geliştirmişlerdir.” (‘Tan Edebiyat 1982’, s.62-63)

Buraya kadar anlattıklarımızda Yaşar Kemal’in öykü anlatım tekniği ve yararlandığı dil kaynaklarına değindik. Gelelim yazarın öykü serüvenine…

İlk öyküsü olarak kabul edilen ‘Pis Hikâye’yi 1946’da yazmıştır. ‘Bebek’, ‘Dükkâncı’ da yazdığı ilk öykülerdendir.

İlk öykü kitabını ise 1952’de ‘Sarı Sıcak’ adıyla yayınlamıştır. Bu kitabın ilk baskısında 8 öykü yer almaktadır. Sonraları yazdığı 14 öyküyü de bu kitabına ekleyerek 22 öyküden oluşan ‘Sarı Sıcak – Bütün Öyküler’ adıyla yeni bir kitap çıkarmıştır. Bu öykülerin konusu, tıpkı romanlarında olduğu gibi genellikle Çukurova’dan alınmıştır. Bu kitaptaki dört öykü, Çukurova dışından konusunu alır. Kendine özgü yöresel anlatımı ve daha çok sözlü anlatım geleneğine dayanan ve “olay öyküsü” ya da “klasik öykü” diye bilinen öykü tarzına daha yakındır bu öyküleri. Çukurova’nın kendine özgü yerel sözcükleri bu kitabından da adeta fışkırır. Canlı ve romanlarına göre kısa olan doğa betimlemeleri dikkat çeker. Bir yazar Çukurova’da yetişmişse ve hele bu yazar Yaşar Kemal’se doğadan vazgeçmesi olanaksızdır. O, bütün yapıtlarında Çukurova’nın hem doğasına hem de içinde yetiştiği Çukurova halkına bağlıdır. Öykülerinde yaşadığı yöre adıyla sanıyla yer alır: Hemite, Anavarza, Vayvaylı, Kesikeli, Ceyhan, Akçasaz, Savrun, Ceyhan Nehri… Çukurova; iklimi, tozu dumanı, sarı sıcağı, kavun ve karpuz tarlalarıyla eserlerinde yer alır.

Öykülerinde yer alan kişiler halktan ve sıradan insanlardır. Cümleleri halk anlatı geleneği ürünlerindeki gibi kısa ve canlıdır. Herkesin anlayabileceği sadeliktedir. Öykülerinde Osmanlıca sözcük ve tamlamalara fazla yüz vermez. Ama Adana yöresine ait yerel sözcükler, onun öykülerinde de çoktur: “Telesimek” (terlemek, bunalacak duruma gelmek), “huğ” (kerpiç duvarlı, toprak sıvalı köy evi), “giyit” (giysi), “kişlenmek” (çivi gibi batmak), “şına” (at arabası tekerinin demir çemberi)…

Yaşar Kemal’in öykücülüğü için özetle neler söylenebilir?

Muzaffer İzgü’yü 1980’li yıllardan beri tanırım. İzmir’de üniversitede okurken ‘Dönemeç’ dergisine uğradığım bir gün Muzaffer İzgü’yü sormuştum. Öykülerine malzeme toplamak için Ödemiş ve Tire taraflarına gittiğini söylemişlerdi. İşini bu kadar ciddiye alması beni çok etkilemiş olmalı ki yaklaşık 30 yıl sonra, Ocak 2010’da Adana’da düzenlenen Çukurova Kitap Fuarı’nda karşılaştığımda hâlâ öykü malzemeleri toplamak için aynı yörelere gidip gitmediğini sordum. Büyük bir ciddiyetle anlatmaya başladı yazarlık kaynaklarını ve dedi ki: “Evet, hâlâ gidiyorum. Bir yazarın bana göre üç temel yazı kaynağı vardır: Yazarlığın üçte biri okumak, üçte biri gözlemlemek, üçte biri de zengin bir hayal gücüne sahip olmak.” Bu durum Yaşar Kemal için de geçerlidir. Önce yaşadığı yörenin yaşamını, birikimlerini gözlemledi, dinledi; okudu, birikimini yaptı, sonra bunları eşsiz hayal gücüyle yoğurup okurlarına tatlı tatlı anlattı.

Yaşar Kemal’in öykülerinin dili, kişileri ve konusu genellikle Çukurova’dan alınmıştır. Öykülerin yazarı, içinde yaşadığı halktan ve halk gerçeğinden beslenen; ama bunlarla yetinmeyip onları kendi hayal gücüyle besleyerek zenginleştiren, gözlemlerini ve hayallerini renkli, kısa cümlelerle anlatan bir kişidir. O, sözlü edebiyat geleneğini hem uygulamada hem teoride üstün tutan yanıyla tanınan bilinçli bir yazarımız ve öykücümüzdür. Dilsel yönden incelendiğinde Çukurova’nın bereketli toprakları kadar bereketli olan bu dilin zenginliklerini de ortaya çıkaran bir dil işçisidir. Onun öykülerinin büyüklüğü ve sırrı da buradadır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar