KÜLTÜR-SANAT YAŞAM 

KARLI BİR KENT, ÇILGIN KALABALIKTAN UZAKTA, ‘DÜNYANIN EN KÖTÜ İNSANI’

Nihayet…

Karlı bir kentteyim. Karın yeniden oluşturduğu bembeyaz bir kentte. Bütün sesleri yumuşatan, kentin eskimişliğini kuşatıp yepyeni bir dünya yaratan karın başkentinde… Bütün gün yağan yağmurun ıslaklığı üzerine birdenbire lapa lapa yağdı kar, akşamüstü.

Araçlar, evimizin önündeki dik yokuşu çıkamaz oldu bir anda…

Beyaz, ipek gibi yağdı kar/ bir kız kardan hafif adımlarıyla yürüyüp geçti hayal içinde” diyordu şair.

Hayaller ve anılar…

Çocukluğumun kenti… Dik yokuşu Bolu Lisesinin. (Okulun adı sonradan Bolu Atatürk Lisesi oldu, biz okurken adı Bolu Lisesi. Okul marşında da öyle geçerdi: “Biz Bolu Lisesi öğrencisiyiz/ irfan ordusunun yılmaz eriyiz”)

Hisar Tepesi… Eski bir bina. Lise binası… (1884’te Mutasarrıf Bay İsmail Kemal tarafından kentin parası ile temeli atıldığı kaydı var kaynaklarda.) Çok geniş ön ve arka bahçesi vardı. U biçiminde ana binadan başka ön bahçede dikdörtgen bir yapı bulunurdu bahçeye girişte, solda, törenler için kullanılan bir sahnesi olan… Bir de arka bahçede, içinde bir bölümü müzik odası bir bölümü resim atölyesi olan daha küçük bir yapı… Kar yağdığında bambaşka bir yer olurdu o bina, bahçe ve Hisar Tepesi.

Hisar Tepesi’nin liseye çıkan dik yokuşu… Kar, yeni yağdığında yumuşak kalın bir halı gibi yokuşu kaplardı. Bekledikçe ve basıldıkça sıkılaşan, sertleşen, gecenin ayazında yer yer donan karla, kayak pistine dönen okul yolumuz… Hayret, hiç düşme anım yok o kentten. Onlar daha çok Ankara’dan, nedense…

Hem yakın hem uzak şehir. Başı karlı, soğuk, uzak anılar… Anılar…

Beyaz, ipek gibi yağdı kar/ bir kız kardan hafif yüreğiyle/ geçip gitti güvercinleri anımsatarak/ uzaktaki şehir/ uykuya dalmıştır şimdi.

Şimdi: Bütün sesleri yumuşatan, kentin eskimişliğini kuşatıp yepyeni bir dünya yaratan karın başkenti…

Karlı ve soğuk kış gecesinin o kendisine has sessizliğinde evde sinema keyfindeyiz. Bembeyaz çatılar, durup durup yeniden uçuşan kar taneleri, şehrin ışıkları… ‘Dünyanın En Kötü İnsanı’nı izliyoruz. Norveç sinemasından bir film. Doğrusu Norveç sinemasını çok tanıdığımı söyleyemem, 2018’de Adana Altın Koza Film Festivali programında yer alan gerçek bir terör saldırısına dayanan filmi, ‘Utoya’yı izlemiştik. O filmi hatırlıyorum sadece Norveç’ten. O film, gerçek bir terör saldırısını anlatmasından dolayı ilgi çeken bir yapıt olarak değerlendirilmiş, sinema sanatı açısından kimi yönleriyle pek de beğenilmemişti.

Beyaz, ipek gibi yağdı kar/ bir kız kelebek adımlarıyla/ geçip gitti karın üzerinden./ İnsanlar kendi şarkılarını/ kendi hayallerini taşıyorlar.

Dünyanın En Kötü İnsanı’ (The Worst Person in the World – Verdens Verste Menneske), Joachim Trier’in “Oslo Üçlemesi”nin üçüncü filmi. İlk ikisini, ‘Tekrar’ (Reprise) ve ‘Oslo 31 Ağustos’u (Oslo, 31Agu) sonradan izlemeye karar vererek sondan başlıyoruz seriye. (Bu da başka bir şeye gönderme olsun: ‘Hep Sondan Başlar’ / Başlamaz mı hem?)

Romantik komedi sevmeyenler için “nordik bir romantik komedi” ifadesi kullanılmış filmle ilgi tanıtım yazılarının birinde. Bu alışılagelen bir komedi değil ama filmin çok ince bir mizahı var bence. “Nordik bir romantik komedi” denmesinin sırrı da bu ince mizahta saklı zaten.

Film prolog, on iki bölüm ve bir epilogdan oluşuyor.

Julia’nın hayatına odaklanan film, onun olgunlaşma ve yolunu bulma serüvenini anlatıyor. Yakında otuz yaşına girecek olan Julia, filmin başında bir tıp öğrencisi olarak çıkıyor karşımıza. Zeki, çalışkan ve başarılı. Ama bir gün ameliyathanede hocanın yaptığı ameliyatı izlerken onun ilgisini çekenin bu kadar keskin ve net sonuçları olan yollar olmadığını; onu görünenin ötesindeki şeyin, ruhun çektiğini fark ederek okulu bırakıyor.

Julia kısa süre sonra psikoloji eğitimi almaya başlar. Amfide ders dinlerken hocanın anlattıklarından başka şeylere odakladığını hissedince aslında psikolojinin de yoğunlaşmak istediği alan olmadığını anlar Julia. Dört yıl sonraki hali gözünde canlandığında kendisini terapiye gelenlerin karşısında onlara çözümler öneren psikolog resmine oturtamaz.

O aslında görsel bir yeteneğe sahiptir. Fotoğrafçılık gibi bir alan ona daha uygun olacaktır. Bir fotoğraf makinesi edinir ve fotoğrafçılığa yönelir Julia bu kez de. Buraya kadar olanların hepsi prologda çabucak akarken acaba doğru seçimi yaptı mı sonunda Julia, bu ne daldan dala atlamadır, diye düşünebilirsiniz. Belki de günümüzün, kuşakları harflerle simgeleştirip eleştirilerini keskinleştiren yaşlı kuşakları gibi “ne istediğini bilmemek” olarak görüp en baştan karşı tarafa geçebilirsiniz.

Hayata yön vermek, seçim yapmak, yaptığı seçimin arkasında durmak, sonucu mutsuzluk doğursa bile vazgeçmeden inatla direnmek kültüründen gelenler için buraya kadar olanlar bile filmin ana karakteri Julia’yı anlamakta güçlükler barındırıyor olabilir. Oysa unutmayın, Oslo’dayız, ‘Sapılan yollardan ölümüne vazgeçilmez’ anlayışının hâkim olduğu bir kültürde değil.

Julia’nın sadece okul ve iş kariyeri ile sınırlı değil elbette olgunlaşma ve yolunu çizme serüveni; onu duygusal ilişkilerinde de cesurca kararlar alırken, bitirişler, yeni başlangıçlar yaparken göreceğiz film boyunca.

Kendisinden on beş yaş büyük olan çizgi roman sanatçısı Aksel ile yolları kesiştikten sonra Julia’nın hayatı bambaşka bir yöne akmaya başlar. Her şeyi önceden yaşamış ve yirmili yaşların sonlarındaki savruluşları bilen Aksel, sürecin sonunu anlatarak Julia’yı kendi noktasına çekmeye çalışsa da Julia, tam bir özgür ruhtur ve her şeyi bedeli ne olursa olsun kendi yaşayarak öğrenmek cesaretine sahiptir.

Aksel, Julia’dan on beş yaş büyüktür ve onun arayışlarla geçen yılları geride kalmış, hayatını belli bir rotaya oturmuştur. Tam olarak ne istediğini bilmeyen Julia için hiçbir şey kesin değilken Aksel, artık bir sonraki aşamaya geçmek, çocuk sahibi olmak, düzenli bir minval üzerine yol almak istemektedir. Aksel’in Julia’yı tanıştırdığı arkadaşları da tatile çocuklarıyla gelmiş, hayatlarını belli kurallarla sınırlamış, çocuklarını eğitmek konusunda katı tutumlar benimsemiş kişilerdir. Oysa Julia daha kendi ebeveynleriyle ilişkilerini bir düzene oturtmamıştır. Örneğin annesinden boşandıktan sonra yeni bir hayat kurmuş olan babasıyla ilişkisi hiç de yolunda değildir.

Julia, Aksel’in son romanının imzasının olduğu akşam, orada bulunanların arasında kendini yalnız ve yabancı hissederek ayrılır; Oslo’nun sokaklarında yürümeye başlar. Birden karşısına sokağa taşan bir parti kalabalığı çıkar, eğlenen insanların arasına karışarak içeri girer ve partiye dâhil olur. Partide tanıştığı Eivind, onun hayatının akışının bir kez daha değişmesine sebep olur.

Beyaz, ipek gibi yağdı kar/ yağdı kirpiklerine bir kızın/ yağdı mavi bir nehre/ saçlarıma yağdı/ otobüslere/ ağaçlara/ evlere/ içimden okşadım onu.

Julia rolündeki Renate Reinsve’in oyunculuğu gerçekten göz dolduruyor. Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü alması bir tesadüf olamaz. Doğal güzelliği, rolündeki abartısız, sade oyunculuğu sahiciliği oluşturmuş. Aksel rolündeki Anders Danielsen Lie ve Eivind’i canlandıran Herbert Nordrum’u da beğendim. Yönetmen “Oslo Üçlemesi”nin ilk iki filminde de başrolde Anders Daiensen Lie ile çalışmış. Dolayısıyla aslında Aksel karakterini canlandıran oyuncu, yönetmenin seyircisinin tanıdığı bir isim. Hem Anders Daiensen Lie hem de Eivind’i canlandıran Herbert Nordrum’u rollerinde başarılı buldum.

Üçlemenin ilk iki filmi erkek karakterleri anlatırken son filmde bir kadın karaktere odaklanılmış. Yalnız şunu belirtmek gerekir ki yönetmen, karakterlerinin hiçbirinin yanında ya da karşısında değil, oldukça yansız bir biçimde onları anlatıyor. Yine de erkek bakış açısıyla bir kadının iç dünyası ne kadar başarıyla ve ayrıntılı verilmiş, bunu biraz düşünmek gerekiyor.

Julia’nın Eivind’e gitmeye karar verdiğinde ikisi dışındaki bütün hayatın donması, Julia’nın geç bir saatte yürüdüğü Oslo sokakları, Aksel’le ve onun arkadaşlarıyla gittikleri deniz kenarı görüntüleri bir de Julia’nın üflediği sigara dumanını Eivind’in soluması anı filmin zihnimde kalan görüntüleri… Dünyanın en huzurlu ve pahalı kentlerinden biri olan Oslo’yu beğenmemek mümkün mü? Filmin görüntü yönetmeni Kasper Tuxen de hikâyeyi iyi aktarmış doğrusu. Tabii, Ola Flottum imzasını taşıyan müzikler ve 70’li 80’li yıllardan seçilen şarkılar her şeyi birleştirmiş ve akıp giden iki saat sekiz dakikalık bir şölen oluşturmuş.

Filmin yönetmeni Joachim Trier, varoluşsal sorunları olan, geçmişi sorgulayan, edebiyatla bağı olan karakterlere odaklanan filmleriyle tanınıyor. Genel olarak erkek karakterleri anlatmış yönetmen. Joachim Trier tarzını simgeleyen özellikler varoluşsal sorunlar yaşayan öz benlik ve geçmişi sorgulayan, farklı olanlara uyum sağlama sıkıntıları yaşayan karakterlerdir, denebilir. Yönetmen bunları anlatırken doğal bir mekânı ve doğal bir anlatımı seçiyor. Yönetmeni niteleyen bir başka önemli nokta ise karakterlerinin edebiyatla olan bağları.Tekrar’da (Reprise) yazar olmaya çalışan iki arkadaşın hikâyesi anlatıldığı gibi ‘Dünyanın En Kötü İnsanı’nda da Aksel çizgi roman sanatçısıdır; Julia, Aksel’le birlikteyken bir süre sonra yazı yazarak kendini ifade etmeye çalışır, hatta Aksel’in yazısını beğenmesi üzerine bu yazıyı bir dergiye göndermeyi düşünür.

‘Dünyanın En Kötü İnsanı’nda, Julia özelinden kadın karakterin oluşum, kendini bulma çabası anlatılmakta. Ancak filmin son bölümünde hikâyenin gidişatını belirleyen, Julia’yı da değiştiren Aksel’dir. Filmde erkek bakış açısıyla –her ne kadar yönetmen açıkça hiçbir karakterinin yanında ya da karşısında değilse bile– bir kadının iç dünyası, seçimlerinin, kararlarının nedeni tam olarak ortaya konabiliyor mu, bunu tartışmak gerekir. Belki Julia’nın duygu ve düşünceleri biraz daha açılmalıydı.

Film bitti. Julia da duruldu, olgunlaştı, büyüdü. Dışarıda kar hâlâ yağıyordu.

Beyaz, ipek gibi yağdı kar. / Yağsın. / Dünya daha güzel olacak/ inanıyorum buna/ bir insan kalbinin güzelliğine/ çocukluğuna/ sonsuz cesaretine, olanaklılığına/ inandığım kadar” diyor şair de hâlâ.

Ve güzel bir ezgi, Ezginin Günlüğü’nden, doluyor kar manzaralı odamıza…

Kar yağıyor bu gece/ öyle beyaz ki şehir…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar