YAŞAM 

YAZDAN SONRA…

İnsanlık dışı diye bir şey var ama olay hep insanlar arasında geçiyor.” – Hay Huy, Elif Sofya, Epigraf

Günlerce ormanlarımız yandı. Manavgat, Akseki, Gündoğmuş, Marmaris, Milas, Köyceğiz, Bozdoğan, Mersin’de Aydıncık, Yeşilovacık… Yeşille mavinin birleştiği, en gözde yerlerimiz…

Söndürülemedi… Günlerce havadan müdahale edilmedi, edilemedi. Ağaçlar yandı, ormanlar yok oldu. İçindeki birçok canla birlikte…

Orman bir yaşam alanı… Biyolojik çevre… Fauna…

Can kaybımız yok dendi önce… Yanan kaplumbağa fotoğrafı, patileri yanan köpekler, ineğini, keçisini kurtarmaya çalışan köylü kadınlar takılınca objektiflere, hatırladı insanlar onlar da ‘can’dı. Bütün canlar eşitti, değerliydi… Birden üsluplar değişti, çevreci oldu herkes. Ruhunu yıkadığını, vicdanını temize çıkardığını düşündü o birkaç fotoğrafı paylaşanlar…

Bir ağaç gibi tek ve hür/ bir orman gibi kardeşçesine” yaşamayı başaramayanlar ormanlara, yanıp küllenen topraklara, katılaşıp kalan canlara ağıt yaktılar, kategorize ettikleri diğerlerini, öteki insanları suçlayarak.

Yükümüz bekliyor yüksek duvarların üstünde/ su vurdukça kıyıların tarihi değişiyor/ bak dünya ne güzel oluyor/ toprakta tahakküm/ hayvanda eyer kalkınca” diyordu Elif Sofya, ‘Yüzleşme’de…

Sınıflamada kendini en üste koyan insan, kendi eliyle yaptıklarının doğanın dengesini bozduğunu düşünmek dahi istemiyor. Oysa insan, elini çektiğinde doğa kendi çözümünü üretecek; öyle diyor çevre bilimciler. Bilimin söylediklerine ne kadar kulak veriliyor bugünlerde sahi?

Ormanla kaplı dağların eteğinde, denizle buluşan kıyılarda yangınla kararan havaya, isin, dumanın etkisine rağmen denize girmeye devam edenleri de yakaladı kameralar. Onlara da tepkiler geldi. Sosyal medyada profil fotoğrafları, onlara tepkiyle karardı; yanan, kül olan canları simgeleyen görüntüler uçuştu profillerde.

Geçen yıl salgının herkesi evlere kapattığı uzun haftalardan sonra, çok sonra… Yaz biterken çıkmıştık kendi karantinamızdan. Turizm sezonuyla birlikte her yer açılmıştı oysa. Aşısız, önlemsiz, kontrolsüz… Yaz bitmişken, turistler ülkelerine dönerken şaşaadan, gürültüden uzak bir koyda serinletmiştik içimizi. O kadar çok acı ve sıkıntı birikmişti ki bu süreçte içimizde dupduru serin sular serinletebilmiş miydi içimizdeki koru, o da ayrı.

Korona yoğun bakım servisinde nöbetlerle geçen çömez asistanlığın bütün sıkıntılarını çekmiş kızımızla birlikteydik aylar sonra. Onu göremediğimiz, bir araya gelemediğimiz marttan eylüle kadarki bu süreçte bize anlatmadığı, anlatmak istemediği çok şey vardı belli ki. O da tahminimizden çok büyümüştü anlaşılan, yoğun bakım servisinde “entübe” olmuş hastaları takip ederken, haberlere bir sayı olarak yansıyan canların kaybına tanık olurken. Kıyıdan baktığımızda bile kumların oluşturduğu engebeli dibini gördüğümüz denize bakıp susmanın güzelliğini yaşadık birlikte. Bazen susmak, konuşmaktan çok şey anlatıyordu. Tertemizdi deniz, dupduruydu, küçücük balıklar ısırıyordu denizde bacaklarımızı… Dinginliği yaşadık, çılgın kalabalıktan uzakta.

Bu koya gelirken Marmaris’e doğru, dağın tepesindeki seyir noktasından baktık, nem bulutu altında mavi gri görünen Gökova Körfezi’ne. Lezzetli böğürtlen suyu eşliğinde… Seneye bir kez daha gelmek için birbirimize söz vererek… Kötü geçeceği söylenen kıştan bahara yaza ulaşmanın, sağlıklı olarak çıkmaya kararlı olmanın, yaşama isteğinin sözüydü bu. Söze dökülemeyen “ne kadar zor olursa olsun hayatta kalma” sözüydü aslında. Yaşanacak güzel günler tükenmemişti, umudun ışığını, cılız da olsa o ışık, beslemek gerekiyordu.

Yaşadığımıza, bütün dünyaca maruz kaldığımız bu hastalığa pandemi denmeye başlamıştı ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’ni okuduğumda. Kadın ve Adam tufandan sonra sığındıkları kulübede geleceğe, yarınlara ulaştırmak için çok gelişmiş bir cihaza kayıt yapıyorlardı: “Kara bulutlar dağıldı, yağmur dindi, gökyüzü masmavi diyordu kadın. Sesi sakindi, yumuşacıktı. ‘Pişman mısın?’ diye soruyordu adam. ‘Hayır, tek pişmanlığım Maldivler suya gömülmeden oraları görememiş olmak. Bir de Antarktika’da imparator penguenleri görmek isterdim.’” (KÇG, s.12) Tufandan sonra bilinen hiçbir şey yerinde kalmamıştır romanda, her şey yeni bir şekil almıştır, alacaktır. Bu görünebilen bir gerçek… Şimdi pandeminin on dokuzuncu ayındayken de görebildiğimiz gibi… Eskiden “normal” diye tanımladığımız her şey sonsuza kadar eskisi gibi olmamak üzere değişti, bambaşka bir hal aldı.

Üç yıl kadar önce okuduğum bir yazıyı hatırlıyorum sonra: Elif Gezgin, ‘Kadın ve Doğa Üzerindeki Tahakküme Alternatif Bir Bakış: Ekofeminizm Üzerine Bir Değerlendirme’ başlıklı yazısında bir alıntıyla insanın doğa üzerindeki tahakkümünün olumsuz sonuçlarından söz ediyordu. İdealize edilen ve desteklenen kalkınma modelinin doğayı insanın hizmetine sunmaktan başka anlam taşımadığını gösteriyordu:

Doğayı insanın hizmetine sürerek bu ikisi arasındaki diyalektik bağı görünmez kılan; bilimsel, endüstriyel ve modern toplumsal yapıların, ne pahasına olursa olsun idealize edilen kalkınma modelini destekleyecek şekilde tasarlandığı sürecin başlangıcından bu yana, doğa üzerindeki tahakkümün yıkıcı etkileri her geçen gün daha net bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. …” (Gezgin, 2017, s.398)

Oysa idealize edilen modern kalkınma modeli, ne pahasına olursa olsun insanın doğayı dize getirdiğini, onu kendi yararına olacak biçimde şekillendirdiğini gösterir gibi olsa da aslında bugün yaşamakta olduğumuz çevresel sorunların derinliği, bunun bir başarı öyküsü oluşturamadığını göstermiyor mu? Buzulların erimesi, küresel ısınma, canlı türlerinin neslinin tükenmesi, kuraklık, gıda maddelerinin yetersizliği, temiz hava, su gibi yaşamsal önemi olan temel ihtiyaç kaynaklarının tükenme noktasına gelmesi gibi doğayla ilgili birçok olumsuz durum ortada ayan beyan durmuyor mu? Bütün bunlara bir de insanlar arasındaki cinsiyet, etnik köken, eğitim, ekonomik koşullar, inanç gibi kültürel sorunların ve eşitsizliğin eklenmesi bizi düşündürtmüyor mu?

Çok değil, yaz başında Tuz Gölü’nün kurumasından, flamingoların ölümlerinden söz etmemiş miydik? Temmuzun sonunda başlayan orman yangınlarının flamingoları unutturması gibi ağustos ortasına doğru Karadeniz kentlerini felakete sürükleyen seller de yangınların gündemden düşmesine sebep oldu.

Kıyı yolunu takip ederek döndük Adana’ya Antalya’dan. Manavgat’tan geçerken yangından siyah birer iskelet olarak kalmış ağaçları gördük. Yanan ağaçların yanında yarısı kavrulmuş, yarısı yeşil kalmış ağaçları… Önceden yemyeşil görünen dağın seyrelmiş çoğu yanık iskeletlerinin arasında tek tük yeşil yaprağı tepesinde kalmış ağaçlarla oluşturduğu dağı… Fotoğrafa yansıyandan fazlası bir hüznü barındıran canlılığını yitirmiş, seyrelmiş, bir zamanda donup katılaşmış doğaya kuru gözlerle baktık. Dağın yanından geçen yolda araçlar her zamanki hızıyla akıyordu, biz de akıp geçtik. O görüntüler belleğimizin bir çekmecesine hiç silinmeyecek görüntüler olarak kaydedildi.

Her çağ türlü türlü yollarla kendi felaketini yaşıyor. Tükeniyor… Sona geliyor… Tam her şey bitti derken o inatçı, dirençli adı konmamış bitkiler gibi yaşam taşların arasından kendine yol bulup yeniden canlanıyor. Yeter ki mağdurların masumiyetine, iyiliği ve umudu yüreklerinde taşıyan gençlere ve çocuklara olan inancımızı yitirmeyelim” diye bitirmiştim ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’ ile ilgili yazdığım yazıyı 2020’nin Nisan’ında; pandeminin çok başlarındaydık. Ne olduğunu, olacağını kestiremiyorduk; ama yine bizi kandırdıklarına, belki biyolojik silahlarla yok etmeye çalıştıklarına dair fikirleri tartışıyorduk. Aklımızı parlatıyorduk yine.

Val Plumwood’un sözlerini yeniden hatırlamamam mümkün değil! “Efendi” anlayışından söz ediyor ‘Feminizm ve Doğaya Hükmetmek’ adlı kitabında Plumwood; “Feminist kuramların tanımladığı eril kimlikten daha karmaşık, sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyete dayalı tahakküm bağlamında oluşturulmuş çok yönlü ve karmaşık kültürel bir kimliktir” diye açıklayarak (Plumwood, 2017, s.14). Plumwood’un tanımladığı bu kavram, kitapta “Bu ‘efendi anlayışı’ akla dayalı yaşam biçimlerini pekiştirirken bu eril düşünce, kadının tahakküm altına alındığı kadar kölenin, hayvanın ve doğaya ait her şeyin de tahakküm altına alınması sonucunu doğurmuştur” şeklinde açıklanıyor.

Pandemi sürecinde yaşadıklarımıza ve yaşananlarla ilgili yürütülen tartışmalara baktığımda bu eril sesi fark ediyorum.

Yangından sonra Marmaris’e giderken dağın tepesindeki konaklama ve fotoğraflama noktasında durup Gökova Körfezi’ni yeşillikler içinde maviyle buluşurken izleyebilecek miyim yeniden? O tepeden baktığımda gördüğüm manzara nasıl olacak? Eskiden belleğimin çekmecesine yerleştirdiğim görüntüye ne kadar benzeyecek?

Kendi haline bırakılırsa doğa kendini yeniler… Öyle olsa bile ömrüm yeter mi yeniden yeşeren doğayı görmeye?

Kim bilir? Kim bilir?

Bize yeni bir bakış gerekiyor. Bambaşka bir yorum… Aslında karmaşık, anlaşılmaz değil, yalın bir bakış. Ekoeleştirmenlerin söylediği gibi “bütünsel bir evren” anlayışı. Evrendeki her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu ve birindeki değişimin diğerini de etkilediğini fark etme anlayışı. Doğadaki hassas ve karmaşık ilişkiler ağındaki dengeyi bozan tek canlı olarak insanı görür ekoeleştirmenler. Ama olumsuz etkisine rağmen ürettiği hikâyeler ve anlatılar aracılığıyla buna çözüm arayan da yine insan olacaktır, ekoeleştirmenlere göre. Dengeyi bozan insana “Anlatıları yoluyla onu iyileştirmeyi de başaracaktır” diyerek çok büyük bir görev ve sorumluluk yükleniyor böylece. Bu görevi yerine getirebilecek miyiz acaba?

Doğanın bir parçası olan insan onun ritmine ayak uydurarak yaşamayı öğrenecek mi bir gün? Pandeminin ilk zamanlarıydı. Evlere kapanmıştık. “Normal” diye nitelediğimiz hayatımız sekteye uğramıştı. Öğrendiğimizi sanıyorduk neyin değerli, neyin önemli olduğunu.

Pandeminin on dokuzuncu ayındayız. İkinci bir sonbahar yaşıyoruz virüsün etkisinde. Tehlike hâlâ geçmiş değil. Okullar açıldı, üniversiteler açılmak üzere, kimisi açıldı. Geçen yıldan farklı olarak yüz yüze olacağız öğrencilerimizle.

Şimdi neler yaşanacak? Bilmiyoruz. Yaşadıkça yazılacak yaşananlar. Biz kalmayacağız. Yazı kalacak. Bugünlerin hikâyesi, bizden sonrakilere ışık tutacak.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar