EDEBİYAT 

ŞÜKRAN YİĞİT’LE ‘BURASI RADYO ŞARAMPOL’

Leonard Cohen söylüyor çok kısık sesle gecenin ilerleyen saatinde, odamda: “Suzanne takes you down to her place near the river / You can hear the boats go by, you can spend the night beside her” (*)

Bir romanın ilk cümlesine dikkat eder misiniz elinize aldığınızda? Dört yüz – beş yüz sayfalık, belki daha fazla, bir macera hangi cümleyle başlarsa ilginizi çeker?

Yepyeniydi kitap, kapağı bembeyaz, sayfaları tertemizdi, sanki hiç okunmamış gibiydi. O öğleden sonra, üzerimde gecelikle, Mine Abla’nın dikiş makinesinin sesi, Hacı Teyze’nin mutfaktan gelen tıkırtıları ve açık camlardan içeri dolan Şarampol’ün uğultusu arasında okuduğum o ilk cümlenin; bana hem çok uzak hem de hemen yanı başımdaymışçasına yakın bir hayatın özeti gibi gelen o ilk cümlenin büyüsünü hep içimde taşıyacaktım: ‘İşçilerin yaşadığı dış mahallenin dumanı ve yağ kokusu içinde, fabrikanın düdüğü her gün böğürüp titreşirdi.’*” (BRŞ, s.25)

Burası Radyo Şarampol’ün kahramanı Filiz de romanda işte böyle bir tecrübeyi yaşıyor, okumayı seven kim bilir kaç okurun yaşadığı gibi.

Aralık ayının soğuk bir günü battaniyemin altına sığınıp “Artık keyifli bir roman okumak istiyorum” diye kaldırdım romanın kırmızı kapağını.

On dört yaşındaydım. Hiçbir şeyimiz yoktu. Yoksulduk. Yoksul ama mutsuzduk. Şarampol Mahallesi’ne temmuzla birlikte çöken güneşin altında annelerimiz Dokuma’ya, babalarımız restoran mutfaklarına çalışmaya giderlerdi. Birbirimizden başka hiç ama hiçbir şeyimiz yoktu.” (BRŞ, s.9)

Burası Radyo Şarampol’ de, on dört yaşındaki Filiz’in bu sözleriyle başlıyor işte. Ve gözümün önünde annelerin işçi, babaların restoran mutfaklarında aşçı olduğu, yan yana bloklar halinde dizilmiş evlerde yaşayan, Antalya sıcağına pencerelerini açıp vantilatör çalıştırarak dayanmaya çalışan, televizyonlardaki filmlerdeki gibi “yoksul ama mutlu” olmak isteyen insanlarla dolu bir mahalle canlanıyor.

Şarampol Mahallesi burası… 

Şarampol Mahallesi’ni hiç duymuş muydunuz? Ben Antalya’nın Şarampol Mahallesi’nin adını, bu romanla duydum.

2021’in son ayında, derslerin, yaklaşan dönem sonu telaşının, bir yılın daha bitiyor olmasının karmaşık duygularının arasında, üstelik bir akademik dergiye gönderdiğim yazımın son düzenlemeleri de çok zamanımı alıyordu o günlerde, üç roman okudum arka arkaya. İkisi kasım ayında çıkmıştı, çok konuşuluyordu yazarları da ve romanlar da. Ama beğenmedim ikisini de. Roman olamamışlardı çünkü.

Şükran Yiğit’in romanı ise 2020’de yayımlanmıştı ve 2021 Attila İlhan Roman Ödülü’nü almıştı. Ödüllerin bile tartışmalı olduğu bir dönemde beni ‘Burası Radyo Şarampol’ü okumaya ikna eden, ödül almasından çok beğendiğim bir başka yazarın bu romanı işaret etmesi oldu.

– Şükran Yiğit –

Filiz, korkularını sıralıyor:

Annemin bir gün eve gelmek yerine Garaj’dan bir otobüse biniverip gitmesinden, babamın turist bir kadının peşine takılıp bizi terk etmesinden korkuyordum. Sıkıyönetimden, sokağa çıkma yasağından, gazetelerde ‘döndü’ denilen hayatın bir türlü normale dönmemesinden, yani kayıplara karıştığı fısıldanan Cengiz Abi’yi bekleyen Mine Abla’nın gözyaşlarının dinmemesinden korkuyordum. Aslında modern matematikten, kompozisyondan ve beden eğitimi dersinde kasadan atlamaktan da korkuyordum. Ama en çok on altı yaşına gelmekten korkuyordum. Yani annemin babama kaçtığı yaşa gelmekten ve geçen yaz, bir salı günü saat biri on üç geçe aniden yakama yapışan mutsuzluk fikrinin, Şarampol asfaltına hiç bitmeyecekmişçesine çöken bir ağustos sıcağı gibi hayatıma çöküverip bir ömür boyu peşimden gelmesinden korkuyordum.” (BRŞ, s.10)

Şükran Yiğit, ‘Burası Radyo Şarampol’e gelinceye kadar üç roman yazmış. ‘Ankara, Mon Amour!’, ‘Bir Akdeniz Kedisinin Hatıraları’, ‘Çatıkatı Âşıkları’. Yazar İstanbul’da doğmuş, Ankara’da okumuş. ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümünden mezun olmuş. Ben tersten okudum onun romanlarını, kimi zaman başka eserler ve yazarlarda da yaptığım gibi, son romanından geriye doğru. Ankara aşkımdan dolayı ‘Ankara, Mon Amour!’, adıyla beni çok etkilese de ‘Burası Radyo Şarampol’ü daha çok beğendim roman olarak.

Şükran Yiğit, romanın ilk bölümünde, yüz kırk sayfada Antalya’da Şarampol Mahallesi’nde geçen dört aylık bir süreci ince ince anlatıyor Filiz’in bakış açısıyla. Filiz’in liseye başladığı, okulun açılmasından üç hafta kadar sonra Ali’nin sınıfa geldiği, arkadaşlıklarının ilerlediği zaman nerdeyse gün gün ilerliyor. O yaz biterken Filiz’in hayatında alıştığı her şey değişmiş, çocukluğundan beri arkadaş oldukları Rengin’le araları açılmıştır. Üstelik arkadaşlıklarının neden bozulduğu konusunda ne annesine ne Mine Abla’sına açıklama yapmış, onların kendisindeki suskunluğu her zamanki inadına ya da “buluğ çağı”na girmesine bağlamalarına sessiz kalmayı tercih etmiştir. Filiz artık liselidir ama kendini hâlâ bir yerin ve bir şeyin parçası gibi hissetmemektedir. (Bu size Carson McCullers’ın ‘Düğünün Bir Üyesi’ romanındaki Frankie’yi hatırlatır mı acaba?)**

Şükran Yiğit, yalın bir dille sakin sakin bize Filiz’in bakış açısından on dört yaşında bir kızın dalgalanan duygu ve düşünce dünyasını anlatıyor. Romanda bir taraftan da gencecik yaşında evlenen, çocuk sahibi olan, işçi olarak çalışan anne (Gönül) ile tanışıyoruz Filiz aracılığıyla. Romanın çok önemli karakterlerinden biri, hem annenin hem Filiz’in en iyi arkadaşı olan Mine Abla… Mine Abla’nın “ihtilâl”den sonra saklanmak zorunda kalan nişanlısı Cengiz Abi, Filiz’in babası (Ertan), Mine’nin anneannesi Hacı Teyze, radyocu Asım, lisedeki öğretmenler… Ve tabii, Filiz’in hayatına birdenbire giren ve geldiği gibi birdenbire kaybolup giden Ali…

…Güzeldi annem, yüzüne tam olarak ne zaman gelip yerleştiğini hiç bilemediğim o acı ve soğuk ifade gelip yerleştikten sonra bile güzeldi. Banyo yapmasının ardından saçlarını kulaklarının arkasına tarar, bir sigara yakar ve açık kapıdan dışarı bakardı. …Kapıda durup sigara içtiği o anlar için ‘Benim için günün en mutlu anları bunlar’ derdi annem. Neler düşünürdü de öyle derdi? Neler geçerdi hayalinden?…” (BRŞ, s.48)

Filiz’in bütün ergenlerin yaşadığı gibi bir sorunu yok annesiyle. Aksine yaşları birbirine yakın bu ikili, anne-kız olmaktan çok arkadaş gibiler de. Bir de Mine Abla’sı var tabii, Filiz’in. Sırlarını paylaştığı, annesi işteyken onu sarıp sarmalayan, şımartan, bazen çocuk, bazen Filiz’e gerçek bir abla olan, saf ve koşulsuz bir dostlukla hep yanında olan Mine Abla… Sadece Şarampol’deyken değil, yıllar sonra Kreuzberg’te de hem evini hem yüreğini açan Mine Abla.

Ortaokuldan sonra “Bu güzellikle rahat bırakmazlar” diye düşünen Hacı Anne’sinin isteği ile lise yerine dikişe giden, çoğu zaman para almadan komşulara da elbiseler diken, on sekizine gelince bir kuyumcu ile nişanlanan, filmlerin acıklı sahneleri dışında bir tek kendisi dört yaşındayken ölen annesinin fotoğrafına bakarken gözleri dolan Mine Abla… Annesinin ölümünden sonra babası kızını anneannesi ve dedesine bırakıp yeniden evlenmiş, bundan sonra da kızıyla pek nadir görüşmüştür.

Her gün kendi diktiği elbiselerle süslenip nişanlısını kuyumcu dükkânında ziyaret eden, Gönül Abla’sı işteyken Filiz’e arkadaşlık eden, gülen yüzünü kimseden esirgemeyen Mine’nin rutine binmiş hayatı böylece sürüp gideceği düşünülürken geçen yılın nisan ayında aniden değişir. Mine’nin gönlü, tesadüfen karşısına çıkan Cengiz Abi’ye kayar; iki yıl süren nişanlılıktan ve nişanlıdan vazgeçip duygularının peşi sıra gitmeyi seçer.

Cengiz Abi, Filiz’in annesinin çalıştığı fabrikada sendika eğitmeni olarak bulunmaktadır ve Gönül’le de oradan tanışmaktadır. Hacı Teyze’nin bayılmalarına, Hacı Amca’nın öfkesine rağmen “o yıllarda tahsile gösterilen zaafın, zenginliğe gösterilen zaafa karşı bir zafer kazanabilmesi hâlâ mümkün olduğu için” (BRŞ, s.53) şimdilik bir söz yüzüğü takmalarına razı olmaları Cengiz Abi’nin yeni mezun bir avukat olduğunun anlaşılmasıyla mümkün olur.

Bu gelişmeleri kendine göre yorumlayıp dedikodu kazanını kaynatan ve en çok da Mine’yi eleştiren mahalleliye karşı, Mine Abla başını öne eğmeden yürümeyi bilmiş, arkasından konuştuklarını bildiği insanlarla bile selamlaşmaya devam etmiş ve tereddüt etmeden, sessizce “Bu benim hayatım!” demekten çekinmemiştir.

Romandaki iki kadın –Mine, Filiz’in annesi Gönül– genç yaşlarına rağmen dik durmayı bilen, kendi seçimlerini yapabilen, yaptıkları seçimler onları üzüp yaraladığı zaman bunun sonuçlarını da olgunlukla karşılayan, “Kaderimmiş” diye hayıflanmadan yeni çözümler üretebilen güçlü kadınlar.

Romandaki bu iki kadın karakter üstelik öyle büyük imkânlara sahip de değil. Mine ortaokul mezunu, Gönül de on altısında “kocaya kaçmış”, genç yaşta anne olmuş, fabrikada çalışan bir işçidir. Her ikisi de yoksul bir mahallede, daha geleneksel bir yaşantıya ve anlayışa sahip insanlar arasında yaşıyorlar. Buna rağmen kendi yollarını çizmeyi başarıyorlar. Mine’nin yolu Şarampol’den Kreuzberg’e kadar uzanıyor; üniversitenin sekizinci dönemini okumak için Berlin’e gelen Filiz’e hem evini hem kalbini açıyor, araya yıllar girmemiş gibi.

Şükran Yiğit’in romanının en değerli mesajlarından biri de bu, bana göre: Kadınlar isterlerse kendi ayakları üzerinde durabilir ve her şeyi başarır, hayat onlara bazı ayrıcalıklar sağlamasa bile.

Burası Radyo Şarampol’ün bir önemli karakteri de Ali. Ali, romanın özellikle ilk bölümünün odağında yer alıyor, sonra birdenbire 30 Aralık günü ortadan kaybolup gidiyor ama roman boyunca hiç yitmiyor. Romanın adına yansıyan “radyo”nun olaylara dâhil olması aslında Ali’yle ve Cengiz Abi’yle ilgili tam da.

Ali’nin sınıfa gelişiyle değişir Filiz’in kendini bir yerin ya da bir şeyin parçası gibi hissedememe hali. Ali; İstanbul’dan gelmiş, sınıftaki herkesten farklı, kendisine sorulan sorulara yumuşak bir sesle ve gülümseyerek cevaplar verse bile karşı sorular sormadan bir ilişki kurmayı seçen biridir. Ali’nin kendisini aralarına almak isteyen sınıfın “ne çalışkan ne de tembel olan çünkü hayatın zaten onların bir şey yapmasına gerek kalmadan, kendiliğinden ayaklarına geleceğini sezen” (BRŞ, s.43) Çağla ve Emir gibi çocuklarının pastane davetini de kabul etmeyen duruşu daha fazla ilgisini çeker Filiz’in.

Sınıfın Konyaaltı Caddesi’nde denize bakan apartman dairelerinde oturan Çağla ve Emir gibi çocukların doğum günü partilerine davet edilmek de Şarampol Mahallesi’nden Filiz ve Muharrem için ancak Ali’nin isteğiyle mümkün olur. Sınıftaki hiyerarşik düzen, şehrin toplumsal düzeninin yansımasından başka bir şey değildir. Kentin işçi mahallesinden gelen Filiz’in matematikte sınıfın en iyisi olmasının, Muharrem’in belli bir başarı seviyesini yakalamasının sınıfın ön sıralarında oturan Konyaaltı Caddesi’nin çocuklarının yanında pek bir karşılığı yoktur. İstanbul’dan gelen, diksiyonuyla, duruşuyla farklı olan Ali bu iki uçtaki grubu bir araya getirir ama bu yapay bir “bir araya geliş”tir.

Radyo ve müzik… Roman boyunca müzik bize eşlik ediyor. 1980 yılının şarkıları, yaşanan ihtilâle, onun sonuçlarının sıradan hayatlara uzanan etkisine, olan ve olmaya hep devam edecek toplumsal yapılara, o yapıların herkesi başka türlü ötekileştiren yanlarına, yokluklara, yoksulluklara, ayrılıklara, gidişlere, kalışlara, hüzne, sevince, aşka, aşk acısına rağmen bütün bu hikâyelerin en güzel birleştiricisi. Yazarın romanın sonuna eklediği liste de hikâyenin bütün şarkılarından oluşuyor zaten.

Filiz korkularını sıralamıştı: “Annemin bir gün eve gelmek yerine Garaj’dan bir otobüse biniverip gitmesinden, babamın turist bir kadının peşine takılıp bizi terk etmesinden korkuyordum. Sıkıyönetimden, sokağa çıkma yasağından, gazetelerde ‘döndü’ denilen hayatın bir türlü normale dönmemesinden, yani kayıplara karıştığı fısıldanan Cengiz Abi’yi bekleyen Mine Abla’nın gözyaşlarının dinmemesinden korkuyordum…

Uzayıp giden korkuları Filiz’in… Peki, ne oldu bu korkulara? Boşa mı çıktı korkuları, gerçekleşti mi yoksa? Filiz on dört yaşında Şarampol asfaltına yapışıp kalan ağustos sıcağı gibi içini kaplayan mutsuzluk fikrinden kaçabildi mi, yoksa ona tutsak mı oldu? Mine Abla’nın gözyaşları dindi mi? 30 Aralık günü geldiği gibi aniden ortadan kaybolan Ali nerede?

Bunları romandan öğrenecek merak edenler artık. Şükran Yiğit ince ayrıntılarla örülmüş, sağlam bir kurguyla, ince bir hikâye anlatıyor.

Ayrıca ben size olayları anlatabilirim ama romanın büyüsünü oluşturan, tamamına sinen, şimdi beni aylar sonra yeniden saran, sarmalayan, duygulandıran, içimi hem ince bir hüzünle hem derin bir aşkla titreten, boğazımda düğümlenen kısık sesle mırıldandığım bir şarkıya sığan havasını anlatamam ki…

O halde Leonard Cohen söylesin yine odamda: “So long Marianne, it’s time that we began to laugh and cry and cry and laugh about it all again. / Well you know that I love to with you, but you make me forget so very much.” (**)

– Leonard Cohen –

Sonra…

Sonra… … birbirimize baktık, bir resmin, bir şarkının, bir şehrin içinden geçtik ve filmin başlamasını bekledik.

*Ana’, Maksim Gorki.

** Son Baskı, ‘Düğünün Bir Üyesi Özeli Üzerinden Büyüme Romanları’, 13 Haziran 2020.

(*)Suzanne’yi dinlemek için tıklayınız

(**)So, Long Marianne’yi dinlemek için tıklayınız

 

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar