FLAMİNGOLAR, ‘CAZİBE İSTASYONU’, GÖL VE DİĞER ŞEYLER
-ADANA-
“Önce su vardı. Sevdiğimiz su! Önce su geldi. Sonra göl doğdu. Yer altı dediğin damar damar. Suya doydukça başını yukarıya çeviren cinleri var toprağın. Hayat ve ışık fışkırıyor.” (s.65)
Tuz Gölü kurudu. Onu besleyen, ona su taşıyan kanalların önüne set çekildi sulama yapabilmek için. Flamingoların yurdu olan Tuz Gölü, yumurtadan çıkmış yavrulara mezar oldu. Flamingolar gitti, su gidince, göle gelmeyince…
Hayatın olağanlığı diye tanımladığımız yaşamımızın pratikleri, kayboluyor bir bir. Alışageldiğimiz döngüleri dünyanın, mevsimler gibi, gözümüzün önünde değişiyor… Yazın ortasında sonbaharda bile ender rastlanacak şiddetli yağışların yarattığı sel felaketiyle mücadele ederken birçok yer, bir başka yerde aşırı sıcaklardan kavruluyoruz.
Ahmet Büke, ilk baskısı 2012 Ekim’inde yapılan ‘Cazibe İstasyonu’nda ‘Tuhaf Su’ başlıklı öyküsüne böyle başlıyor: “Önce su vardı.”
Ahmet Büke’nin anlattığı K. Kasabasından değiliz hiçbirimiz, neyse ki! Deniz subayı babasının yanağından değil alnından öpmesiyle yağmurun yağmayı bıraktığı o çocuğun yaşadığı, gölün kendi içine çekildiği o yerden hiç değil!
Emekli albay babanın belediye başkanı olduğu, sadece erkeklerin seçtiği başkanın kuruyan göle su akıtmak için dilekçeler yazdığı, kanallarla eski göle suyun geldiği haberini paylaştığında sadece erkeklerin onu dinlediği, kadınların sokak aralarında huzursuzca sustukları K. Kasabası bu dünyada olabilir mi? Değildir neyse ki!
“… Çölden yükselen toz bulutunu görebiliyorduk. Toprağın altına büyük bir kanal kazılıyordu. Ron dağından bu yana su geliyordu.
‘Su bizim’ dedi babam kasaba meydanında bir masa üzerine çıkıp. Erkekler dinlemeye gelmişti onu. Zaten erkekler seçmişti. Kadınlar sokak aralarında toplandılar; huzursuzca sustular.” (s.68)
Ron dağının suyu kimin, peki? En başından beri Ron dağında yaşayanların mı, toprağın altına büyük bir kanal açmayı, kot farkına rağmen suyu kaynağından alıp kuruyan göle taşımayı başaranların mı?
Emekli albay, belediye başkanı olmuş baba; anneyi alnından öpüyor, kadın mı erkek mi olacağına karar verinceye kadar çocuğu öpmeyeceğini bildiriyor.
Çocuk gidip gölün yükselişini izliyor. Göle suyun doluşunu, su gelince önce kurbağaların dönüşünü…
“Gidip on gün boyunca gölün yükselişini izledim.
Bir sabah garip bir sesle uyandım. … Gelenleri gördüm. Yorgun bir atın üzerinde ihtiyar adam uyukluyordu. Yanında ve arkasında kadınlar, erkekler, çocuklar. Büyük bir aile geldi durdu gölün başında. Genç bir adam bileklerine kadar suya girdi. Uzandı sevdi. Elinde tuttuğu toprak kabı suyla doldurdu. Damla dökmeden dikkatli adımlarla yaşlı atın ve adamın yanına vardı. Kabı uzattı. Yaşlı adam gülümsedi. Suyu sevdi, okşadı. Islak parmağını gözlerine, kaşlarına ve dudaklarına sürdü.
‘Çok şükür’ dedi.
Denkleri çözdüler. Ağaç dallarından ve sazlardan dam çattılar. Hamur mayalandı. Ekmek pişirdiler.” (s. 69)
Ahmet Büke, 1970’te Gördes’te doğmuş, ilk ve ortaöğrenimini Gördes’te tamamlamış, liseyi İzmir Atatürk Lisesinde okumuş, 1997’de Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF İktisat Bölümünden mezun olmuş. Ahmet Büke’nin ilk öyküleri önce dergilerde yayımlandı. 90’lı yıllarda edebiyat dergileri genç öykücülerin edebiyat hayatına dâhil olmasının en etkili yollarından biriydi çünkü. 90’lı yıllardan 2000’lere kadar ‘E’, ‘Adam Öykü’, ‘Ünlem’, ‘Patika’, ‘İmge Öyküler’, ‘Özgür Edebiyat’, ‘Eşik Cini’, ‘Notos Öykü’, ‘yeniyazı’, ‘ğ’, ‘Sus’, ‘Har’ gibi birçok dergi yayın hayatındaydı ve hâlâ basılı ürünler önemliydi, sanal değildi pek çok şey.
Ahmet Büke mütevazı bir insan. Bu kadar yetenekli ve üretken, üstelik önemli ödüllere sahip bir yazar olmasına rağmen, tesadüfen öykü yazmaya başladığını söylüyor alçakgönüllülükle. Ama öykülerini okuduğunuzda bu öykülerin nasıl bir birikimin, derin bir gözlemin eseri olduğunu anlıyorsunuz. Her öyküsünde bambaşka bir dünyayı kurmayı başarıyor yazar.
‘İzmir Postasının Adamları’ (2004), ‘Çiğdem Külahı’ (2006) daha çok İzmir coğrafyasında geçiyor. Uzunca öyküleri de var, daha kısa öyküleri de bu kitaplarda. ‘Alnı Mavide’ (2008) ile Oğuz Atay Öykü Ödülü’nü alıyor yazar. ‘Kumrunun Gördüğü’ (2010) ile de Sait Faik Hikâye Armağanı geliyor. Ahmet Büke artık sadece bir bölgeyi, bir bölgenin insanlarının hikâyelerini anlatmamaktadır bu öyküleriyle; konuları, işlediği temaları, anlattığı insanlar ve coğrafya çok genişlemiştir. ‘Ekmek ve Zeytin’ (2011), ‘Cazibe İstasyonu’ (2012), ‘Varamayan’ (2019) ise onun diğer öykü kitapları. Ahmet Büke sadece yetişkin edebiyatında değil, gençlik romanlarında ve çocuklar için yazdığı kitaplarda da alışılagelmişin dışında bir dünya kurmayı başarıyor. O kitaplar başka bir yazıda değerlendirilmeli.
Flamingolar koloni içinde çift olarak yaşıyorlar ve çamurdan, tüylerden yaptıkları yuvalarına her yıl ya da üç-dört yıl arayla bir tek yumurta bırakıyorlarmış. Bir ay süren kuluçka döneminde dişiler ve erkekler sırayla kuluçkaya yatıyorlarmış. Bu sürenin sonunda yumurtadan çıkan yavrular kendi başlarına avlanacak olgunluğa erişinceye kadar anne ve baba tarafından besleniyormuş. Üç ay kadar sonra yavru flamingolar yuvadan uçup ayrılıyor, bir yetişkin sayılıyor ve kendi topluluklarını kuruyormuş.
Tuz Gölü flamingoların çiftleşmek için güvenli buldukları sakin bölgelerden biri. İşte, suyun bilinçsiz kullanımıyla gölün kuruması sonucunda bu “güvenli” bölge, bu yıl o yavrulara yetişkin olamadan yaşamlarının sona erdiği bir yer oldu.
“Benim aklımda anlar kalıyor.” diyor Ahmet Büke, öyküyü oluşturma biçiminden söz ederken. “Benim için işin neredeyse tamamı bakmak üzerine kurulu. Yüzlere, sokaklara, köpeklere, duvarlardaki çatlaklara, tren tarifelerine, cami halılarına, kuş yuvalarına, çocuklara, yani hemen her şeye bakmak ve kaybolmakla geçiyor hayatım. Bu, bana güzel geliyor. Çünkü bütün nesnelerin ve varlıkların, hatta varlık olamayan boşlukların ve hislerin bile bir öyküsü var sanki.”
Pandeminin gündemimiz olmasından önceydi, birkaç ay önce… 2019’un sonbaharında Ahmet Büke’yle Alsancak’ta Yerdeniz Kitapçısı’nda imza gününde buluşmuştuk. ‘Varamayan’ yeni çıkmıştı. Biz Yazarlarevi’nde ‘Kumrunun Gördüğü’ üzerinden Ahmet Büke öykücülüğünü konuşacaktık. Yazarına Sait Faik Hikâye Armağanı getiren öyküleri odağımıza almıştık o toplantıda.
Her kitabında hem coğrafyasını hem mesele edindiklerini geliştiren, zenginleştiren, derinleştiren Ahmet Büke’nin ‘Cazibe İstasyonu’ çıtayı başka bir noktaya taşıyan öykülerden oluşuyor. Özellikle ‘Tuhaf Su’, edebiyatımızdaki ekolojik distopya örneklerinin ilki sayılabilir.
“Kendim ile ilgili genellikle kötümserimdir ama insanlık için iyimserim her zaman. Hayatın, insanın, dünyanın değişebileceğine inanıyorum.” diyor Ahmet Büke. Bu anlayışı öyküsüne de yansıyor. Büyük kuraklık döneminde önce yaşlılar ve çocuklar ölüyor. Bazen yalnız kalan çocuklar oluyor. Su Rejisi onları topluyor. Çünkü onların kaybedilmesine izin verilemez. Su Mühendisliği Kampüsü’nde eğitilirler o kimsesiz çocuklar. İyi derecelerle mezun olanlar K.Çöl, Cazibe İstasyonu’na atanır.
“K.ÇCİ: K.Çöl Cazibe İstasyonu
Ron dağlarından gelen suyu K. Kasabası gölüne ulaştıran su hattı için kuruldu. Dağlardan gelen su doğduğu yükseltinin cazibesiyle bu noktaya kadar ulaşıyordu. Suyun daha yüksek kottaki K. Kasabasına aktarılması için burada büyük bir pompaj istasyonu kurulmasına karar verildi…” (s.74)
Dunya, Cazibe İstasyonu’na atanan altıncı başmühendistir. Kendisinden önceki beş başmühendisin intiharından habersizdir. İstasyona ulaştığında yapması gerekenleri anlatan talimatlara uyarak önce kendisini oraya ulaştıran aracı imha eder. Bundan sonra hayatta kalması için gereken gıda malzemeleri ona helikopterle ulaştırılacaktır. Dunya kendisinden önceki başmühendisin tuttuğu notları okur.
“Ey burada kavramlarla boğuşan mühendis! Bil ki, çektiğin acının bir ânı bile boşuna değil. Su bir vatanın kanıdır. Sen de vatan kanı kadar azizsin.” (s.75)
Dunya zaten Su Rejisinin onu yetiştirdiği kampüste Su Andı’nı okuyarak büyümüştür:
“Su bizimdir. Su onu kullananın, ona ihtiyaç duyanın, onu çıkaranın, onu bulanın ve getirenin, ona âşık olanındır. Su bizim annemiz, kanımız, vatanımız ve eşimizdir.” (s.78)
Su kimin? Su, tarlalarını sulamak için yolunu kesen, tarlalarına akıtanların mı? Gölün mü? Gölün ziyaretçisi göçmen kuşların mı? Sahi, kimin bu su?
Dünyanın bitki örtüsü, onun efendisi olduğunu düşünen ve aklıyla daha iyisini yapacağını varsayan insan eliyle tahrip edildikçe iklim krizi yaşamak kaçınılmaz oluyor. Kentlere su aktarılmasını sağlayan göllerde su seviyesi düşüyor. Mavi gezegenimiz hâlâ mavi mi?
“Bu su kimin?
Bu kadar güzel renkleri olmasına rağmen neden acıyla akıyor?
Neden esirim burada?
Bütün sistem bir saat gibi çalışıyor. Suyu yakalıyoruz, yüzlerce kilometre kaçırıyoruz evinden. Yeniden cazibe kazandırıyoruz. Yeniden basıyoruz uzaklara.
Güç, şişmiş bir devlet ölüsü gibi yukarıya çıkıyor.”
Dunya’ya istasyona ulaşmasından kısa süre sonra helikopterle yukarıdan iki siyah top biçiminde kargo bırakılır. Kargoların birinden Dunya’nın uyması gereken talimatların yazılı olduğu bir metin çıkar. Bu talimatlar diğer paketteki kendisine zimmetlenen keskin nişancı tüfeği ile ilgilidir. Çünkü Su Rejisi son zamanlarda Ronluların su hattı boyunca ilerlediklerinin haberini almıştır. Bazı gruplar K.’ye ulaşıp yerleşmeye başlamışlardır. Su Rejisi buna izin veremeyeceğinden Dunya’nın bir görevi de bunu engellemektir.
Dunya bir sabah yola düşmüş Ronlularla karşılaşır. Hepsi çok susamıştır. Dunya’dan bir istekleri vardır:
“Bize su verir misin? Sonra da yolu tarif et. Eğer bizi öldürmeyeceksen K.’ya giden yolu göster. Suyumuz orada birikiyormuş. Terimiz nereye biz oraya.” (s.87)
K. Kasabası, Ron dağı, Cazibe İstasyonu, Su Rejisi, su mühendisi Dunya… Bunlar bir hikâye nihayetinde… Yazarın son sözünde belirttiği gibi Karapınar’da bir iğde ağacının altında, kumların arasında duran deri bir çantanın içinde bulunmuş karışık notlar…
Tuz Gölü de bir hikâye mi? Flamingolar? Ya kuraklık? İklim krizi? Her şeyi bir ant’a dönüştüren militarist anlayış? Kanla azizlikle armağan etmeye dayandıran eril söylem?
Önce su vardı.
Hep su olmalı…
Not: Yazıda ‘Cazibe İstasyonu’nun Ekim 2012 birinci baskısından yararlanılmıştır.