EDEBİYAT 

‘YAZARLAREVİ CİNAYETİ’, OYA BAYDAR OKUMALARI, YAZMAK ÜZERİNE DÜŞÜNMELER…

Uzun, sıcak yaz başlangıcı Adana’da… Derslerin sona erme, öğrencilerin kampüse veda zamanı yavaş yavaş…

Sıcak saatlerin uzadığı, sokakların boşaldığı, herkesin evinin kuytusuna çekildiği günlerin çoğaldığı, çalışma yılının yoğunluğunun bitmesiyle ruhta bir şeylere ya da yerlere yetişme telaşının ve birçok heyecanın da dindiği zamanlar…

Hayat neye benziyor bugünlerde? Hayat, hayatlar neye benziyor, sahi?

Başka bir kadere hazırlanmış şu yenik askerlere benziyor hayat.” (YC, s.37)

Oya Baydar’ın son romanı ‘Yazarlarevi Cinayeti’nde geçiyor bu dize. Aragon’dan bir dize… ‘Mutlu Aşk Yoktur’ şiirinden… ‘Elveda Alyoşa’ öykü kitabındaki ‘Bir Düğün Fotoğrafı’ öyküsünde de geçiyordu. Hem de öykü boyunca üç kez kullanılmıştı; ama dizedeki ikişer sözcük değiştirilerek:

Bir başka kader için donatılmış şu ölü askerlere benziyor hayat.” (EA, s.49)

Bir başka amaç için hazırlanmış şu yenik askerlere benziyor hayat.” (EA, s.50)

Bir başka zafer için donatılmış şu ölü askerlere benziyor hayat.” (EA, s.55)

– Oya Baydar –

Oya Baydar’ı okurken mutlaka başka okumalara çıkar yolunuz. Uzun uzun düşünür durursunuz, tek bir dize neden üç ayrı çeviri? Ölü askerler mi, yenik askerler mi? Ya da başka kader için donatılmak, başka amaç için hazırlanmak, başka zafer için donatılmak? Hangisi?

Yazarlarevi Cinayeti’nde Oya Baydar bu kez Ceren’in, Şair’in, Engin’in hikâyesine odaklanırken Ada’yı da anlatıyor okurlarına. Ada, Marmara Adası. Oya Baydar’ın kendisinin de ‘80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri’nde belirttiği için öğrendiğimiz, yılın yarısını geçirdiği Ada.

Ceren, yirmi iki yıl sonra çocukluğunun güzel anılarının geçtiği Ada’ya babasının ölümünden sonra boş kalan ev için bir karar vermek üzere dönüyor. Anne ve babasının herkesin imrenerek baktığı mutlu evlilikleri Ceren on beş yaşına geldiği yıl, annesinin “Bir süre ayrı yaşayacağız” diyerek kardeşine ve ona duyurmasıyla bitmiş; bundan sonra kardeşi Cem’in babasının davetiyle gidip gelmesine, güzel anılarla dönmesine rağmen Ceren, Ada’ya bir daha hiç gelmemiş, bu ayrılığı da kabullenememiştir. Kırgındır babasına Ceren.

Baba; ünlü bir yazar, ödüller almış, çok okunan, beğenilen romanlara imza atmış bir isimdir. Annesi ile ayrılıklarının sebebi de aslında yazmak için yoğunlaşabileceği bir zamana ihtiyaç duymasıdır. Yazar, bu ayrılıktan sonra dünyanın farklı coğrafyalarını gezmiş, yazmaya devam etmiş, yine nerdeyse her yazdığı kabul görmüştür.

Onu Ada’ya götüren teknenin küpeştesine dayandığı andan itibaren Ceren, Ada’da geçen yazlarını hatırlamaya başlar. Babasının evin bahçesinde edebiyata meraklı Adalı gençlere kucak açtığı, edebiyat saatleri düzenlediği, yazmaya hevesli gençlerin yazdıklarını değerlendirdiği, onlara yol göstermeye çalıştığı zamanları… Kiminde kendisinin de bu toplantılara katıldığı anlar gözünün önüne gelir Ceren’in. Yazar, sonradan evi “Yazarlarevi”ne çevirmiş, burada yerli yabancı pek çok yazarı ağırlamış, onların eserlerini yazarken ihtiyaç duyacakları edebiyat ortamını sağlamaya çalışmıştır.

Ceren’in zihni karışıktır. Ada’daki evin her köşesinde günün farklı saatlerinin tadını farklı şekilde çıkarmayı bilen babasının, birlikte yaşadıkları dönemde sadece günbatımlarında olmayı sevdiği Masa Kayası’ndan düşerek ölmesi onu düşündürtmektedir. “Önce ufukta beliren, giderek kızıllaşan bir altın küre, denize düşen altın sarısı ışık, sonra kızaran ufuk, uzakta, karşı sahillerdeki tepelerin üzerinde kor kırmızısı güneş, sonra ağır ağır kızıldan eflatuna dönen gökyüzü, mor dağlar, turuncu deniz, sütmavisinden laciverdiye evrilen gökyüzü… Babamın defalarca yazdığı, neredeyse kalıplaşmış tasvir.” Annesinin bu kalıp ifadeleri kullanmasına karşı çıktığını, değiştirmesi gerektiğini söylediğini hatırlar Yazar’a. Yazar’ın en iyi eleştirmeni annesidir. “Okur beğeniyor ama, derdi babam. Okur beğenisi önemlidir tabii, sen yine de bana güven, derdi annem, babamı sevgiyle öpüp işi şakaya vurarak.” (YC, s.22)

Ceren, idolü olan babasının onu terk ettiğini düşündüğü için çocuk aklıyla ondan hınç aldığını düşünerek Ada’ya gelmez. Çocukluktan çıkıp gençliğe geçerken de arkadaşlarıyla tatil yapmak daha cazip gelir. “Hayat, yatağı değiştirilmiş bir ırmak gibi, eskisi kadar gür olmasa da usul usul akmayı sürdürdü. Bu da babamın kalıplaşmış cümlelerinden biriydi aslında, benim dilime de takılmış işte” diyor romanda Ceren. (YC, s.26)

Oya Baydar da okuru düşündürtüyor asıl mesele üzerinde: Yazarın kendi anlatmak istediğini kendine göre mi yazması gerekir, yoksa okur beğenisi, o günün kabul gören söylemleri, temaları, ilgi çeken konularını mı? Romanda bu tema, üstten akan cinayet mi, kaza mı, okuru merakta bırakan bir olay akışı olsa da, Oya Baydar’a özgü ince bir anlatımla bütün dokuya yayılarak işlenmiş.

Ada’ya ulaştıktan sonra Ceren; babasının Ada’daki hayatının tanığı olan evin yemek ve temizliğiyle ilgilenen Sultan, gençliklerinden bildiği Adalı edebiyat meraklısı gençlerden olan Şair ve Engin’le konuşarak babasının son zamanlarını öğrenmeye, alışkanlığı dışında bir saatte Masa Kayası’na neden gittiğini anlamaya çalışır. Şair’in, Şair’in karısı Gül’ün, Engin’in, Sultan’ın anlattıkları ya da anlatmayıp kendilerine sakladıklarıyla; babasının çalışma odasındaki kilitli dolapta bulduğu yazarının kendi imkânlarıyla bastırdığı anlaşılan küçük bir romanla, bir parfüm şişesi, yasemin ağırlıklı, manolyayla karışık, çiçek bazlı bir kokuyla… Hepsi yarım bırakılmış anlatılanlarla Yazarlarevi’nin son konukları olan yaşlı bir kadınla onun oğlu mu, yoksa aralarında başka bir yakınlık mı olduğu anlaşılamayan iki kişiden söz edilmesiyle Yazar’ın ölümü bir kaza mı, cinayet mi diye kuşkuya düşmesine sebep olur Ceren’in.

Oya Baydar’ın ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’ romanı üzerine Son Baskı’da yayımlanan yazımı (*) yazarken pandemiyle yeni tanışmıştık ülke olarak. O ilk günlerin ne olduğunu bilmediğimiz ve anlamlandıramadığımız ama doğanın ne kadar değerli olduğunu, insanın hırslarını törpülemesi gerektiğini anladığımıza inandığımız, daha doğrusu inanmak istediğimiz günlerden geçiyorduk. O ilk günlerin can havliyle söylenenlerin samimi duygu ve düşüncelerimiz olduğuna kendimizi bile ikna ettiğimiz zamanlardı çünkü. O günün yaşananlarına da öyle denk geliyordu ki romanda anlatılanlar!

– Neşe Apaydın, Son Baskı, 7 Nisan 2020 –

Oya Baydar, yazarlığının başından, yani 1991’de yayınlanan ‘Elveda Alyoşa’dan beri, her kitabıyla takip ettiğim bir yazar. O, her eseriyle içinden geçilen süreçlerin ruhunu, meselesini yakalayan, onu kendi yaşam tecrübesinden, düşünce süzgecinden geçirerek kaleme alan, tarihe not düşen bir yazar olmayı sürdürüyor.

Başka bir kadere hazırlanmış şu yenik askerlere benziyor hayat.

Yazarlarevi Cinayeti’, başka yan hikâyeler anlatıyor gibi dursa da aslında yazmak, yazar olmak, ün kazanmak, çok okunmak, kabul görmek, ödül almak meselelerini yazar penceresinden veriyor. Ancak romanın ölü kahramanı Yazar, çok ünlü ve kabul görmüş, ödüller almış bir yazar olmasına rağmen “başka bir yazış tarzı”, “kendini aşan” yeni bir üslup arayışından hiç vazgeçmiyor. Üstelik ünlenmek, beğenilmek, kabul görmek ya da “iyi olmak”ın tamamen yazarın yeteneği, eserin güçlü olmasıyla ilgili olmadığını da tartışıyor bir taraftan.

Peki, alışıldık kalıp ifadelerle yazıp dururken Yazar, üstelik karısının eleştirilerini “okur beğeniyor” diye geçiştirirken birden ne olmuş, ne değişmiştir de “yeni bir üslup”, “şiirsel bir dil”, “düzyazıyla yazılmış bir şiir” yazma sevdasına kapılmıştır? Yazarın başka yazarı, başka dili, üslubu kıskanma, onu yakalama, aşma arzusu da yazma serüvenine dâhildir herhalde. Yazar değilim, bunu bilmiyorum.

Ceren’in Ada’ya gelip Yazarlarevi’yle ve babasının son zamanlarıyla ilgili sorular sormasıyla geçmiş günleri hatırlar Şair. 2000’li yılların başlarıdır; Şair, Ada’dan hiç ayrılamamış, Engin öğretmen olup Güneydoğu’ya gitmiş ama geri dönmek zorunda kalmıştır Ada’ya. Artık ilk gençlik yılları geride kalmış Şair ve Engin de otuzlu yaşlarına gelmişler, yazar ya da şair olamayacaklarını bilseler de iyi okur olmaktan vazgeçmemişlerdir. Engin o günlerde Samih Rifat’ın yeni basılan ‘Ada’ kitabını okumuş, çok etkilenmiş, Şair’le de paylaşmıştır. ‘Ada’da Samih Rifat, çocukluğundan gençliğine kadar yazlarını geçirdiği Marmara Adası anılarını anlatmaktadır. Şair (Yusuf) ve Engin bu kısa metni “düzyazıyla yazılmış şiir” olarak tanımlarlar ve Yazar’a “edebiyat duygularının ne kadar geliştiğini, inceldiğini, saf edebiyatı anladıklarını göstermek” için kitaptan söz ederler. Ama Yazar’ın beklediklerinin aksine tepkiler verdiğini, keyfinin kaçtığını görünce nerdeyse kitaptan söz ettiklerine pişman olurlar.

Bu tartışma roman kahramanının kendini aşma çabası bağlamında Yazar’ın tartıştığı bir mesele ama diğer taraftan da okur olarak bizim de sorgulamamızı sağlıyor. Günümüz edebiyat dünyasına, ödüllendirmelere, görmezden gelinenlere, beğenilenlere, sizin okur olarak görebildiklerinizin bazen tanınmış ve kabul görmüş eleştirmenlerce dikkate alınmamasına tanık oluyoruz, şaşırıyoruz, bunlar üzerine düşünüyoruz. Herkesin birbirini övüp parlattığı bir ortamda, üstelik aralarında ne gibi ilişkiler olduğunu bilmeden sadece kendi birikim ve zevkinizle yorum yapan okur olmak, metne odaklı bir dikkate sahip okur olmak da zor. Bir taraftan da biliyorum ki gerçekten neyin değerli neyin değersiz olduğunun anlaşılmasının zamanın adaletli ama kaplumbağa adımlı ellerinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Zaman her şeyi yerine koyacak, bugüne kadar olduğu gibi.

Oya Baydar ne diyor ‘80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri’nde?

Bu yaşa gelmişsin, bir ayağın çukurda, sana göre mesele yok; gençleri, geleceği düşünmeden bencil bir ihtiyar olarak çöküşe tanıklığın keyfini çıkarmaya bak diye eleştirebilirsiniz. Böyle bir değerlendirme, 80 yıllık yaşamı boyunca dünyaya ve insana karşı marazi bir sorumluluk duymuş, bir yandan 60’ların ‘Sorumluyum ben çağımdan’ türküleriyle, öte yandan rahibeler okulunda ‘Her şeyden sorumlusun ve hep günahkârsın’ Katolik ahlakıyla yoğrulmuş birine haksızlık olur.” (80YZZG, s.10)

Oya Baydar, romanlarında ve öykülerindeki çocuğuna ‘Küçük Prens’i okutarak büyüten kahramanlar gibi… Onun roman kahramanlarının çocuklarını neden ‘Küçük Prens’in hikâyesiyle büyüttüklerini de daha iyi anlıyoruz yukarıdaki sözlerini okuyunca.

Tilki sustu ve uzun bir süre Küçük Prens’i süzdü: – Ne olursun evcilleştir beni, dedi. … Yalnız evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin, insanların tanımaya ayıracak zamanı yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan, beni evcilleştir işte…” (KP, s.85)

Küçük Prens’e evcilleştirdiğin her şeyden sorumlu olduğunu da söylüyor ama tilki. “Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır” diyor. “Evcilleştirdiğin şeyden her zaman sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun.” (KP, s.89)

60 yıl önce aşkın ve bilimin peşindeydim, 50 yıl önce dünyayı değiştirecek devrimin yolunda. 40 yıl önce ülkemi terk etmek zorunda kaldığımda umudum da gücüm de yerindeydi, yeniden başlamaya hazırdım. 30 yıl önce, 30 yıllık yaşam birikimini heybeme yükleyip 50’mde edebiyata döndüğümde, yaşımı hissetmiyordum, yeni bir başlangıç eşiğindeydim. 20 yıl önce barışçılarla birlikte savaşları durdurmaya çalışıyordum.” (80YZZG, s.315)

Oya Baydar, ‘Günlükler’i bitirirken neden ‘Yazarlarevi Cinayeti’ne ara verip günlükleri yazdığını da söylüyor bize: Yok oluşa direnme, Covid-19’un henüz aşının bile olmadığı 65 yaş üstünün sürekli evlere hapsedilerek korunmaya çalışıldığı zor günlerinin izlenimlerini anlatmak.

Bir de okurlarına bir sözü var Oya Baydar’ın:

Bundan sonra, günün karanlığına inat geleceğin filizlerine, o çoban ateşlerine yoğunlaşacağım. Söz veriyorum: 90 yaş günlükleri daha iyimser ve umutlu olacak!” (80YZZG, s.320)

Ben bir okur olarak Oya Baydar’ın yazdıklarını beklemeye devam edeceğim, mademki 90 yaş günlükleri daha iyimser ve umutlu olacak.

Tilki, Küçük Prens’e dedi ki:

Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur, sözgelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Her dakika mutluluğum artar. Saat dört dedi mi meraktan yerimde duramaz olurum. Mutluluğumun armağanını veririm sana. Ama gelişigüzel gelirsen, içimi sana hangi saatte hazırlayacağımı bilemem. Ayinsiz olmaz.” (KP, s.86)

Yazarlarevi Cinayeti’ni okurken iyileştim, tazelendim, yarına olan inancım güçlendi. İyi edebiyat insanın ruhunu iyileştirir, dünyayı güzelleştirir. İyi edebiyatla kalın.

NOTLAR:

– ‘Yazarlarevi Cinayeti’, Oya Baydar, Can Yayınları, 2022.

– ‘80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri’, Oya Baydar, Can Yayınları, 2021.

– ‘Küçük Prens’, Antoine de Saint-Exupéry (Çev. Tomris Uyar), Can Yayınları, 1995.

(*) Neşe Apaydın’ın “KORONA GÜNLERİNDEN ‘KÖPEKLİ ÇOCUKLAR GECESİ’NE DOĞRU MU?” başlıklı yazısını okumak için tıklayınız.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar