EDEBİYAT YAŞAM 

KEDİLER, KİTAPLAR VE EDEBİYAT

Ocak ayında olmamıza rağmen dışarıda baharın ilk günlerine özenen güneşli ılık hava, mavi gökyüzü… Yine pandemi, yine önlemler, yine hafta sonu kısıtlamaları…

İçimde bir ses “Hadi gülümse” diyor, “bulutlar gitsin/ … / yoksa ben nasıl yenilenirim/ / bir kedim bile yok, anlıyor musun/ iklim değişir Akdeniz olur, gülümse”…

Bir kedim bile yok. Oysa edebiyat ve kedi nasıl da tamamlıyor birbirini. Tamamlamasa bu kadar kedili anlatı olur muydu?

Kedi sahiplenmek, biz çocukken çok kolaydı. O zamanlar okuma yazma bile bilmiyordum, hiçbir şey okumamıştım ve hayatın her alanı gibi bunun da derin bir felsefesinin olduğunu öğrenmemiştim henüz.

İki katlı, önü bahçeli bir evde oturduğumuzu hatırlıyorum ve ikindide o bahçede oynadığımızı. Mevsim de bahar sonu ya da yaz olmalı. Hatırladığım güneşli ve ılık hava, günün dingin saatleri… O bahçede oynarken acıktığımızda yiyelim diye annemin bizim için hazırladığı tereyağı sürülmüş ekmekleri ve peyniri minik kara kediye yedirdiğimiz, onu kendimize bağlayıp eve aldırdığımız canlanıyor gözümde. Sonra o minik kara yavrunun bizim oyun arkadaşımız olduğunu hatırlıyorum. Hayatımızdan çıktı o kediş bir gün. Biz taşınmıştık galiba başka bir semte, o kargaşada unutuldu, dendi bize. O zamanlar kedilerin bir özgürlüğü varmış anlaşılan; biraz dolaşıp gelirdi eve, yine özgürlük saatindeydi belki, biz o gelmeden ayrılmış olmalıyız evden.

Sonra sonra hayvan hikâyelerini anlatan bir sürü kitabımız oldu, bize ilk kedimizi unutturan. Okula gidip okumaya başlayıncaya kadar annem okurdu o kitapları. Her gün iki hikâye… İki kıza birer tane… O kitaplara bağlandık. Her çarşı gezmesinden iki kıza birer hikâye kitabıyla dönülürdü. ‘Evimizdeki Hayvanlar’ adlı kitap, aramızda paylaşılmaz oldu bir zaman. Kitabın olası bir paylaşımda en çok hangimizin payına düşmesi gerektiğine dair şiddetli çekişmelere neden olmaya başladı. Bir gün kara kedimiz gibi o kitap da hayatımızdan çıktı, diğer kitapların arasında bulamadık, zamanla çekişme de sönümlendi. Çözümü kitabı ulaşamayacağımız bir rafa kaldırmakta bulmuş annem. Bunu yıllar sonra, liseye giderken öğrendik. Artık çok büyümüştük bunu öğrendiğimizde, sadece gülümsedik kitabın akıbetine.

Ne Kitapsız Ne Kedisiz’, Bilge Karasu’nun deneme kitabının adı. 1994 yılındaki üçüncü baskısı bizim kitaplığımızdaki. Hemen okumadım bu kitabı nedense, aldığımız tarihten yıllar yıllar sonra okudum. ‘Kedi Mektupları’nı okuduğumda Nina, Artur, Kirli, Gece, Tekir, Safinaz’ı tanıdım ve yine bir kedi aşkı depreşmişti içimde, “bir kedim bile yok”tu hâlâ. Bilge Karasu’yu okuyunca ama, yepyeni bir boyut kazandı bu aşk.

Ne Kitapsız Ne Kedisiz’ diyor Bilge Karasu kitaba adını veren ilk denemede. Kitabı bugün yine çıkardım raftan, masamda. Tam da bugünkü ruh halime uygundu kitap. Üstelik yıllar önce okuyup altını çizdiğim, çok beğenip paylaştığım, birçok yerde atıfta bulunduğum satırları yeniden okumak paha biçilemezdi.

Kitap yığdım, hata etmişim; kitap edinmeği marifet sanmışım. ‘Aradığım şu kitabı bulmazsam (‘yaşayamam’ der gibi) işimi yapamam’ demenin abartı olduğunu sanıyorum. Hiçbir kitap her güçlüğü çözmeyecektir.” diyor Bilge Karasu. Diyor ama kendisi de vedalaşamıyor kitaplarıyla.

Özelde kitap ama genel olarak da nesne bağlılığının sona erdirilebilmesinden söz ediyor yazıda Bilge Karasu; uzun yıllar oturduğu evden taşınması gerektiğinde, kitaplarının bir kısmından ayrılmayı göze aldığında. Göze alıyor ama sonuçta ne oluyor?

Varlığına alışılmış bir nesneden kopmanın güçlüğünü bilmektedir elbette yazar, “Yaşamak, pek çok şeyden kopmasını öğrenmektir de.” diye ekliyor sonra. “…çünkü bilirsiniz ki onsuzluk, sizin de, en azından bir parçanızın ölümüdür. Düpedüz. Evet, ölenlerin ardından yaşandığını, ölenle ölünmediğini herkes bir gün öğrenir. Ama eksilerek, azalarak, sakatlanarak, bir yeri koparak yaşandığını…

Gelelim kedilere… Bilge Karasu bu konuda da şöyle diyor ‘Bir Hayvanla Yaşamak’ başlıklı denemesinde:

… Çocukların sevip aldığı/aldırdığı hayvanlar hep tehlikededir. Çocuklara ilk öğretilecek şey hayvanlarının sorumluluğunu taşımalarıdır.

Şimdi düşünüyorum, biz o kara kedişin sorumluluğunu alabilecek yaşta mıydık? Annem ya da babam bize böyle bir sorumluluk kazandırma bilincinde miydi? Bizdeki anne babalık anlayışının büyük ölçüde korumacı ve çocuklarının yerine birçok şeyi üstlenme şeklinde geliştiğini düşünürsek hiç sanmam. Sonuçta bizim ısrarlarımızla eve kabul edilen kara kedicik de ilk fırsatta evden uzaklaştırılmıştı işte.

Bir hayvan sahiplenmek, daha doğrusu bir hayvanla yaşamak; üzerinde uzun uzun düşünmeyi gerektiren büyük bir sorumluluğu almak anlamına geliyor, bunca okuduklarımdan sonra. Bir canlıyı dâhil edeceksiniz hayatınıza ve ömrünüz yettiğince sürecek bu ilişki. Kolay mı?

…hayvanlar bizim konuğumuz değil. Yaşam ortağımız.” diyor Bilge Karasu. “Köle hiç değil. Eğitim dediğimiz, onu, kendi dünyasını bırakıp kendi dünyamızı bütünüyle benimsemesini, kendini bizim dünyamızda ‘yararlı’ kılmasını amaçlar gibidir. Ne de olsa birlikte yaşama kararını biz veriyoruz çünkü…

Kendini doğanın efendisi konumuna koyan insanın doğanın bütün canlılarına hükmetme arzusuyla şekillenen kedi ile ilişkisi de efendi konumuna uygun gelişiyor büyük ölçüde bugün. “Hayvan bizim açımızdan başka’dır. Onun açısından bizim başka olduğumuz gibi…” diyor yine aynı denemede Bilge Karasu. Karşıdaki için kendisinin sadece bir “başka” olduğunu kabul etmek belki hayvanlarla ilişkimizin çıkış noktası olabilir.

Evet, bu yazı; yazmayı düşündüğüm bir dizi yazıya bir başlangıç… Sonraki yazılar edebiyata yansımış kedilerle ilgili olacak.

Kişisel hikâyemizin sonucu mu? Sonuçta ben işin felsefesini düşünüp durur ve “Bir kedim bile yok” derken kız kardeşim bir kedi sahiplendi bir yıl önce. Bu şaşırtıcı değildi, içimizde sevgisini munisçe göstermeyi bilen oydu.

O sevimli kediciğin adı Minik. Onu çok seviyorum, ama onun beni sevdiğini söyleyemem. Sevmek için sahiplenmek de gerekmiyor, hatta hiç gerekmiyor. Sevgi zamanla kazanılıyor, ortak dili bulmak için de uzun zaman alan bir çaba gerekiyor. Aramızda mesafeler var Minik’le, o Ankara’da ben Adana’dayım. Minik de kızım ve iki yeğenimle birlikte en küçük dördüncü kızım.

Kitaplara gelince… Evlenip baba evinden ayrılırken kız kardeşimle üniversite yıllarımızda edindiğimiz kitapları paylaştık, bir kitap tutkunu olan eşim için de en değerli çeyizim oydu, bırakamazdım. O bağımlılığım devam ediyor. Modern tıbbın her derde deva bulduğu bir noktada bu bağımlılığın da elbet bir çözümü vardır ama bağımlının da istemesi ve tedaviye katılması koşuluyla.

Bitirirken yine son sözü Bilge Karasu söylesin, ‘Narla İncire Gazel’den bir alıntıyla:

İnsanlar, binlerce yıldır neredeyse soluklarını kesen bir gururla sözünü edip durdukları insanlıklarını anımsayamazlar mı? Bakarsınız, insana da tahtakurusu diye bakmaktan vazgeçerler…

Doğanın ritmine uyarak ve onun parçası olduğumuzu unutmadan yaşamak dileğiyle…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar