EDEBİYAT YAŞAM 

SOMBAHAR, HİKÂYELER, ANILAR…

Sonbaharın her ayının farklı etkisi var bende. Ekim ‘iç’e yolculuk ayı… Nasıl eylül; uzun, sıcak, rehavet aylarından sonra yeniden kente dönme ayı olmuşsa, benim için ekim de ‘iç’e, ‘daha iç’e doğru bir hüzünlü yolculuk… Yeşilin turuncuya, kırmızıya, onlarca tonuna sarının dönüş ayı… Anılar… İlk gençlik çağı… Hikâyeler…

‘İç’e yolculuk…

Liseyi bitirinceye kadarki yaşamım Bolu’da geçti. Ankara ile İstanbul yolunun orta noktası… Doğanın cömert davrandığı baharı ve yazı yeşil, sonbaharı bambaşka bir renk cümbüşü Batı Karadeniz kenti… Çocukluğumda dağ ve orman bende aynı imgeyi çağrıştırırdı. Kentin sınırlarını çizen dağlar yemyeşildi. Yemyeşil bir denizdi bir tepeden baktığınızda gördüğünüz… Ağaç çeşitliliğinden dolayı sonbaharda da bambaşka bir renge bürünürdü onlarca tonuyla sarıdan, turuncudan, kırmızıdan oluşan… Sombahardı orada yaşanan, sonbahar değil.

İlk dinlediğim Sait Faik hikâyesini hatırlıyorum. “Dinlediğim” diyorum; çünkü Ellinci Yıl Ortaokulunda, Türkçe dersinde Nevin Hanım’ın sesiyle zihnime kazınmış:

Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayaların arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi? Sinağrit Baba döner mi avdan? Pırıl pırıl eleğimsağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir ilkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı, kim bilir? Altını, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp sönen sarayını özlemiş, acele mi ediyordur?

Sinağrit Akdeniz’de bulunan avcı bir balık, diye geçiyor kaynaklarda. Nadiren Marmara’da da çıkıyormuş. Ama bu hikâyenin yazıldığı yıllarda Marmara’nın balıkları çok olmalı, Sait Faik’in öykülerinde olduğunca. Boğaz’ın, Kınalıada’nın balıkçıları da, bunca hikâyenin kahramanı, hâlâ bütün canlılığıyla yaşıyor olmalı. Topal martı ölünce yakasına siyah tül takan Barba da orada, Kınalı’nın açıklarında…

Sinağrit avlamak balıkçılar arasında bir prestij meselesi imiş. Yetişkin bir sinağritin boyunun kimi zaman –denizin altı da dünyanın üstü gibi kirlenmediği, doğası bozulmadığı zamanlarda– bir metreyi, ağırlığının on-on beş kiloyu bulduğu düşünülürse şaşırmamalı. Şık sofralara, güzel mezelere, kaliteli şaraplara, dost sohbetlerine layık bir balık, kısaca sinağrit.

Sinağrit Baba, kendine yakışır bir ömür geçirmiş otuz sekiz kulaç suyun altında. Nice balıkçının oltasına baş vurup yemi almış, oltaya takılıp yukarı çekilirken yalvaran gözlerle bakan nice balığı kurtarmış, azametle gezmiş denizin altında, sarayında dinlenmiş… Ama “Bu akşam kimin oltasını seçmeli de bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken, daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir ‘vatos’un, bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var. İyisi mi muhteşem bir sofraya kurulmalı, bir zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka bir dünyada yaşayan bir akıllı mahlûka teslim etmeli.” diyor artık.

Neyi planlayabiliriz ki hayatta? Planladıklarımızın kaçı gerçekleşir?

Sinağrit Baba da zaferle geçen ömrünü sonlandırmak için denizin altına sarkmış oltaları koklayıp hayal ettiği gibi olan balıkçıyı seçmeye çalışıyor.

Sinağrit deyip geçmeyin, o bir insan sarrafı. Denizin altına sarkıtılan oltadan, onu tutanın ciğerini okuyor. Hristo kusurlu insan, gözü aç. Onun oltasına yakalanacağı balıkçı tokgözlü olmalı. Hristo “fukara” ama Sinağrit Baba onu yoksulluktaki gururdan yoksun bulduğu için sevmiyor. Balıkçı Hasan cart curt etmesine rağmen korkak biridir. Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir; ama kıskançtır. Sinağrit Baba kıskanç birinin oltasına takılmak istemez. Cömert insanları sever Sinağrit Baba. Hasis Balıkçı’nın oltasındaki yemi alıp oltanın iğnesini dümdüz eder bu yüzden. Nikoli’de kusurdan bol ne vardır? Sarhoştur, ahlaksızdır, kendini düşünür; ama cesurdur, cömerttir, hiç kıskanç değildir, fukara ve kibirlidir. Ama yine de ondaki kibri beğenmiyor Sinağrit Baba.

Hristo, Hasan, Yakup, Hasis, Nikoli… Hiçbirini kendisini denizin üstündeki dünyaya taşıyacak oltanın sahibi olarak seçmez Sinağrit Baba. Hepsinde beğenmediği, eksik olan bir yan bulur. Ömrünü hiçbirinin oltasıyla bitirmeye gönlü razı gelmez.

Sonra lacivert sulara büyük ışıklar saçan bir olta iner. Sinağrit Baba hiç tanımadığı bu oltayı koklamaya çalışırken oltanın sahibinin aradığı kişi olduğunu sanır; o anda da yakalanır. Balıkçının kepçesinden sandala düştüğü anda büyük gözleriyle adama bakar ve yanıldığını anlar:

(…) Belki bizim bile bilemediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba’nın istediği şekilde mağrur yaşamıştı. Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir ikiyüzlü köpek olduğunu bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu tecrübeye, bir imtihana tabi tutturabilmiş, her devirde talihi yaver gitmiş birisi idi. (…) Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı.

Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bazı şeyleri belirleyemeyiz. Kadercilikle ilgili değil söylediğim, yaşadıklarımdan öğrendiğim. Hayat sadece bizim seçimlerimize, kararlarımıza bağlı değil ki… Birçok kişiye, birçok unsura bağlı… Ayrıca kimi ne kadar tanıyabilir, ne kadar çözebiliriz? Yüreğini bildiğimizi sandığımız birçok insan bizi şaşırtmayı, üzmeyi, yaralamayı başarmışken hem de…

Nevin Hanım’ın sesinden üç yıllık ortaokul yaşamımda daha nice güzel hikâye dinledim. Hepsi ayrı ayrı kazındı belleğime… Çok farklı zamanlarda farklı sebeplerle hatırladığım olur onları da… Nevin Hanım’dan öğrendiğim, hep zihnimde olan ise; nasıl öğretmen olunacağı idi. Sanırım, en önemlisi de budur ta o yıllarda onun kazandırdıkları arasında.

Liseden sonra üniversite için ayrıldım Bolu’dan. Sonra başka şeyler de oldu, tamamen koptuk oradan. Şimdi Ankara’dan iki-üç yılda bir turist gibi gittiğim bir kenttir çocukluğumun ve ilk gençliğimin kenti. Ondan sonra da hiçbir zaman bir daha orada yaşarken olduğu gibi olmadı Bolu benim için. Geçmişin içinde bir yer olarak kaldı.

Sombahar… Ekim de bitiyor… Bir yılın daha güzü geride kalacak…

(…) siz şimdi benim/ hangi tür/ hüzünlere ne ad verdiğimi/ nerden bileceksiniz?/ Tedirgin ve kömür/ olmuş sesler duyarsınız ama/ bu bir şey anlatmaz ki!” diyor şair.

Anlatılmıyor bazen, sadece yaşanıyor.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar