EDEBİYAT 

MUZAFFER SUNGUR’UN ÖYKÜLERİ VE ANILAR; IHLAMUR KOKULU…

Bu bir sonbahar yazısı… Ekim biterken… Çok acılar yaşanmış bir eylülü hatırlatan… Uzun yıllar “o eylül”ün hiç dinmeyen acılarını hatırlatan… Çok yıllar öncesinin ıhlamur kokan Ankara sokaklarını, Dil-Tarih’i, 85 mezunu Türk Dili Kürsüsünü hatırlatan, hatırlayan…

İçe dönme zamanı… Bu kadar eskiye gitmek gerekiyor muydu? Bu öyküleri okuyunca, başka türlüsü olmuyor ki…

Aylar önce okuduğum öyküleri tekrar okuyorum ve tekrar üzerinde düşünüyorum. İçinden şarkılar geçiyor bu öykülerin. Bu şarkılar, okuyanı neşelendirmiyor.

Anılar…

80’li yılların başları… Dil-Tarih’in iç bahçesi, merdivenler, camlı kapı, tekrar merdivenler, sağda Öğrenci İşlerine açılan kapı, solda Farabi Salonunun olduğu yere açılan giriş… Ders bitişlerinde koşar adım geçilen… Camlı kapılar: kimlik kontrolü yapılan, sadece ders saatlerinde açılan turnikeli giriş, çıkış kontrolsüz… Bütün Dil-Tarihlilerin, önünde en az bir fotoğrafının bulunduğu “Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi” yazısı olan duvar… Dış bahçe…

Dil-Tarihli olmanın bütün heyecanı, gençliğin en büyülü zamanları, küçük kentten ilk ayrılış, Başkent’te kendi ayaklarının üzerinde durma çabaları, üzerinden tanklar geçmiş caddelerde artık sütliman olmuş hayat, öncesi kaosmuş da şimdi “normal”leşmiş düzen…

İçinden Şarkı, Üzerinden Tank Geçen Öyküler’ yazmış Muzaffer Sungur. İçinden şarkı geçiyor ama öykülerdeki hayatların üzerinden sözcüğün gerçek anlamıyla tank geçtiği için şarkılar gönendirmiyor içimizi, aksine çok derin bir hüzün veriyor.

İçinden Şarkı, Üstünden Tank Geçen Öyküler’, Muzaffer Sungur’un ilk kitabı. Gece Kitaplığı’ndan basılmış 2016’da. Bir ilk kitap olmanın bütün heyecanını taşıyor doğal olarak bu kitap. İlk alıntı Attila İlhan’ın ‘Denizleri’ anlattığı şiirinden bir bölüm: “bir yangın yerinden püskürmüş genç fidanlardı/…” Kitabın başında bu öykülerin “12 Eylül Edebiyatı”nda spotların çevrilmediği yaşantılara odaklandığına işaret ediliyor, “…darbeyi dışarıda yaşayan; sıradanlaşan ve sıradanlaştıkça kanıksanan faşizmi yaşayan insanları kendine temel izlek aldığına” dikkat çekiliyor. Kitapta 12 öykünün yer alması da “garip bir rastlantı” olarak açıklanıyor.

12 Eylül’ü odağına aldığını belirtse de yazar, kitabın başında alıntılanan şiirin etkisiyle onu hazırlayan etkenler de sızıyor öykülere, 90’lı yıllar da, daha yakın dönem de… Tümü birleşip gençlik yıllarını 80’lerde yaşayanların bugünlerine kadar uzanıyor. Öykülerde geçen şarkılar da, türküler de kalbimizde derin bir sızı, boğazımızda yutkunamadığımız bir düğüm olup kalıyor.

O sabah gözler televizyondaki Kıbrıs Çıkartması görüntülerinde, kahvaltı masası sanki bir bayram sabahı gibi geçti. Hele akşamına uygulanan karartma tatbikatı yok mu, o bambaşka bir şeydi. Bin bir gece masallarındaydı sanki Yusuf. Lambalar mavi defter kabıyla kaplandı, her yer masmavi ışıkla doldu, pencerelere de perdeye destek olsun diye kalın battaniyeler çekildi.” (s.22)

Kaymaklı Bisküvi’ öyküsünde Yusuf, çocukluktan ilk gençliğe adım atmakta olan biri olarak Kıbrıs Çıkartması’nın yansımalarını böyle algılıyor. Davudî sesin söylediği “Yine de şahlanıyor aman/ kolbaşının yandım da kır atı./ Bize de görünüyor aman/ yine de sefer yolları” türküsü uyandırır onu o temmuz sabahı. Mahalleli evlerinin önüne çıkmış, ellerinde pilli radyolardan Bülent Ecevit’in yorgun sesinden Kıbrıs Çıkartması’nın barışçıl sebeplerle yapıldığını dinlemektedir.

Türkiye’nin 70’li yılları… Televizyon yayınlarının belirli saatler arasında yapıldığı zamanlardır. Küçük kardeşi bütün gün televizyon yayını yapılacağı haberini verince bunun heyecanı her şeyin ötesine geçer öyküdeki Yusuf için.

Kıbrıs Çıkartması’nın üzerinden geçen altı yılda Yusuf çocukluktan gençliğe adım atarken çok şey değişir hayatında. Dedesi Yunan Komitacı Kızıl Rüstem’in “Hep ezilenin yanında ol kızanım, yoksulu koru, kavgasını ver güzel bir dünyanın” (s.23) sözünü vasiyet belleyerek haksızlıklara ses çıkarmaya başlar. Ülkenin geleceğinde onun da sözü olmalıdır. Eylül serinliğinin odaya dolduğu o sabah radyo ve televizyonlardan aynı davudî sesin söylediği aynı türküyü duyduğu güne kadar… Öykünün sonu mu? O sabah gizli saklı evden çıkan, arkadaşlarıyla buluşan Yusuf bir daha evine dönememiştir. Üstelik ölüm haberini alan annesinin feryadı üst katlara kadar ulaştığında hiçbir komşu, Kadriye Hanım’ın evine inme cesareti bile gösterememiştir.

Muzaffer Sungur, Aksaray’da doğmuş. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Türk Dili Kürsüsünden mezun. Ankara Üniversitesinde Türkçe Okutmanı olarak çalışmış bir süre. Muzaffer Sungur, halen İzmir’de özel bir okulda öğretmen olarak çalışıyor. Onun gönlünde tiyatro da özel bir yere sahip olmuştur her zaman. Öğrencilik yıllarında Ankara’da Halkevleri Genel Merkezinde tiyatro kurslarına katılmış. Ankara’da ve İzmir’de amatör ya da özel tiyatrolarda oyunculuk ve yönetmenlik yapmış. Çokça tiyatro oyunu kaleme almış. Bu oyunlar çalıştığı okullarda tiyatroya gönül vermiş gençlerle sahnelenirken Muzaffer Sungur da yönetmen koltuğunda oturmuştur. Üç kez de İzmir’de özel bir okulun düzenlediği “Ortaokullararası Kısa Oyun Festivali”nde “En İyi Oyun Yazarı Ödülü”nü almıştır. Bu öykü kitabından başka iki de gençlik romanı basılmış Yakın Kitabevi’nden.

Fotoğraf: Neşe Apaydın

Kitabın belki en öne çıkan öyküsü benim için ‘Yazlık Sinema’. Halil ve Figen’in hikâyesi:

Eski yazlık sinemanın önünden geçti. Duvarları yer yer yıkılmış; sadece artık griye dönmüş beyaz perdesi ayaktaydı sinemanın. Beyaz perde de zaten kireçle beyaza boyanmış düz bir duvardan ibaretti. …” (s.97)

Halil sinemanın önünden geçerken, daha Ankara’ya taşınmadıkları dönemde çocukken memlekette izlediği Türkan Şoraylı Kadir İnanırlı ‘Azize’ filminin müziğini, “Sevemedim kara gözlüm seni doyunca” şarkısını hatırlar. O yıllarda sinemalarda film başlamadan önce o günlerin en popüler şarkıları çalınır. Bu şarkı da yazlık sinemada en çok çalınanlardandır. Bu şarkı Halil’e hem gurbeti hem memleketi aynı anda duyumsatır ve yüreğini sızlatır.

Halil darbeden sonra iki buçuk yıl kaçak yaşamış, yakalandıktan sonra dört yıl yirmi beş gün tutuklu kalmış, tutukluluk süresi göz önünde tutulup serbest bırakılmış, davası sürerken onu askere götürmek için kapıda bekleyen inzibatları atlatıp yurt dışına çıkmayı başarmıştır. Yıllar süren dava sonuçlandığında iki yıl hapse mahkûm olmuştur.

Yıllar sonra bedelli askerlik için ülkeye dönünce, o kente gelip çocukluk ve gençlik anılarıyla dolu yerleri gezer. Mahalledeki yazlık sinema, onun arkasındaki birkaç dut ağacı, Figen ve Nazmi ile geçen günlerini hatırlatır Halil’e. Şimdi yazlık sinemanın hemen arkasındaki küçük ağaçlık alan tahta perdeyle çevrelenmiş, üzerine bir inşaat firmasının ilanı asılmıştır. Küçük alandaki ağaçlar da kökünden kesilmiştir. Oysa Halil çocukluktan ergenliğe geçerken ilk kez o bahçede Figen’i bir başka gözle algılamaya başladığını hatırlar. Artık o anıların yaşandığının kanıtı hiçbir şey kalmamıştır geride.

Halil düşündükçe eski günlerdeki bir korsan mitingi, ekiplerin gelmesiyle otuz-kırk kişilik grubun çil yavrusu gibi dağılışını, bir duvarın arkasındaki bahçeye Figen’le atlayışlarını, ilk kez öpüşmelerini, Figen’in “Devrim olmadan böyle bir birliktelik olmaz Halil” (s.100) deyişini bulup çıkarır anılar heybesinden. Halil ve Figen barikatlar arkasında birlikte mücadele vermeyi hayal ederek hep bilinmez bir geleceğe ötelerler yaşamayı arzuladıkları hayatı. Ancak umutlarının, hayallerinin üzerinden tanklar geçince yolları ayrı düşer. Halil yurt dışına çıktıktan çok sonra annesiyle bir telefon konuşması sırasında ondan öğrenir Figen’in öldüğünü:

Yankılanıyordu ses beyninde: ‘Ha, Figen de öldü.’ Koskoca bir kavganın, umudun, gençliğin, deli deli akan kanın sonu: ‘Ha, Figen de öldü.’ Ölümün sıradanlaştığı bir ülkede eksi bir nüfus, artı bir mezarlık ne ki: ‘Ha, Figen de öldü.’ Ne ki maden patlamış, yüzlerce işçi ölmüş; ne ki yük asansörü kopmuş, ne ki filika batmış, ne ki yüzlerce insan ölmüş. Ne ki, ne ki, ne ki? ‘Ha, Figen de öldü.” (s.101)

Öyküler boyunca Ankara’nın seksenli yıllarından günümüze kabuk değiştirmiş Kızılay’ında, Sakarya Caddesi’nde, Sıhhiye’sinde ve nice sokağında, caddesinde, semtinde gezdirir bizi Muzaffer Sungur. Ve Dil-Tarih’te de… Aslında ‘Ankara Rüzgârı’ öyküsünün kahramanının öğrencisi olduğu, “hani Sıhhiye’deki kızıl kahverengi devasa taş bina var ya, tepesinde ‘Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir’ yazan bina; Dil-Tarih’tir orası, işte orada edebiyat okudum ben.” (s.59) diye  anlattığı Dil-Tarih’in adı bir öyküde geçiyor. Yolu o yıllarda Ankara’dan ve Dil-Tarih’ten geçenlerin, öykülerin dokusuna sinmiş o yıllara ait nice anıyı bulup çıkarmasına olanak tanıyan izleri yakalamak da okura kalıyor artık.

Adları duyulmamış, yazarının tabiriyle spotların üzerlerine çevrilmediği öykü kahramanları; ‘Ben Kahraman Değilim’ öyküsünün kahramanı gibi “kahraman” olmamış, olamamış kişilerdir. Genç ve heyecanlıdırlar, devrimi yapma sevdasıyla yola çıkmış, üst komitelerinin emirlerine uymuşlar, sevdalarını ertelerken o sevdayı hiç yaşayamayacaklarını düşünmemişler, hayatlarını devrime adamışlar, herkes gibi korkuları, özlemleri olan kahramanlardır. 12 Eylül’ün yaşattığı acılarla hikâyeleri yarım kalanlar, hemen sonrasında yaşadıklarının şokunu atlatmaya çalışıp toparlanmaya çalışanlar, ölenler, tutuklananlar, yasaklar, kayıplar, Cumartesi Anneleri, Sivas Katliamı, Gezi ve birçok bedeller ödeyerek bugüne ulaşabilmiş karakterler… Ülkenin son kırk yıllık hikâyesinin bir izdüşümü ve adsız kahramanları…

Kitabın son öyküsü ‘Yenişehir’de Bir Akşam Vakti’nde olduğu gibi bir öz eleştiri de yapıyor Muzaffer Sungur yarattığı karakterler aracılığıyla: “Artık romantik ve nostaljik hikâyelerdir bunlar, çoğu için. Buluşulacak, konuşulacak, alkol tüketilecek… Kafalar dumanlıyken de: ‘Oy dere Kızıldere/ böyle akışın nere/ onlar biter mi sandın/ sana can vere vere, oy oy oy’ söylenecek, kiminin gözleri yaşlanacak mutlaka.” (s. 112-113)

Yenişehir’de karşılaşan, yıllarca görüşmemiş eski dava arkadaşları Arif ve Levent, Tavukçu Lokantası’nda oturup rakı içerler ve birbirlerinden ayrı düştükleri zamanları, o yıllarda yaşadıklarını konuşurlar. Gecenin sonunda alkolün etkisiyle gözlerden düşen birkaç damla yaşla ölen arkadaşlarını anıp ayrı yönlere giden taksilere binerek evlerine dönerler.

Sonra herkes evlere çekilecek, geçilecek tabletlerin, bilgisayarların başına, dakika başı değişecek ekranlarda, sanal âlemlerde sosyalleşmenin, siyasileşmenin başlama saatidir artık…” (s.113)

– Muzaffer Sungur –

Muzaffer Sungur, bu temaların yanında iyi bir gözlemci olduğunu da kanıtlıyor. Yazar, öykülerdeki çok ayrıntılı mekân ve olay betimlemeleriyle okuru karakterlerin hayatına eşlik etmeye çağırıyor. Özellikle ‘Kaymaklı Bisküvi’ öyküsündeki bakkal betimlemesi çok ince bir gözlemin, ayrıntıları yakalama başarısının örneği olarak okunmaya değer. Çok sinematografik bir mekânın içindesiniz öyküde. Gazyağı bidonu, bakliyat çuvalları, sakızlar, şekerlemeler, kolonya şişeleri ve özellikle öyküye adını veren bisküvi kutuları…

İlk kitapların çoğunda olduğu gibi onun öykülerinde de otobiyografik yaşanmışlıklardan izler yakalamak mümkün. Otobiyografik izleri hissedebileceğimiz yerlerden biridir o bakkal betimlemesi kanımca. ‘Hep O Şarkı’ öyküsü “Köy Enstitülü bir çınar olan babama” ifadesiyle babasına ithaf edilmiş. Yazarın babasının bir öğretmen olduğunu anlıyoruz bu atıftan. Öyküde anlatılan sürgünün ne kadarı kendi yaşantısından onu bilmiyorum ama o süreçte birçok memurun tayininin uzak yerlere çıkarıldığını, sürgün edildiğini, bu memurların ailelerini arkalarında bırakmak zorunda kaldığını, o dönemde insanlara bir de bu şekilde acılar yaşatıldığını biliyoruz. Şiddetin pasif ya da aktif bütün biçimlerinin denendiği zamanlar…

Dil-Tarihli olduğumuz o yıllar… Hepimiz çok büyümüştük kendimizce. Dünyanın bütün kirli yüzünü gördüğümüzü, çekilebilecek bütün acıları çektiğimizi düşünüyorduk. İki duvarı boyunca nerdeyse hiç açılmayan buzlu cam kapılı ofisleriyle o loş ikinci kat koridoru, derslere giriş ve çıkış saatleri dışında boş olurdu. Sessizlik hâkimdi hep. O ofisler hocalarımızındı; ders dışında koridorda nerdeyse hiç karşılaşmazdık onlarla. O sessizliğin bile öğrettikleri vardı, yıllar sonra fark ettim.

Bir günü hatırlıyorum: Nasılsa koridorun ucundaki bir boş sınıftan bağlama eşliğinde söylenen o günlerde çok beğenilen “Siyah saçlarında hatem yüzlerin/ garip bülbül gibi zar eyler beni” türküsü söyleniyordu. Zihnimin çekmecelerinin en kuytu köşesinde duran, yazıya yoğunlaştıkça hatırlanan silik bir anı olarak canlanıyor şimdi. Nasıl mümkün olmuştu o sessiz koridorda bağlama sesinin eşlik ettiği türkü, kim bilir? Türkü söylemek bile hâlâ tehlikeli görülüyordu çünkü… Öyle bir zamandı işte…

Bu yazı Muzaffer Sungur’un öykülerinden yola çıkılarak oluştu. Aynı yıllarda, aynı okulda ve aynı sınıftaydık. Ben sınıfa arkadaki sıralardan bakıyordum. O ön sıralarda. Biz başlarda dört kız, sonra sonra ayrılmaz ikili olarak. Muzaffer ise kalabalık bir grupla. Farklı noktalardan bakıyorduk kısaca aynı sınıfa bile, dolayısıyla farklı gözlemleri içeriyor benim yazdıklarım…

O yıllarda sahnede de izlemiştik Muzaffer’i birkaç kez; çocuk oyunu oynuyorlardı. Hiç şaşırtıcı değil o nedenle oyun yazarı olarak ödül alması. Şimdi sıra öykülerinin daha çok okunmasında… Yeni öykülerini de bekleme zamanı… Sonbahar beklemek için en uygun mevsim değil mi hem?

Bir Not: Yazıda ‘İçinden Şarkı, Üzerinden Tank Geçen Öyküler’, Gece Kitaplığı, 2016 baskısından yararlanılmıştır.

Bir Şarkı: Yeni Türkü’nün ‘Günebakan’ şarkısını dinlemek için tıklayınız.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar