EDEBİYAT 

‘PERSEPOLİS’, İRAN’DAN BİR BÜYÜME HİKÂYESİ – KADIN OLUŞUM ROMANLARI III

İnsanlar gördüm. / Şehirler gördüm. / Ovalar, dağlar gördüm. / Su gördüm, toprak gördüm. / Aydınlık ve karanlık gördüm. / Aydınlıkta otlar, karanlıkta otlar gördüm. / Aydınlıkta canlı, karanlıkta canlı gördüm. / Aydınlıkta beşer, karanlıkta beşer gördüm.” – Sohrâb Sepehrî

2007 yılı yapımı animasyon filmi ‘Persepolis’i birkaç yıl önce izlemiştim. Fransız yapımı olan ödüllü film, İran kökenli Fransız çizgi film yönetmeni Marjane Satrapi’nin otobiyografik çizgi romanına dayanıyor. Bu yazı için romanı da okudum. Filmle roman büyük ölçüde örtüşüyor; ama tabii roman daha fazla ayrıntıyı barındırıyor. Ben roman üzerinden yapacağım değerlendirmelerimi…

Şiraz’ın kuzeydoğunda Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan, eski görkemli kentin adı Persepolis. Bugün İran’da ‘Taht-ı Cemşid’ adıyla anılan antik kent. Kitap da adını işte bu kentten alıyor.

Hikâye, 1980 yılında on yaşındaki Marjane’in (romanın ve filmin kahramanının da adı Marjene) ve arkadaşlarının okulda türban zorunluluğunun gelmesine uyum sağlamadaki şaşkınlıklarıyla başlıyor. Bir yıl önce ülkenin muhaliflerinin çabasıyla Şah devrilmiş, devrim olmuştur.

Bir Fransız okuluna giden Marjane’in annesi de babası da üniversite eğitimi almış, devrim öncesinde olduğu gibi devrim sonrasında da muhalif kimliklerini koruyan kişilerdir. İyi bir eğitim, yabancı bir dili çok iyi bilmek, soru sormaktan korkmamak ve okuyarak öğrenmek, kendini geliştirmek gibi özellikleri; dünya görüşlerinin bir ilkesi olarak kızlarına kazandırma çabasındadırlar.

Marjane, altı yaşındayken son peygamber olmak amacındadır, hem de kadın peygamber; hizmetçileri onlarla yemek yemediğinden, babasının Cadillac’ı olduğundan ve anneannesinin dizleri ağrıdığından dolayı. Kutsal kitabının kuralları da ülkesinin ilk peygamberi Zerdüşt’ten aldığı kurallara dayanacaktır. (s.11) Birkaç yıl sonra bu fikrinden vazgeçip Marie Curie gibi bir kimyacı olmaya karar vermiştir; ama hükümetin bir kararıyla üniversiteler eğitim sisteminin yenilenmesi amacıyla bir süreliğine kapatıldığı için artık bu, Marjane’e mümkün görünmemektedir. “Bir süreliğine” iki yıllık bir zamana dönüşür.

Irak-İran Savaşı, İslam Devrimi’nin katı uygulamaları Marjane’in çocukluktan ergenliğe yol aldığı yılları şekillendirir. Tahran sık sık bombalanır Irak uçaklarınca, apartmandaki herkesle birlikte apartmanın altındaki sığınağa saklanarak korku içinde beklerler seslerin dinmesini. Onlar için savaş; benzin sıkıntısı, marketlerin boşalması, şehit haberlerinin gelmesi, savaşmaya gönderilecek yeni askerler demektir. Okulda sabah derslerinden önce şehitler için yas tutma, “sine dövme” demektir. Bütün bunların arasında büyür Marjane; kendisinden büyüklerle arkadaşlık ederek, annesinden gizli sigara içerek, sırlar saklamaya başlayarak, haberlerde duyduklarını BBC ile karşılaştırıp akıl yürütmeyi, kendi yorumlarını yapmayı ve yeri geldiğinde de fikirlerini söyleyerek.

Savaş ortamından, yasaklardan azade güvenli bir ülkede okuyabilmesi için on dört yaşındayken Viyana’ya gönderilir Marjane. Mehrabat Havaalanı’ndan uğurlarken “Kim olduğunu ve nereden geldiğini unutma” (s.159) demeyi ihmal etmez babası.

Bir gece önce de yasemin kokulu göğsünde uyuturken anneannesi, her zaman olduğu gibi yolunu aydınlatacak sözlerini fısıldar Marjane’in kulağına:

Hayatın boyunca işe yaramaz birçok insanla karşılaşacaksın. Eğer seni incitirlerse, bunun onların aptallığından kaynaklandığını söyle kendine. Bu seni onların acımasızlığına karşılık vermekten alıkoyar. Çünkü zalimlik ve intikamdan daha kötü bir şey yoktur… Her zaman onurunu koru ve kendine karşı dürüst ol.” (s.157)

O gün havaalanı çok kalabalıktır. Birçok insan ülkeyi terk etmektedir.

Viyana’daki lise yılları Marjane için hiç kolay geçmez. Viyana’da annesinin arkadaşı, evlerinin uygun olmadığını söyleyerek onu rahibelerin yönettiği bir pansiyona yerleştirir. Marjane’in Fransızcası iyidir; ama Almanca bilmemektedir. Avrupalı halkların Doğu ülkeleriyle ve özellikle İran’la ilgili önyargıları yüzünden acı çeker. Bu nedenle ergenlik bunalımları dışında düşünmesi gereken o kadar çok şey vardır ki… Aile sıcaklığından, koruyuculuğundan uzakta hepsiyle kendi bildiğince, gücü yettiğince baş etmeye çalışır Marjane.

Viyana’da geçen dört yılın sonu bir hastane odasında “Kişisel ve sosyal özgürlüklerimin çoğunu yitirecek olsam da eve gitmeye çok ihtiyacım var” (s.253) diyerek gelir. “Bir birey olamamanın, ailemin yaptığı onca fedakârlığın karşılığında gurur duyacakları bir şey yapamamanın utancı… Vasat bir nihilist haline gelmenin utancı…” (s.252)

İran’daki yıllar başlar tekrar Marjane için. Babasının önceden binmekten utandığı Cadillac arabası, Renault 5’e dönüşmüştür. Annesinin saçları beyazlaşmış, çok heybetli diye hatırladığı babasının boyuna yaklaşmıştır artık kendi boyu. Tahran’ın bütün sokaklarına şehitlerin adları verilmiş, şehitleri temsil eden duvar resimleri asılmış, duvarlar sloganlarla süslenmiştir.

Eski arkadaşlarından kimisi ölmüş, kimisi sakat kalmış, kimisi de yurtdışına, farklı ülkelere gitmiştir. Marjane için yeni bir uyum süreci başlar. Ailesine, ziyarete gelen akrabalarına yaşadıklarına dair hiçbir şey anlatamadığı için aradığı şefkati onlardan bulamaz. Ailenin, akrabaların tavsiyeleriyle yetinmek zorunda kalır.

Savaşa maruz kaldılar; ama sonuçta bir aradaydılar. Bir üçüncü dünya vatandaşı olmanın şaşkınlığını yaşamadılar, daima bir evleri oldu” (s.278) diye düşünür akrabalarını dinlerken. İçindeki tükenme duygusuyla kendi kendine baş etmeye çalışır durur. Dört yıl Viyana’da da yapayalnızdı her koşulda, alışıktı nasılsa.

Tahran’da geçirdiği o altı yıllık zaman dilimi… O da başka tür bir yabancılaşmanın görünür olduğu yıllardır.

Devrim muhafızlarının her an sırtında hissettiği soluğu, her tür kısıtlama, yasak… Toplumun bütün kesimlerini çokça etkilese de bu uygulamalar, asıl bir evin içine tıkıştırılan, mutfakla, çocukların bakımlarıyla sınırlandırılan, evde bile ağzını açmasına fırsat verilmeyen kadının yaşamına yöneliktir… Bir kadınla bir erkeğin sokakta, arabada yan yana olabilmesi için evli olmaları gerekmektedir. Hiç aklında yokken üniversitede tanıştığı Rıza ile evli bulur kendini yirmi bir yaşında Marjane. Sonra da sevgisiz bir birlikteliğe dönüşür ilişkileri… Her zamanki gibi hayati dokunuş yasemin kokulu anneannesinden gelir:

Elli beş yıl önce ben de boşanmıştım, üstelik kimsenin evliliğini bitirmediği bir dönemdi… İlk evlilik ikincisine hazırlıktır. Bir sonrakinde daha mutlu olursun.” (s.344)

Birazı filmde, etkileyici olan bütün ayrıntıları ise, her zamanki gibi, romanda…

Marjane’in büyüme hikâyesi yirmi dört yaşında Mehrabat Havaalanı’nda Strazburg’a süsleme sanatları ile ilgili eğitim görmek üzere öğrenci vizesiyle Tahran’dan ayrılmasıyla son buluyor.

Bu veda Avusturya’ya giderken olduğundan daha az acı vermişti. Artık savaş yoktu, ben çocuk değildim, annem bayılmamıştı, anneannem de beni uğurluyordu… Neyse ki…” (s.352) Bu vedadan sonra 1995 Mart’ında son kez görür anneannesini; onu aylar sonra kaybettiklerinde Strazburg’dadır. “Özgürlüğün bir bedeli vardı” diyor Marjane.

Marjane Satrapi; M.Ö. 6’ncı yüzyılda kurulan ve büyük bir imparatorluğun devamı olan ülkesinin 1979’dan beri radikal dincilik, tutuculuk ve terörizm ile anılmasına içinin razı gelmediğini söyleyerek çok köklü bir geçmişe, kültüre sahip bir İran’ı da görünür kılmak istediğini belirtiyor romanın başındaki girişte. Özgürlüğü savundukları için cezaevlerinde yaşamını yitiren, Irak Savaşı’nda ölen, baskıcı yönetimden kaçarak ülkesinden uzak yaşamak zorunda kalanların da unutulmasını istemediği göstermek amacında…

Gösterebilmiş mi? Görmek isteyenlere, evet…

Düğünün Bir Üyesi’nin küçük bir Amerikan kasabasındaki annesiz, yalnız France’si; ‘Büyümenin Sancısı’nın tutucu bir anneyle büyüyen Kanada’nın küçük bir kasabasından Elizabeth’i ve ‘Persepolis’in Tahran’da kendilerini modern ve yenilikçi diye tanımlayan açık görüşlü üniversite mezunu anne babası ile büyüyen Marjane’i… Hepsi birbirinden çok farklı koşullarda… Ama büyümek hiçbiri için kolay olmamış. Acılar gibi zorluklar da yarıştırılamaz.

Bunlara birçok başka romanı, hikâyeyi de eklemek mümkün. Örneğin İtalya’dan Elena Ferrante’nin ‘Napoli Romanları’nın ilk cildi ‘Benim Olağanüstü Arkadaşım’ın Lila’sı ve Lenü’sü fakir bir mahallede erkek egemen bir toplumda buyurgan, duyarsız ailelerle, yoksullukla yoksunlukla büyümeye çalışırlar. Kendilerine dayatılan onca şeyi reddederek tutkularının peşinden giderler.

Amerikan edebiyatının Nobel ödülünü alan ilk siyahi kadın yazarı Toni Morrison’un ‘Sula’ romanının küçük bir kasabanın siyahilerin yoksul, bakımsız mahallesindeki iki kahramanı Sula ve Nel’in büyüme hikâyesi ise diğerlerinden çok daha farklı zorluklar, yokluklar taşıyor… Bambaşka bir dünya…

Uzun sıcak yaz başladı Adana’da. Gölgede bile sıcağın 40 derecelere ulaştığı saatler… Sokaklar, evlerin balkonları, sokak kısıtlamalarının kalktığı günlerden beri dolup taşan park, yürüyüş parkuru bomboş… Bunca okuduktan, üzerine düşündükten sonra içim hiç boş değil… Hatta öyle dolu ki…

Sohrâb Sepehrî’nin dizeleriyle bitsin ‘Persepolis’ yazısı:

Nerede olursam olayım, / Gökyüzü benimdir. / Pencere, düşünce, hava, aşk, yer benimdir. / Ne önemi var / Bazen bitiyorsa / Gurbet mantarları?

  • Satrapi, Marjane, ‘Persepolis’, Panama Yayınevi, 2017.
  • Sepehrî, Sohrâb, ‘Sekiz Kitap’, Ayrıntı, 2016.

|

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar