EDEBİYAT YAŞAM 

GÖL, DOĞA ŞİİRİ, ELİF SOFYA, İNSAN, İNADINA CANLI…

Mayıs yağmurlarla geldi… Arada güneş yüzünü gösterse de alışılmış mayıs değil artık… Alışılmış ne kaldı hayatımızda? Derken bu hafta da birdenbire mevsim normallerinin üzerine çıktı sıcaklık. Anlıyoruz ki biz karantinadayken evimizde, bahar geçip gitmiş Adana’dan…

Salgının dokuzuncu haftasındayız. Vaka sayılarında düşme, iyileşenlerde yükselmeyle olumlu bir tablo gözlenmeye başlasa bile kısıtlamalar devam ediyor. En azından biz, risk almak istemediğimizden önlemlerimizi sürdürüyoruz. Hayatı eve sığdırmaya devam…

Korona günlerinin başından beri evden çalışıyoruz birçok kişi gibi. Geçen hafta, okuldaki odalarımızdan almamız gereken birkaç kitap için kampüse gittik. Terk edilmiş gibiydi, ıpıssızdı kampüs. En güzel üniversite kampüslerinden birine sahiptir Çukurova Üniversitesi… Palmiyeli, okaliptüslü yollarıyla, ulu ağaçlarıyla yeşillikler, gölün koyu mavi, derin yeşil, güneş altındaki ışıklı açık mavisiyle buluşur.

Fen-Edebiyat Fakültesinin önünde çamların altından gölü seyrettik. Günlerce yağan yağmurdan sonra toprak yumuşamıştı. Çeşit çeşit börtü böcek toprağın üstünde telaş içindeydi. Göle inen dik uçurumun sınırındaki çalıların arasında eflatun nazlı bir çiçek ılık rüzgârla salınıyordu. Her şey ne dingindi.

Yükümüz bekliyor yüksek duvarların üstünde / Su vurdukça kıyıların tarihi değişiyor / Bak, dünya ne güzel oluyor / Toprakta tahakküm / Hayvanda eyer kalkınca” diyor ‘Yüzleşme’ şiirinde Elif Sofya.

Elif Sofya uzun süre resim çalışmaları yapan, sergiler açan bir şair. Özellikle ‘Dik Âlâ’ kitabından itibaren bir “Elif Sofya Şiiri”nden söz ettiren bir şair… ‘Dik Âlâ’daki şiirleri doğa şiiri (ekoşiir) olarak değerlendirilmiş, bu konuda birkaç yazı yazılmış…

Ekoloji ve feminizm gibi çağın iki büyük düşünce akımının birleşimi olan “ekofeminizm” sözcüğü ilk olarak Fransız feminist Françoise d’Eaubonne tarafından 1974’te kullanılmış. Neyi anlatıyor ekofeminizm, bakalım: Batı felsefesinin temelindeki ikili karşıtlıklarda (düalizm) erkek-kadın / akıl-doğa / uygar-ilkel gibi ikiliklerde birinciler özneyi, aklı, zihni, üretimi, benliği, efendiyi temsil eder; ikinciler ise hep ikincil kalır ve nesneyi, duyguyu, bedeni, üremeyi, ‘öteki’yi, köleyi işaret eder. Erkeğin karşısında kadın; aklın karşısında doğa; öznenin karşısında nesne; zihnin karşısında beden; benliğin karşısında öteki; efendinin karşısında köle zayıf olandır. Kaçınılması gereken, tahakküm altına alınan, ötelenen yani, bu ikinciller… Aklıyla doğayı kontrol edebilenin karşısında doğanın, doğanın temsil ettiklerinin ne hükmü olabilir ki!

Tarım toplumuna geçişle birlikte erkeğin, aslında eril zihniyetin mülkiyetçi bir tutumla kadınlar üzerindeki egemenliğini toprak ve doğa üzerinde de kurduğuna işaret ediyor, Françoise d’Eaubonne. Çünkü eril zihniyet (eril zihniyet diyorum, erkek değil; eril zihniyet de inşa edilmiş bir yapıdır, diğer toplumsal yapılar gibi), egemenliğinin sürdürülebilmesi için toprağın da paraya, mülke dönüşmesini istiyor. Eril zihniyet hem kadın bedenini hem de toprağı kendi gücünü beslemek için bir araç olarak görürken onun sömürülmesine göz yumuyor. Üstelik düalizmin kadını doğayla, duyguyla eşleştirmesi ve bütün kadınların duygusal, barışçıl olduğu ön kabulünü onun doğasıyla, yaradılışıyla açıklaması bunun tersini de mümkün kılar. Yani erkeği de gücünü, savaşçılığını, hükmedici tavrını erkeğin doğal yapısının gereği olarak görmemize neden olur. Bu ön kabul, olumsuzlukları meşrulaştırmak anlamına gelir ki asıl dikkat edilmesi gereken nokta da budur. Üstelik dünyanın sonsuz olmayan kaynakları artan nüfusla, doğanın hoyratça kullanılmasıyla hızla tükenmekte, dünya bir çıkmaza doğru ilerlemekte…

Denizlerden çekiliyor kuşların anavatanı / Seslerinin titrediği kadar / Titremeden gövdeleri / Birkaç yağmur yukarıda bekliyorlar” diye başlıyor ‘Kuşların Kuşatması’ şiirine Elif Sofya:

Mayınlar ve sınırlar ayıklayarak topraktan / Kuşlar kuşatıyor kışlaları / Kuşkusuz kararlı adımları var / Dik yazılara sığmayan çığlıkları / Dışarıya bırakan ağızları.

Şiirin son bölümü; doğanın bileşenlerinden birinin eksilmesinin bunu görmezden gelen, doğayı kendi hükmü altına aldığını düşünen insanın tarihinde sözünün bile edilmeyeceğini söylüyor bize:

Böyle dümdüz düz ederek ortalığı / Bunu ellerinde bir koz diye bekletmeyerek / Kanatlarına rüzgârları gömüp giderken / biliyorlar / Tarih denen teranede / İnsandan başkası yok diye / Yok sayılacak kuşların kışlaları kuşatması.

Doğa şiiri; doğa yazını gibi ekolojiyi odağına alan, doğayı anlatılarda ya da şiirde bir malzeme gibi görmeyen, onu nesne gibi kullanmayan, doğayı her unsurunun birbiriyle eşit ve ilgili, bir bütün olarak düşünen anlayışla yazılan şiirlerdir.

Elif Sofya’nın şiirinde insanın doğanın parçası olduğunu unutarak yaptıklarının sadece doğanın diğer canlılarına değil, insana da yaptığı kötülükleri “uygarlaşma” olarak tanımlamasının ne kadar aldatıcı olduğu anlatılmaktadır. Şiirin başlığı da ‘Uygarlaşma’. Şiirin son iki bendi şöyle diyor:

“(…) / Yüzümde şakulleniyor bozuk bir ağız / Kavuklara baş, kasırgalara deniz doluyor / Bir hayreti baştan başa geçerek / Sarsıntıma sarıyorum / Beton bina, büyük müze, otoban / Hem temizim, hem de nezih, steril / Nasılsa gözden uzak çalışıyor mezbaha / Toplama kamplarının olmuş olduğu kadar uzakta / Orada olan bitene hâlâ / Olup bitmiyormuş gibiyiz / Uygarmışız uygarlaşmışız / Gurur böyle gurulduyormuş göğsümüzde.

Şehir uzaktaydı. Şehrin sesleri… Kampüsün karşı kıyılarında son yıllarda boy veren yüksek binalar… Doğayla baş başa yaşam vaat ederek oluşan villalar, site inşaatları… Bu dönemde kampüste görmeye alışık olduğumuz öğrenciler, kampüs içine kadar sefer yapan belediye otobüsleri, dolmuşlar, yolun sonundaki göle sivri bir burun gibi uzanıp dönen keskin viraja hızla giren özel araçlar… Hiçbiri yoktu.

Doğa insan olmadan da vardı… Doğada her şey, insan olmadan da yaşamaya devam ediyordu.

Elif Sofya ‘Hay Huy’ şiir kitabına, “İnsanlık dışı diye bir şey var; ama olay hep insanlar arasında geçiyor.” diye bir epigrafla başlıyor.

Biz turnike çocuklarıyız, plazaların kapıkuluyuz / Organizeyiz, mermerlerin merhametine teşneyiz / Ölürken ışıklar içindeyiz / Hep ölüme doğru gidiyor içimizdeki saatler / Bazı ölümlere çeyrek var / Bazılarını çoktan ezip geçmişler / Neyse ki bitiyoruz, bitmek güzel.” (‘Gözaltı’ şiirinden, ‘Hay Huy’ kitabından)…

Kampüs gerçekten kampüs müydü insan olmadan?

Hikâyesini yazan, şiirini söyleyen olmadan göl? O eflatun yalnız çiçek? Gökyüzünü gezen beyaz bulut?

Ekoeleştiri, “İnsanı ve doğayı birbirinden ayrı görmeyen, hem sosyal hem de biyolojik sistemlere eşit bir ilgiyle yaklaşan eko merkezli bir kuramdır” diye tanımlanıyor Serpil Opperman tarafından.

Ne demektir bu? Her şey birbiriyle bağlantılı dünyada, birinde bir değişiklik olduğunda diğeri de bundan etkilenecektir. Aklıyla her şeyi kendi istediği şekilde değiştirebileceğini düşünen insan, kimi zaman doğadaki dengeyi bozsa bile anlattığı hikâyelerle buna çözüm de üretecektir. Ekoeleştirmenlerin insana ve onun anlatılarına yüklediği anlam ve görev budur.

Elif Sofya’nın dediği gibi, “Ağaçlara kabuk olmak için kalkalım yerimizden / Yerimiz hiç olmadığı kadar olmasın bizden”…

Doğanın bir parçası olan insan onun ritmine ayak uydurarak yaşamayı öğrenecek bir gün… Çok yakın olmasa da, bir gün mutlaka öğrenecek… Şimdilik göle, gölün kimi zaman ışıklı, kimi zaman bulutlu sabahına, öğlesine, akşamına veda… Hikâyesi? Hikâyesi hep var olacak, bir gün gölden, gölün olduğu bu şehirden ayrı düşsem de…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar