LATİFE TEKİN OKUMALARI; ‘SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM’, ‘BİR YUDUM SEVGİ’…
-ADANA-
“‘Sevgili Arsız Ölüm’ü okuyan yoksul insanlar bir aşağılanma duygusuna ya da yersiz bir öfkeye kapılıp sonra da buna içten içe hayıflanmasınlar istedim. Bu kitap, okuyanlarda sevinç uyandırsın.” (Latife Tekin Kitabı, s.86)
Son altı aydır ekofeminizm, doğa yazını, ekoeleştiri okuyordum… Çok uzun süren, görünen o ki geçti gitti dense de sürecek olan, yaşadıklarımızın açtığı derin izleri ömrümce taşıyacağım bir pandemiden geçiyoruz. Hikâyesi başka başka anlatılarda satır aralarına gizlenmiş bir süreç bu. Benim de yazdıklarımda hep var pandeminin izleri… Okuduklarımın bir ucunda olduğu gibi…
Latife Tekin’in romanlarını bir daha okudum, epey aradan sonra; bugünkü aklımla, bilincimle, yaşanmışlıkların etkisiyle yorumlayarak…
‘Bir Yudum Sevgi’den bir sahne:
Yağmur yağıyor, Cemal ve Aygül kocaman, siyah bir şemsiye ellerinde bir çatı altına sığınmışlar. Tam ayrılıp Aygül siyah şemsiyeyi yağmura ve rüzgâra karşı tutup koşarken geri dönüyor. Cemal de aynı anda dönüyor. Tekrar çatının altında buluşuyorlar, birbirlerinin kollarına atılıyorlar. Aygül, Cemal’in kulağına yaklaşıp “Beni bundan sonra senden başka erkek tahrik edemez.” diyor. Mahallenin delikanlı adamı Cemal afallıyor: “Ne dedin sen?” diyor, şaşkın, allak bullak olmuş bir ifadeyle; bir duygunun bu kadar net dile getirilişine belli ki alışık değil. “Beni bundan sonra senden başka erkek tahrik edemez, dedim; ne olmuş.” Ve Cemal’in yanağına kondurduğu öpücükle sokağın köşesinden savrulup gidiyor Aygül.
Adana’da seyretmiş olmalıyız ‘Bir Yudum Sevgi’yi. Çiçeği burnunda asistan ve edebiyat öğretmeni bir çift… Yeni kentimizi keşfe çıkıyoruz hafta sonları. Öğrencilik yıllarından kalma alışkanlıkla yürüyerek gezme ve keşfetme günlerindeyiz o zamanlar. Adana’nın birbirine paralel üç bulvarı da daha büyülü, daha yeşil ve çiçek kokularıyla doluydu o zamanlar. Erken gelip hemen geçen baharında Adana’nın ne güzel olurdu sokakları, bulvarları… Bu keyifli yürüyüşlerinin bir durağı sinema olurdu. O günlerde uğrak mekânlarımızdan olan sinema salonlarından hiçbiri bugün yaşamıyor maalesef. Arı, Sun, çok sonradan açılan Metro… O sinemalardan birinde izlemiş olmalıyız, ‘Bir Yudum Sevgi’yi. ‘Sevgili Arsız Ölüm’den tanıyordum Latife Tekin’i, senaryosunu yazdığı filmi izlememek olmazdı. Sevgilim iyi okur olduğu kadar, iyi bir sinema seyircisidir.
“‘Bir Yudum Sevgi’, o yıllar için gerçekten heyecan verici bir senaryoydu. ‘Berci Kristin Çöp Masalları’nı yeni bitirdiğim günlerde Barış Pirhasan, Atıf Yılmaz’a bir senaryo yazabileceğimi söylemiş. Böyle bir şeyi aklımdan geçirmiş miydim, pek anımsamıyorum. Senaryo nasıl yazılır bilmiyordum bile. 170-180 sayfalık bir uzun öykü gibiydi ‘Bir Yudum Sevgi’. Atıf Yılmaz’a böyle bir dosya vermiştim. Film onun içinden çıktı.” (Latife Tekin Kitabı, s.83)
Latife Tekin filmin senaryosuyla ilgili olarak bunları söylüyor Pelin Özer’e. Film, 1984 yılında çekilmiş. Yönetmen koltuğunda da Atıf Yılmaz var. Latife Tekin filmin içinden çıktığını söylediği o 170-180 sayfalık uzun öyküde fabrika içinde yaşananlara daha fazla yer verdiğini, vardiyalı çalışan işçilerin çalışma koşullarına ve yaşantılarına dair ayrıntılar da içerdiğini anlatıyor söyleşi kitabında. “Atıf Ağbi’nin kafasında kurduğu film daha neşeliceydi. Gece çekimlerini ve özellikle de fabrika içlerinde geçenleri aza indirdi. Hoş bir aşk hikâyesi…” (Latife Tekin Kitabı, s.84) diyor filme ilgili.
“Hoş bir aşk hikâyesi”… Senaryo yazarının bu ibareyle anlatmasına rağmen 1984 yılında çekilmiş filmde yine de çok cesur mesajlar var, “hoş bir aşk hikâyesi”nin içine sızan.
Öncelikle film İstanbul’un bir tepeden görünümüyle başlıyor. Çocuklar şehrin “dış”ında, gözlerden ırak bir tepede, mezarlar arasında koşuşturuyorlar. Tahta parçaları silahlarıyla “uzaydan gelen kovboy” olup birbirlerini esir alıyor, mezarların arasında önlerine çıkan kafatasını oyuncak yapıyorlar. Başka bir İstanbul yani, mezarda yatanlar gibi, Ordu’dan, İnebolu’dan, Sinop’tan kopup gelmiş İstanbulluların semti… Çocukların oyun yeri hastane atıkları, plastik atıklarla dolu çöplükler, gecekondularının az ötesindeki mezarlık… Gecekondu bölgesi, Latife Tekin’in iyi bildiği yerler, içlerinden çıktığını dile getirdiği yoksulların hayatının aktığı yerler…
Dört çocuklu Aygül, kocasının sorumsuzluğundan, bulduğu parayı kumara yatırmasından, vaktini kahvede geçirmesinden bıkmıştır. Mahallenin bakkalının büyük oğlu, mahallenin “delikanlı adamı” Cemal’den fabrikaya kadın işçi alınacağını duyunca başvurur. Aygül zaten başından beri yaşadıklarına “kaderimdir” diye boyun eğmeyen bir kadınken ekonomik özgürlüğünü kazanınca işsiz güçsüz gezen kocasından boşanmaya kalkma, çocuklarını yanına alıp yeni bir hayat kurma cesaretini de gösterir.
Elbette filmde anlatılanlar aşk odağında sunulmuş. Delikanlı Cemal, istemeden evlendirildiği teyzesinin kızıyla mutsuz bir evliliği sürdürür. Geleneksel bir anlayışla da ailesinin yanından kopamadan, anne babasıyla, evli kardeşiyle aynı evde yaşamaya devam eder. Bir taraftan da bu yürümeyen evlilik ilişkisini mahalledeki bir kadınla olan ilişkisiyle kendisi için katlanır kılmaya çalışmaktadır delikanlı Cemal.
Aygül rolündeki Hale Soygazi benim en sevdiğim performanslarından birini sergiliyor filmde. Kocası Cuma’nın (Macit Koper, o da ezik erkeği o kadar sahici canlandırıyor ki) karşısına geçip elini kalbine koyarak “Şuram kaynıyor benim. Bundan sonra sana karılık etmem.” deyişi var bir, yüzü yanıyor, göğsü inip kalkıyor. Süklüm püklüm Cuma diyecek söz bulamıyor. “Kadınca” diye etiketlenip aşağılanan ya da kimisince kurnazca bulunup yüceltilen gizli saklı oyunlarla, kaçamak tavırlarla değil, açıkça. Fabrikadan çıkışta bekçinin üzerinde bir şey almış mı diye kontrol etmeyi tacize vardırmaya kalkmasına da sert çıkar Aygül, sesini yükseltir: “Hırsız mı bellerler burada işçileri?” der, bekçinin tacizinden kendini kurtarır. Diğer işçilerin meraklı ve şaşkın bakışları arasında yürüyüp gider Aygül.
Latife Tekin’i okuyanların yabancısı olmadığı bir durumdur güçlü kadın kahramanlar. Onun romanlarında ezik kadınlar yok, hep güçlü, kararlı kadınlar onun kahramanları.
Filmdeki Cemal rolü de ancak Kadir İnanır’la bu kadar ikna edici olabilirdi. Birçok kişiye göre Kadir İnanır’ın en sevilen filmlerden biri olan ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’daki rolü olabilir ama bana kalırsa Kadir İnanır, ‘Bir Yudum Sevgi’deki Cemal ile zihinlere kazınan bir oyun sergilemiş. Özellikle Aygül’ün duygularını açmakta ilk adımı attığı andaki şaşıran hali, Aygül’ü kıskandığı anlar, ama özellikle filmin son karelerindeki yüzünün ifadesi… Film her durumda izlenmeyi hak ediyor kısaca.
1983’te ‘Sevgili Arsız Ölüm’, 1984’te ‘Berci Kristin Çöp Masalları’ yayımlanıyor ve aynı yıl bir senaryo geliyor: ‘Bir Yudum Sevgi’. Latife Tekin’in yirmili yaşlarında arka arkaya gelen bu eserleri yazarın o yıllardaki çalışkanlığının ve ilk romanının getirdiği sesi nasıl sürdürdüğünün de kanıtı sanki. ‘Sevgili Arsız Ölüm’den sonraki tartışmaların daha çok edebiyat dünyasının dışından birinin nasıl yazdığını sorgulamalara yoğunlaştığını, bu yoğunlaşmanın bir yönünü de “Devamı gelecek mi acaba?” biçimindeki bir merakın oluşturduğunu söylüyor yazar çünkü.
Memet Fuat, ‘Sevgili Arsız Ölüm’ için bir arka kapak yazısı istiyor yazardan. Latife Tekin de sonradan biraz kısaltılan bir yazı hazırlayıp veriyor. Kitabın yayımlandığı o günlerde Atıf Yılmaz arka kapak yazısına gönderme yaparak “İnsanları etkilemeyi nasıl da bilirsiniz, Yılmaz Güney de böyleydi” gibi bir söz söylüyor.
Latife Tekin, “Dili böyle kullanmanın, duyguyu böyle ifade etmenin biraz da bizim gibi insanlara has bir şey olduğunu manidar biçimde hissettirmek istedi belki de.” diyor, bu söz üzerine söyleşide Pelin Özer’e.
“‘Sevgili Arsız Ölüm’ü yazarken” diyor Latife Tekin, “bütün Yaşar Kemal eserlerini önüme koydum ve yeniden yeniden okudum. Öyle başka bir dille kurmuştu ki Yaşar Abi anlattığı dünyayı, hem sahici kılan, hem büyüleyen… Başka bir dil bulmaya çalıştım ben de, ‘Sevgili Arsız Ölüm’ü yazarken.”
O başka dilin, evinde konuşulan dil olduğunu belirtiyor Latife Tekin, Pelin Özer’e, ‘Latife Tekin Kitabı’nda. Anlattığının özel bir hikâye olmadığını, Türkiye’nin hikâyesi olduğunu da ekleyerek…
Romanın üslubu üzerine yapılan değerlendirmelerde sıkça “büyülü gerçekçilik” yorumları yapılmış; o dönemde Latin Amerika edebiyatından yapılan çevirilerin yoğunlaşmasının etkisine bağlanmaya çalışılmıştı biraz da romanın üslûbu. Büyülenmiştim ben de, büyülü gerçekçilik olup olmadığını düşünmeden, gencecik bir Türkoloji öğrencisi olarak o zamanlar henüz sevgilim olmayan bir “arkadaşın” ilk maaş armağanı olan kitabı okurken yaz tatilimde esintili Düzce’de, baba evinde. Hâlâ o ilk baskısından okurum kitabı, değeri ayrıdır o baskının her yönden.
‘Bir Yudum Sevgi’, Eczacıbaşı İlaç Fabrikası’nda çekilmiş. Latife Tekin’in ilk gençlik yıllarında işçi örgütlenmesinde çalıştığı yıllarda içine giremediği fabrikalardan biri olduğunu öğreniyoruz söyleşiden, film çekimleri sırasında fabrika sahnelerinde bulunmak istediğini de. Çekimler için gittikleri zaman görmüş fabrikanın içini Latife Tekin, işçileri örgütleme günlerinden yüzlerine aşina olduklarından bazılarını da.
Filmin müzikleri Yalçın Tura’ya ait, görüntü yönetmeni ise Çetin Tunca. O yıllarda ilgi çekmiş, başarıya ulaşmış bir film, her ne kadar Latife Tekin alçakgönüllülük gösterip senaryosunda çok katkısının olmadığını söylese de diyaloglardaki başarı onun eseri. “Tabii, diyalogları yazmak benim işimdi. Ben daha çok o dünyaya ait ayrıntılar konusunda katkıda bulundum. Sonuçta akrabalık hissi oluştu bende. Ama ben çekseydim bu başka bir film olacaktı.” demeyi de ihmal etmiyor yazar (Latife Tekin Kitabı, s.84).
Yazarın sadece ayrıntılar dediği şey aslında filmin sahiciliğini sağlayan, seyircisini kuşatan en önemli yapıtaşı değil mi? Onlar olmasa ortaya çok yavan bir şey çıkmaz mı? Örneklerini bolca gördüğümüz, son karesi bitince zihnimizden silinip giden bir aksiyonlar şeridinden başka ne olabilir? Oysa yıllar önce izlediğimiz bu filmi, karakterlerini, özellikle bazı cümleleriyle hafızamızda yaşatıyoruz. “Namusumuz iki paralık olmuş” diyen Aygül’ün kardeşi, küçücük bir yan karakter olmasına rağmen hâlâ nasıl böyle canlı kalabilirdi bu cümlesi olmasaydı? Kocası başka kadına gidiyor diye hocadan muskadan medet uman Cemal’in karısı rolündeki Meral Çetinkaya da, fabrikadaki işçi kadınlardan biri olan Serra Yılmaz da, diğerleri de hepsi hâlâ yaşıyorlar o mahallede, o fabrikada ve sıraları geldiğinde yine sözlerini seslendirecekler. Üstelik artık koşullar çok daha ağır ve insanlar hoşgörüden uzakken…
Uzun, çok uzun zaman sonra nihayet yüz yüze toplantılarda bir araya gelebilmek de varmış. ‘Yaşar Kemal ile Çukurova’da Dünden Yarına’ başlıklı toplantıda Buket Uzuner’i, Latife Tekin’i ve Cihan Erdönmez’i dinlemek, üstelik de Yaşar Kemal’deki doğa üzerine olması, konuşulması benim için paha biçilemezdi. Hem de geçen haftanın heyecanlı hazırlıkları ‘Günümüz Türk Edebiyatında Yeni Bakışlar: Ekofeminizm, Ekoyazın, Ekoeleşti’ odağında tam da Yaşar Kemal’den, Buket Uzuner’den, Latife Tekin’den ve Oya Baydar’dan konuşmuşken.
Sinemaya karşı hep mesafeli olduğunu söylüyor Latife Tekin. “Bu ilk olarak Yılmaz Güney’le başladı. Yılmaz Güney filmlerinden çıktıktan sonra mutlaka önüme gelen ilk insanla kavga ederdim, sinirlerim bozulurdu. … Çünkü galiba Yılmaz Güney’in bizi öyle göstermesinden hoşlanmıyordum. Sanki o beni böyle yaralamamalıydı.” diyor. Bütün izlediklerinin, tanıklıklarının kendisine nasıl bir yol tutması gerektiğini öğrettiğini söylüyor bir taraftan Latife Tekin.
“Onlar sayesinde kendim yazacağım zaman kesinlikle anlattığım insanları zedelememe özeni gibi bir şeyi ilke edindim, içimde tümüyle onların tarafına geçme, onlarla bir olma arzusunu hazır buldum yazmaya başladığımda.” (Latife Tekin Kitabı, s.85)
Latife Tekin, ilk romanıyla edebiyat dünyasında adını duyurmuş bir yazar. Yaşamıyla, duruşuyla, içtenliğiyle, edebiyatın dil işçiliği olduğunun bilinciyle, en baştan edebiyatın usta kalemlerini çok iyi etüt ederek kendine özgü olan bir dünyayı kurmayı başarmış. ‘Sevgili Arsız Ölüm’den sonra yazdıkları da hep dikkat çekmiş, tartışılmış, hatta ‘Gece Dersleri’nden sonra yalnızlaştırılmış. O yazmaya devam ediyor.
Panelde Yaşar Kemal’le olan anılarından söz ederken Yaşar Kemal’in “Kızım (Latife Tekin’i kastederek) deli, az yazıyor; oğlum çalışkan (Zülfü Livaneli’ni kastederek)” dediğini belirtti.
Latife Tekin gibi yazarlar daha çok yazmalı bence de, iyi edebiyata her zaman ihtiyaç var. Onun edebiyatı her zamanki titiz dil işçiliğini göz ardı etmeden çevreci yazına (ekokurgu) çok önemli katkılar sunarken hele. ‘Manves City’ ve ‘Sürüklenme’ çağıyken hem de… Anlatacak çok şeyi olmalı Latife Tekin’in.
Ben Latife Tekin okumalarımı ekoeleştiri, ekofeminizm odağında sürdürüyorum. Ekofeminist bakışa dayalı bir ekoeleştirel yazı neden gelmesin?
Adana’ya bahar gelmiyor ama iyi ki edebiyat festivalleri arka arkaya geliyor. Şimdi Orhan Kemal Edebiyat Festivali zamanı…
Not: Yazıda ‘Latife Tekin Kitabı’ için Can Yayınları’nın 2020 baskısından yararlandım. Meraklısına…