YAZA VEDA EDERKEN AGOTA KRISTOF’TAN BİR ÜÇLEME: ‘BÜYÜK DEFTER’ – ‘KANIT’ – ‘ÜÇÜNCÜ YALAN’
-ADANA-
Yaz bitti. Eylül de yarılandı geçti… Sonbahar başlıyor, sombahar… Deniz, kum, güneş Akdeniz’de hâlâ hüküm sürse de artık kızıl, sarı, yeşil renkleriyle bir Batı Karadeniz ormanı ruhum…
Son demler Ankara’da… Agota Kristof’un üçlemesi; ‘Büyük Defter’, ‘Kanıt’, ‘Üçüncü Yalan’la veda… Ankara’ya da, fark etmeden geçen yaza da…
1935’te Macaristan’da doğan, 1956’da ülkesinden kaçıp İsviçre’ye yerleşen, bir taraftan fabrikada çalışırken bir taraftan da Fransızca öğrenen, tiyatro oyunları yazan Agota Kristof’un dilimize çevrilen dört romanı var gördüğüm kadarıyla. ‘Büyük Defter’, ‘Kanıt’ ve ‘Üçüncü Yalan’ tek ciltte toplanmış Yapı Kredi Yayınları’nın baskısında, Ayşe İnce Kurşunlu’nun çevirisiyle. Dördüncü roman da yine aynı çevirmence Türkçeye kazandırılmış ve aynı yayınevinden çıkmış.
Kitabın arka kapağına bakarsanız, “Zaman ve adın olmadığı bir coğrafyada savaşın yıkımını anlatıyor” ifadesini görürsünüz ‘Büyük Defter’, ‘Kanıt’ ve ‘Üçüncü Yalan’ için. Anneannelerine emanet edilen ikizler üzerinden savaşın yıkımını okumaya hazırlanın.
‘Büyük Defter’, romanın kahramanı ikizlerin, anneleri tarafından bütün gece süren yolculukla Büyük Şehir’den getirilip Küçük Şehir’de kentin dışında oturan anneanneye teslim edilmesiyle başlıyor. Bir savaş sürmektedir ve Büyük Şehir’de can güvenliği kalmamıştır. Baba cephededir, anne ondan altı aydır haber alamamaktadır. Büyük Şehir’de yiyecek sıkıntısı baş gösterdiğinden çocuklar köylere, bazen bir yakınlarının yanına, yakınları olmayanlar ise yabancılara teslim edilmektedir. Anne ile anneanne arasında sebebi anlaşılamayan eskiye dayalı bir sorun vardır ve on yıldır görüşmediklerini, anneannenin kızının evliliğinden de torunlarından da haberdar olmadığını öğreniriz romanın en başında. Anne; içinde çocukların giysileri bulunan valizleri, battaniye ve çarşaf olan kutuları bırakır ve para göndereceğini söyleyerek gider.
“Anneanne gülüyor. ‘Çarşaf, battaniye, beyaz gömlekler, cilalı pabuçlar! Ben size yaşamak neymiş göstereceğim!’” der. (Büyük Defter, s.10)
Anneanne’nin evi Küçük Şehir’in dışındaki evlerden de uzaktadır ve bu evin devamı barikatla kesilmiş tozlu bir yoldur. Omzunda makineli tüfeği, boynunda dürbünüyle bir askerin nöbet tuttuğu yolun ötesine geçmek yasaktır. O tozlu yasak yolun bir tarafı ise ormandır. Evin yakınlarından bir dere akmaktadır. Anneanne çocukları ormana girip kaybolmamaları için uyarır, kaybolurlarsa onları aramayacaktır.
İkizler için anneannenin evinde bir yaşam başlar. Anneannenin bakımsız ve pis evinin bir odası yabancı bir subay tarafından kiralandığından kilitlidir, anneannenin yatak odası kilitlidir; bu yüzden ortak kullanım alanı mutfak dışında tavan arası, evin altındaki tıka basa yiyecek dolu kiler gibi yerlere girmeleri mümkün değildir. İkizlerin yatacağı yer ortak kullanımdaki mutfaktır.
Çocukların Anneanne’ye karşı yerine getirmeleri gereken görevler vardır. Bunları yerine getirmezlerse yemek verilmeyecek, mutfağa alınmayacak, geceyi bahçede geçirmek zorunda kalacaklardır. İkizler başlangıçta Anneanne’ye boyun eğmezler ve onun bostanındaki çiğ sebze ve meyvelerle beslenip geceyi evin dışında geçirmeyi göze alırlar. Sabah Anneanne ürünlerini satmak için pazara gidince bahçeyi sular, keçileri dere kenarına götürür, domuzları beslerler. Anneanne onları odun yararken bulur pazar dönüşünde. Yaşlı biri çalışırken bir şey yapmadan beklemenin kendilerini utandırdığını söylerler.
Zaman içinde ikizler evin yakınındaki dereyi, sular çekildiğinde taşlara basarak karşı kıyıya geçmeyi, yakındaki büyük ormanı keşfederler ve bombardımanda yıkılan evlerin kalıntılarından bir köprü yapmayı başarırlar; suyun üzerinde biriken ağaç dallarına takılan balıkları yakalamayı öğrenirler.
Anneanne hiç yıkanmaz, kıyafetlerini değiştirmez, başındaki siyah başörtüsü yemeklerden sonra ağzını silme işine yarar. Başlangıçta ikizler anneleriyle yaşarken edindikleri temizlik alışkanlıklarını arar ve beklerler; ama onlara bu türlü ihtimam gösterecek bir anneanne değildir yanına bırakıldıkları. Bir süre sonra yemek yaparken ellerini yıkamayan, burnunu koluna silen anneanne gibi olmaya, onun gibi kokmaya başlarlar.
Anneanne sık sık ikizleri elleriyle, süpürgeyle, ıslak bezle döver, kulaklarını, saçlarını çeker. Nedenini anlamadıkları halde başkalarından da şiddet görür çocuklar. Bu darbeler onların canını yakar, onları ağlatır. Bir süre sonra bu şiddete dayanabilmek için vücutlarını geliştirmeye karar verirler. Birbirlerine tokat atmaya, yumruklarıyla birbirlerinin yüzünü gözünü morartmaya başlarlar. Elbiselerini çıkarıp çıplak vücutlarına kemerle vururlar. Bu, acıya dayanmanın bir yolu olarak sertliği giderek artan bir alıştırmadır. Kimi gün aç kalmaya alışmaya çalışırlar, Anneanne yemeğe çağırsa bile yemezler, yaşlı kadının her gün pişirdiklerinin aksine lezzetli görünen ve güzel kokusunu salan bir fırında tavuk olsa bile.
Anneanne ikizlere adlarıyla değil, sürekli “it oğlu itler” diye seslenir. Küçük Şehir’deki herkes çocuklara nedenini anlayamadıkları hakaretamiz sözler sarf eder.
“Annemiz bize, ‘Canlarım. Aşklarım. Mutluluğum. Tapılacak bebeklerim’ derdi.
Bu sözcükleri hatırlayınca gözlerimiz doluyor.
Bu sözcükleri unutmalıyız; çünkü artık kimse bize böyle söylemiyor, bu sözcüklerin anısı da taşınamayacak kadar ağır.
Böylece alıştırmaya başka bir yönden başlıyoruz.
Şöyle diyoruz: ’Canlarım. Aşklarım. Sizi seviyorum… Sizi hiç terk etmeyeceğim. Yalnızca sizi seveceğim… Her zaman… Sizler benim hayatımsınız…
Tekrarlanmaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.” (Büyük Defter, s.24-25)
Anneanne’ye bırakıldıklarında çocuk yaşta ikizler, yedi sekiz yaşlarındalar. Olup biteni çözebilecek, anlamlandırabilecek yaşta değiller. Anne sevgisiyle kuşatıldıkları bir ortamdan birdenbire önceden varlığından bile haberleri olmayan sert, katı kuralları olan acımasız yaşlı bir kadının yanına bırakılmışlardır. Anneanne’nin dediği gibi onun öğrettiği dünyayı, o dünyanın kurallarını öğrenmeye başlarlar. Bu dünya sevgisiz, acımasız, bütün korunmalardan uzak ve katıdır; bu dünyada ikizler tek başlarına hayatta kalmaya çalışmak zorundalar, sığınacak bir liman yoktur.
Zamanla bu evdeki yaşama uyum sağlar ikizler. Tavan arasına çıkan merdiveni testereyle kesip anneannenin düşmesine, böylece artık oraya çıkmaktan vazgeçmesine neden olurlar. Tavan arasına çıkış yeri, subayın kaldığı odanın kapısının üstüne denk gelmektedir. Buradan bir halatla tırmanarak yukarı çıkmayı başarırlar. Tavan arasının zeminine açtıkları küçük deliklerden bütün odaları gözetlemeye, evin kilitlerini açan bir anahtar yaparak kimse yokken odalara girip çıkmaya başlarlar. Böylece tavan arasının zeminine açtıkları deliklerden yabancı subayın odasına gelen başka bir subayla yaşadıklarını; Anneanne’nin geceleri odasına girince bile başındaki örtüyü çıkarmadığını, dolaptan bir içki alıp bitirinceye kadar içtiğini, içtikçe anlamadıkları bir dilde sürekli kendi kendine konuştuğunu, çekmecelerinde değerli takılar sakladığını görürler.
Annelerinin sıkı tembihlerle bıraktığı kompozisyon defterini, babalarına ait olan sözlüğü, anneanneden gizlemek istedikleri eşyaları tavan arasına taşırlar. Anneleri ile beraberken edindikleri alışkanlıkların dışındaki bu yeni hayatta kompozisyon defteri yazma alıştırmaları, sözlük ve kutsal kitap okuma pratikleri için temel kaynakları olur. Yaşadıklarını deftere kaydetmeye başlarlar; ama bu kayıt sadece “gerçekleri, olanı, görüp duyduklarını” içermelidir. Yorum yapmadan yazılmalıdır her şey:
“Örneğin Anneanne bir Cadı’ya benziyor yazmak yasak; ama insanlar Anneanne’ye Cadı diyor yazmak serbest. … Çok ceviz yiyoruz yazabiliriz; ama ceviz severiz yazamayız, çünkü sevmek kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. Ceviz sevmek ile Anneanne’mizi sevmek aynı şeyi ifade edemez. Birinci cümle ağızdaki hoş bir tadı belirtir, ikincisi duyguyu.” (Büyük Defter, s.31)
Bir süre sonra geceleri evden ayrılıp Küçük Şehir’in bütün meyhanelerine girip çıkmaya başlarlar, armonika çalarak gösteri yapar, para kazanırlar. Bu gösterilerde ikizlerden biri kör, diğeri sağır taklidi yapar. Gören, körün görmediklerini; duyan, sağırın duymadıklarını aktarır diğerine… Kazandıkları parayla kentin merkezindeki kitapçıdan kalem ve kâğıt alırlar, altı delinen botlarını yenilemeye çalışırlar. Tavan arasına çekildiklerinde okuma alıştırmalarına ve yaşadıklarını yazarak yazma alıştırmalarına devam ederler.
‘Büyük Defter’, birinci çoğul kişiyle anlatılıyor alt başlıklarla, kısa kısa bölümler halinde. İkizler bütün yaşadıklarını birlikte anlatıyor, adları yok, hiç belirtilmiyor. Hatta Anneanne, komşu yaşlı kadın, onun kızı Tavşandudak, Papaz, papazın yardımcısı Hizmetçi, Anneanne’nin kiracısı yabancı subay, subayın emir eri Posta olarak geçiyor romanda kahramanların adları. Bu kişilerin de ayrı ayrı, çok değişik insanlık hallerini temsil ettiğini okuruz roman boyunca.
Sonra… Sonra savaş bitiyor ve zafer kazanmış yeni yabancı ordunun askerleri Anneanne’nin evinin önünden geçiyor, geçerken her yer yağmalanıyor, yakılıyor; yenilenlerin rütbeleri sökülmüş askerleri, tutsaklar, yerinden sürülenler başları önlerinde trenlere binip nereye olduğu bilinmeyen bir yerlere doğru, ne zaman dönecekleri meçhul kenti terk ediyorlar.
Ve sonunda Baba da dönüyor, geliyor. Bu geliş, Anneanne’yi “Şu işe bakın! Gerçekten bir kocası varmış” (Büyük Defter, s.130) diye şaşırtıyor. Baba yıllarca çocuklarından haber alamadığını, politik görüşleri yüzünden tehlikeli bulunduğunu, işkence gördüğünü anlatıp tırnakları sökülmüş ellerini gösterir. Savaş kaybedildiği için ülkede kalması tehlikeli olduğundan sınırı geçmek istediğini belirtir.
Uzun zamandır burada yaşayan çocuklar nöbetçi askerin beklediği mayınlı yolu, tehlikenin büyüklüğünü anlatırlar babalarına. Baba’nın ne kadar tehlikeli olursa olsun bu riski göze almak istemesi üzerine ona yardım etmeye karar verirler. Baba uyurken yolda keşif gezisi yaparlar, nöbetçinin kör noktasına gelen yeri tespite çalışırlar, Anneanne’nin hazinesini bir torbaya doldururlar. Baba uyanınca ona kahvaltısını verirler ve sınırdan geçirecekleri yola çıkarırlar.
“Evet, sınırı aşmanın bir yolu var: Birini önden göndermek.
Birimiz elinde torba, ayak izlerine basarak, sonra da babamızın hareketsiz bedenini çiğneyip öbür ülkeye geçiyor.
Kalan, Anneanne’nin evine geri dönüyor.” (Büyük Defter, s.136)
‘Büyük Defter’ böyle bitiyor. Savaş yıkımdır. Sadece ayrılıklar, bedensel ölümler mi? İnsanca dediğimiz, insanlık diye tanımladığımız iyi, güzel, yapıcı olarak nitelediğimiz ruhun da yıkımıdır. Adı bilinmeyen bir savaşın ortasında, önceden varlığından bile haberdar olmadıkları bir anneannenin yanında yedi sekiz yaşlarından on beş yaşına kadarki dönemde hayatta kalma mücadelesi veren çocuk ruhların da yıkımıdır. Savaş; sevgisiz, anlayışsız, güvensiz, bencil, yalnız ruhlar yaratmıştır.
İkinci roman ‘Kanıt’, ikizlerden birini, geride kalan Lucas’ı anlatıyor. Artık bu romanda anlatıcı üçüncü tekil kişidir; anlatı başlangıçta Lucas’a odaklanmıştır, o nedenle de o anlatıcının anlatmayı uygun gördüğü kadarını takip edebiliyoruz romanda. İkizi sınırı geçtikten sonra Anneanne’nin evine dönen Lucas, Küçük Şehir’deki hayatına devam eder.
‘Kanıt’ı okurken bir süre sonra acaba diyor okuyucu, Lucas’ın ikizi hiç olmadı mı, ‘Büyük Defter’de anlatılanların ne kadarı gerçekti? Çünkü kardeşi ile birlikte armonika çalıp gösteri yaptığı meyhanelerde tek başına çalarken, kardeşiyle gezdiği kentte dolaşırken onları tanıyan kimse sormuyor diğer ikizi. Ta ki ‘Kanıt’ın sonlarına doğru Küçük Şehir’in garında Claus trenden ininceye kadar… Claus, anlıyoruz ki çok zaman önce sınırı geçen ikizdir. Kent onun bıraktığından sonra değişmiştir. Anneannenin evinin yerinde bir spor salonu yapılmış, kâğıt kalem aldıkları kitapçı çoktan ölmüştür. Onun yerine karşısına Lucas’ı tanıyan, ona çok yakın olan Peter çıkar. Peter önce karşısındakinin yıllar önce ortadan kaybolan Lucas olduğunu düşünür, Claus’a inanamaz. Biraz konuşunca gelenin Claus olduğuna ikna olup Lucas’ın buradayken yıllar boyunca yazdığı, giderken kardeşine verilmek üzere kendisine teslim ettiği defterleri verir.
Okuyucu bu farklı anlatıcılarla ilerleyen romanda bir kez daha hikâyeyi anlatan kim, onu yaşayan hangi ikiz, düşünmeye başlar. ‘Kanıt’ta hikâyeyi anlattığı söylenen Lucas’ın hayatına giren Yasmine, onun sakat doğmuş oğlu Mathias, Lucas’ın hayatında Mathias’tan sonraki en önemli kişi Peter, kitapçı Victor, geceleri uyku tutmayan eski evi yetimhane olan adam ve tabii kütüphanede çalışan Clara vardır. Sorunları kökünden çözmek için yapılan savaş, daha iyi olacağına inanıldığı için getirilen yasaklara dayalı yeni düzen bu insanların hepsini ayrı ayrı yaralamıştır. En büyük travmalardan birini Clara yaşamıştır. Kocası Thomas, yıllarca tutuklu kalmış; idam edilmiş, sonradan suçsuz olduğuna karar verilmiştir. Thomas’ın kaybı Clara’nın ruhunda onulmaz yaralar açmıştır.
‘Üçüncü Yalan’ ise iki bölümden oluşuyor. Bu romanda birinci tekil anlatıcı kullanılmış. İlk iki romanda anlatılanlar yeniden ve ilk iki romanda tek boyutlu verilenler iki ayrı karakterin bakış açısıyla veriliyor. İlk iki romandaki kurgudaki hiçbir olay, hiçbir durum açıkta bırakılmadan yerine oturuyor böylece. ‘Üçüncü Yalan’ın birinci bölümü sonlanırken romana adını veren üç yalan, sınırı geçen ikiz ve onun sınırın ötesindeki hayatının ipuçları tekrar üçüncü tekil anlatıcıya devredilen bakış açısıyla veriliyor. Böylece romanın bütünündeki anlatıcının dışında bir bakış açısına daha yer veriliyor. İkinci bölümde yine birinci tekil anlatıcı var; ama anlıyorsunuz ki bu anlatıcı, birinci bölümdeki anlatıcı değil. Savaş bitmiş, savaşı kazananların da askerleri gitmiş, zaferden sonraki siyasal oluşum da artık sona ermiş. Yeni bir zaman, yeni bir anlayış var ama yaşanmış hiçbir şey iz bırakmadan geçip gitmemiş; insanlardan, kentlerden, doğadan…
Romanları bitirdiğinizde yine aynı sonuca varıyorsunuz: Savaş yıkımdır. Savaş insanlığın yitimidir. Gidenler dönse bile döndükleri yer de insanlar da artık aynı değildir; çünkü kalanlar da kalmanın yükünü ve acısını çok derinden yaşamışlardır. Sınırı geçen ikiz, çok şey yaşamış ve başka biri olmuştur; gerçi o, sınırı geçmeden de zaten çok başka şeyler yaşamıştı. Geriye dönerken bıraktıklarının aynı kalmasını, değişmemesini beklemek mümkün mü? Geride kalan ikizin yaşadıkları ise bambaşka bir yıkımın, parçalanmışlığın ağırlığını taşıyor. Üstelik geride kaldığından başka türlü bir yükü taşımak da ona düşüyor.
Agota Kristof’u ve Macar edebiyatını ilk kez okudum. Kurgu güzel, anlatım başarılı. Bunda tabii önemli bir pay da çevirmende. Sonra biraz araştırdım; okurken fark ettiğim birkaç yerdeki atlamalar, sansürlenmiş cümleler olmasından kaynaklanıyormuş. Bu haliyle bile sizi irkilten, sert bir metin ama o cümlelerdeki atlama hangi kaygının sonucu, bilinmez. Dünyada insanın yaşadığı ve diğerlerine yaşattığı bazen dillendirilemeyecek kadar ağır galiba.
Uzun sıcak yazı, salgının kontrol altında olduğuna inanmak isteyerek geçirdik. Şimdi yaz bitti. Uzun güneşli saatler, dalgaların kıyıya vuruşu, izleri hafızasına almayan kumlar, esintilerle taşınan müzik sesleri gerilerde kaldı… Yaz bitti.
Şimdi eylül.
“Sevgilim, işte eylül / Ve işte senin usul usul seğiren yüzün. / Zaman ki sonsuzdur / Bitmemiş şiirler gibidir. / Bazı hüzünleri / Bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir. / Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık / (İsteğin bulanık kıyısında). / Bundan değil midir bizim aşkımızda / Sürekli bir akşam hüznü vardır.” diyor şair. (İlhan Berk, ‘Otağ’)
“Tırnak içine alınmış” bir zamanda yaşıyoruz, mevsimden iklimden bağımsız bizi tutsak eden korona günlerinde yaşamdan payımıza düşenleri… Güzel şeyler de olsa yaşadıklarımız galiba ondan, hep bir akşam hüznü taşıması…
“Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.” (Mevlana) O halde önce yeni bir okumanın peşine düşmek zamanı…
NOT: Agota Kristof, Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan, YKY, 2019 baskısı kullanılmıştır.