EKOKURGUNUN VE EKOFEMİNİZMİN YAŞAR KEMAL YAZININDAKİ YANSIMALARI
-ADANA-
YAŞAR KEMAL VE DOĞA YAZINI…
Yaşar Kemal, Çukurova’nın en güçlü kalemi. Dünyadaki sesi Türkiye’nin, kuşkusuz.
Yaşar Kemal Vakfı, Altın Koza ve Adana Büyükşehir Belediyesi, 2022’de ‘Yaşar Kemal ile Çukurova’da Dünden Yarına’ başlığında onu hem insan hem de edebiyatçı yönüyle genç kuşaklara tanıtmak amaçlı bir dizi etkinlik düzenlemeye başladı.
Yaşar Kemal’in edebiyatını değerlendiren bütün yazılarda, bu tarz toplantılarda yakın zamana kadar onun büyük bir destancı, ozan, modernist güçlü bir romancı olduğu üzerinde duruluyor; pek çok eserinde doğanın en ince ayrıntılara kadar anlatıldığı belirtiliyordu. Bu elbette şaşırtıcı olmamalı. Doğa, Yaşar Kemal’in romanlarında hiçbir zaman anlatıyı tamamlayan bir dekor gibi ele alınmamıştır. Doğanın Yaşar Kemal’de bir dekor gibi ele alınmamış olmasına rağmen bu doğa anlatımlarının “doğa yazını” olduğuna da değinilmemişti. Romanlarındaki doğa anlatımlarının “doğa yazını”; hatta bazı romanlarının doğrudan “ekokurgu” örnekleri olduğu değerlendirmeleri yakın zaman incelemelerinde karşımıza çıkmaya başladı.
Antroposen ya da kapitolosen gibi adlandırmalarla ifade edilen içinde bulunduğumuz çağ, insanın dünyadaki varlığını ciddi anlamda tehdit eden iklim kriziyle karakterize edilmektedir. İnsanın kendi eliyle doğada oluşturduğu tahribat, en çok kendini vurmaktayken buna duyarsız kalması da mümkün değil.
Edebiyatın anlatılar yoluyla insanın bilincini şekillendirme gücü, yeni keşfedilen bir şey değil kuşkusuz. Edebiyat her dönemde insanı bilinçlendirme, belli bir görüşte kendi taraftarlarını oluşturması için başvurulan önemli bir sanat dalı olmuş. Çağımızın en büyük sorunlarından iklim krizinin de anlatıların popüler konularından biri haline gelmesi bu bağlamda ele alınmalı. Ancak kuram oluşturulduğu için mi bu konu ilgi çekmeye başladı, yoksa daha önceden de doğanın katledilmesi ve bunun olumsuz sonuçları üzerinde duran eserler vardı da iklim krizinin geri dönüşü neredeyse imkânsız bir noktaya gelmesi mi buna dikkati artırdı, bu boyutunu da ayrıca değerlendirmek gerekecek bence.
Sadece günümüz eserleri değil, iklim krizinden söz edilmediği, belki bu adlandırmaların yapılmadığı dönemlerde yazılmış eserlerde de iklim krizinin izleri sürülüyor ekoeleştirmenlerce. Edebiyatımızın güçlü kalemlerinin eserleri başka bir bilinçle ele alınıp yorumlanmaya başlandı. İşte, bu bağlamda Türk edebiyatının büyük yazarı Yaşar Kemal’in –Türk edebiyatının Homeros’unun– romanlarındaki doğa da “doğa yazını” ve “ekokurgu”, “iklim kurgu”nun içinde ele alınıyor pek çok yerde.
Yaşar Kemal’i Adana’da Çukurova Üniversitesi’ndeki bir panelde görmüştüm ilk kez, Mithat Özsan Amfisi’nde düzenlenen ‘Çağdaş Epope ve Yaşar Kemal Sempozyumu’nda 1993 yılının baharında bir gün… Genç bir doktorant Mustafa Apaydın, ‘Yaşar Kemal’in Romanlarında Mitleşme’ üzerine konuşuyor. ‘Dağın Öte Yüzü’ üçlemesinin ikincisi ‘Yer Demir Gök Bakır’da Yalak köylülerinin Taşbaşoğlu Memed’i içine düştükleri çaresizliklere çözüm bulacak keramet sahibi bir kurtarıcıya dönüştürüş süreci anlatılıyor romanda. Mustafa Apaydın da, “Taşbaş” mitinin yaratılış sürecinin basamaklarını tek tek belirtiyordu konuşmasında. Köyün bu aykırı kişisinin akılcı söylemlerinin, dış dünyaya kapalı, kendi içlerine dönük yaşayan yoksulluk ve çetin doğa koşullarıyla sınanan köylüler için keramet gibi algılanması şaşırtıcı olmamalı. Toplumların ihtiyaç duydukları zamanlarda kendilerine bir “mit” yarattıkları gerçeğini (bilgisini) zihnimizin bir köşesinde tutarak… Sempozyumun sonunda bütün sunumları dikkatle dinleyen büyük yazar gülümseyerek “Neler de bulmuşsun!” diyor genç Apaydın’a.
Batı’nın çoğunlukla Yaşar Kemal’i “epik” bir yazar kabul etmesine rağmen Yaşar Kemal epopeden yararlanan modernist bir yazar. Yazar da, “epopenin sözlü gelenekte eklemeler yapılarak yaşatılan manzum bir tür olması” üzerinde durarak kendisinin doğa-insan ilişkilerini epopedeki gibi işlediğini, epope oluşturmadığını belirtiyor. (Apaydın, Hürriyet Gösteri, Ekim 1993, s.13) Mustafa Apaydın’ın vurgusu da o yönde zaten.
2022 Mart ortalarında (15 Mart) Yaşar Kemal Vakfı, Altın Koza ve Adana Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği panelde Buket Uzuner ‘Yaşar Kemal Edebiyat ve Doğa’, Cihan Dönmezer ‘Orman Nedir?’, Latife Tekin ise ‘Büyük Destancı, Büyüleyen Romancı’ başlıklarında konuşmuşlar; Yaşar Kemal’le olan anılarını aktarırken onun eserlerinde doğanın ele alınışının ayrıntılarına dikkat çekmişlerdi.
Bu toplantının konuşmacılarının Yaşar Kemal’in eserlerinde yoğunlaştıkları yönü “doğa” ve “doğanın ele alınış” biçimi oldu kısaca. Yaşar Kemal’in doğasının günümüzün ekoeleştirmenleri tarafından ele alındığı biçimiyle “doğa yazını” ve “ekokurgu” örnekleri olduğu vurgusu yapıldı, bir anlamda.
Doğa yazını ve ekokurgu nedir, çok ana çizgileriyle, kısaca değinmek isterim öncelikle.
Doğa yazını; doğayı odağına alan ve onu anlatan eserler anlamında kullanılıyor diyebiliriz. El değmemiş doğal ortamları anlatan eserler örneğin. Başlangıçta bilinmezliklerle dolu olan, bu nedenle de “uluyan yaban” olarak anlatılan, doğayı işleyen metinler, zamanla sırlarına vakıf olundukça “Yaban iyidir”e dönüşmüş diyebiliriz. Özellikle 18’inci yüzyıl romantiklerinin yeni yeni oluşmakta olan kentlerin, sanayileşmeyle birlikte başlayan sorunların yarattığı olumsuzluklardan kaçmak için ahlakın, iyiliğin ve güzelliğin kaynağı olarak gördükleri bir kaçış yeri olarak anlattıkları doğa…
Başlangıçta kurgu dışı eserler var, doğayı anlatan. İşte, “doğa yazını” sözü daha çok bu kurgu dışı eserler için kullanılıyor. Zamanla doğanın bilimden ziyade sanatsal anlatılarla, kurgusal yaklaşımlarla daha iyi anlatılacağı ve anlaşılabileceği düşüncesi ağırlık kazanıyor ve sanatın etkileyici ve kalıcı yanı dolayısıyla kurgusal eserler öne çıkmaya başlıyor. Ekokurgu da kısaca doğayı anlatan kurgusal eserler için kullanılan bir terim.
Doğa yazını ve ekokurgu terimleri yaygınlaştıkça Yaşar Kemal’in 1951-1963 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış röportajlarını bir araya getiren ‘Bu Diyar Baştan Başa’ üst başlığı ile 1971’de kitaplaşan eserini de bu bağlamda ele almak söz konusu oluyor. Bu eserin özellikle ikinci cildi ‘Yanan Ormanlarda Elli Gün’ yazarın doğaya, doğa-insan ilişkisine bakışının izlerini yansıtıyor:
“Ağaç kutludur. Kutlu ağaçlar vardır. Önlerinde dua okunur. Çaput bağlanır. Günah dökülür. Sonra efendim İbrahim Gök’ün dediği gibi… Nurdan ağaç. Velakin… Kör olsun yokluk. Ağaç işe yarar. Dağda durup duran, işe yaramayan ağacı köylü anlamaz. Anlasa bile, hali anlamaya elvermez. Ağaç ona gerek. Bir dönüm toprak… Hem de kır dağda. Bizim için hiçbir şeydir… Bir köylü için candır. Medarı maişetidir. Bir ağaç bizim için çok şeydir. Ona yalnızca yakmaya yarar.” (Yaşar Kemal, Yanan Ormanlarda Elli Gün, s.116)
Yaşar Kemal, kendi gözlemlerine de yer verir ormanlık alanlardan geçerken. Onun alıştığımız en ince ayrıntısına kadar işlenmiş, gözümüzde bir fotoğrafın canlanmış hali gibidir anlattığı görüntüler:
“Yolda, köylere yaklaşırken boğulmuş, kurumuş ağaçlar gördüm tarla kıyılarında, orman içlerinde… Ağaçların orta belinden kuşak gibi dört parmak eninde kabukları, fırdolayı, soyup çıkarmışlar. Yüzlerce, binlerce ağaç… Ağaçlar kurumuş. Bir yeşillik ortasında kupkuru, bir yalımdan geçmiş gibi. Niçin boğmuşlar diye merak. Kurutup mu çalıyorlar acaba? Boğulmuş ağaç, boğulmuş insan gibi bir şey…” (Yaşar Kemal, Yanan Ormanlarda Elli Gün, s.116)
‘Dağın Öte Yüzü’ üçlemesinin ilk romanı ‘Ortadirek’te ana konu, yoksul köylünün mevsimlik işçi olarak çalışmak amacıyla Çukurova’ya inişinin hikâyesidir. Romanda Meryemce ve köylülerin yol hikâyesini anlatırken Yaşar Kemal, bir taraftan da doğanın kendi düzeni içindeki akışını aktarmayı ihmal etmez. Yoksul köylülerin çoğu yayan olarak kat ettiği yol boyunca onlara yorgunluk, aşılması gereken engel, güçlükler olarak yansıyan dağdaki ağaçlar, otlar, dağın çiçekleri, dağın börtü böceği, yılanları, diğer canlıları kendi düzenleri içinde yaşamaya devam etmektedir. Yaşar Kemal’in uzun uzun betimlediği iki karayılanın sevişmesi gibi örneğin:
“Çiçek zamanı yılanların sevişme zamanıdır. Karayılan al çiçeği sever. Toprak bile ala keser, apal olur.
Güneşe batmıştı dünya. Toprak, nar bahçesi al al buğulanır gibiydi.
Büyük, yarı gövdesinin kabuğu çatlayıp düşmüş bir nar ağacı… Nar ağacının altındaki ak taştan bir karayılan çıktı. Ağır ağır, kuyruğunu oynata oynata yeşil otların üstünden kaydı. Arada başını kaldırıyor, şöyle bir dört yanına bakınıyordu. Arılar uğulduyordu. Çiçekler acı kokuyordu. Yosun bağlamış pınardan yarpuz kokusu geliyordu. Toros’un üstünden gelen bulut küçücük, aktı.
Bir taşın üstüne çıkan yılan orada azıcık durdu, bekledi. Sonra indi. Bir nar ağacının gövdesine dolandı sonra da.
Karayılanı öldürmek, ona dokunmak günahtır. Karayılan, kuyruğuna basmazsan insana değmez.
Ağacın gövdesinden yeşil otların içine girdi, gözden kayboldu. Az sonra kuru bir yere geldi, durdu. Kuyruğunu kıvırdı. Yumak olacak gibi yaptı, vazgeçti. Yürüdü. Bir çiçeğe uzanır gibi etti. Yanından geçti. Bir ses çıkarır gibi etti, duyulmadı. Ne olduğu anlaşılmadı. Dalda birkaç kuş vardı. Yılan altından geçerken onlar uçup gittiler. Fışıltıya benzer bir ses geldi. Yılan geri döndü. Uzun, mavi çiçeklerin altından başka bir yılan ortaya, çinke taşın yanına süzüldü. Daha uzun, daha kara görünüyordu yeni yılan. İki kulaç belki de. İki yılan yan yana geldiler. İkisi birden taşın üstüne çıktılar. Bellerinden aşağısı dolaştı. Öylece taştan indiler. Otların arasına girdiler. Otların arasından çıktıklarında o ak, küçük bulut bahçenin üstüne gelmiş, geçip gidiyordu. Bir an çiçeklerin alını gölgeledi.” (Yaşar Kemal, Ortadirek, s.314)
Yaşar Kemal’in romanlarının kadın karakterleri de toplumsal cinsiyetçi anlayışın beklentisine göre şekillenmiş kadınlar değildir. ‘Ortadirek’teki Meryemce, pek çok özelliğiyle sıra dışı bir kadın olduğu köy halkı tarafından da kabul görmüş biridir. ‘Binboğalar Efsanesi’nde ise yerleşik düzene geçmek için zorlanan Türkmenlerin hikâyesi anlatılırken yine konargöçer yaşam düzeninde kadın ve erkek arasında eşitlikçi bir anlayışın hâkim olduğu metnin tamamına yansıyan özelliklerdir.
Yaşar Kemal’in romanlarındaki cinsiyetçi kalıplara uymayan kadın karakterlerin, romanların kaleme alındığı tarihlerde ekokurgu, ekofeminizm, ekoeleştiri gibi kavramların belki daha ortaya konmadığı, tanımlanmadığı dönemlerde yazıldığına dikkat edilirse bunun hem yazarın ileri görüşlülüğü hem tam da ekokurgunun beklediği doğa merkezli bir bakışın yansıması olduğu görülebilir. Ayrıca bu kuram olduğu için mi bir eser ekokurgu içinde değerlendiriliyor, yoksa aslında yazıya aktarılanların çizdiği dünya bunu işaret ettiği için mi tanımlar, kuramlar getiriliyor, bunu da değerlendirebiliriz. Yaşar Kemal’i ekoeleştirel bir yaklaşımla ele almayı da bu çerçevede tartışabiliriz.
‘Hüyükteki Nar Ağacı’ da Çukurova’yı, Torosları, bu bölgenin insanlarını, kapitalizmin bölgeye yansımasını anlatırken alt metinlerde hep yeni yaşam tarzlarının insanı doğadan koparmasına, doğanın bozulmasına, bu bozulmanın getirdiği/getireceği sorunlara göndermeler barındırmakta.
Yaşar Kemal sadece Çukurova’yı değil, İstanbul’u da romanlarında işlemiştir. Kentleşmenin İstanbul’un doğasında oluşturduğu tahribat, değişen değerler ve ilişkiler bağlamında ele alınmıştır. ‘Kuşlar da Gitti’ (1978) romanında İstanbul’un kırlık bölgelerinden olan Florya’nın yapılaşmaya açılmasıyla birlikte bölgenin bitki örtüsünün değişmesi, bitkilerle beslenen kuş türlerinin azalması anlatılmıştır:
“Dikenler gür olduğu Florya düzlüğü silme, ağzına kadar çiçekle dolduğu yılların güzü de, olağandır ki, çiçeklerin de tohumları da bol olur. Ve küçücük göçmen kuşlar bu diken tohumlarına bayılırlar. Bu sebepten de Florya düzlüğüne üşüşürler, yüzlercesi, binlercesi arı oğul verir gibi kuruyup kavrulmuş, kırmızı bakır dikenini çubuklarının ışıltısındaki dikenlere çokuşurlar.” (Yaşar Kemal, Kuşlar da Gitti, s.31)
Kırlık alanlar yok olurken o bölgelerde yaşayan insanların da yaşam koşulları değişmeye başlamış, “eski”ye ait anlayışların ortadan kalkması ciddi ekonomik sorunlara yol açmıştır. Bölgenin yoksul çocukları, Florya düzlüğüne üşüşen bu küçük kuşları türlü tuzaklarla tutup cami, sinagog ya da kilise önlerinde “azat buzat, beni cennet kapısında gözet” diye satıp geçimlerini sağlarlar. Dinsel mekânlara girerken ya da çıkarken bu kuşçu çocuklara rastlayanlar az bir para karşılığı kuşları alıp özgür bırakır. Bu alışveriş, yoksul çocukların cep harçlığıdır, geçim kaynağıdır, ekmek parasıdır. Kentleşmenin ve kapitalist sistemin şekillendirdiği insanlar için artık her alışverişin maddi bir kazanç-kayıp meselesi olarak algılanması “eski ve modası geçmiş” anlayışları da sona erdirmiştir. Bu kısa romanında Yaşar Kemal’in şiirsel anlatımıyla insanın doğadan kopuşuyla birlikte birbirlerine de yabancılaşmalarını, yalnızlaşmalarını anlatılmakta.
Yaşar Kemal’in ‘Deniz Küstü’ (1978) adlı romanında ise Marmara’da balıkçıları kendi kontrollerine almaya çalışan ve kontrolsüz avlanmaya zorlayan güç sahiplerinin elinde etkisizleşen insanların yaşamındaki değişim süreci anlatılır. Romanda, 1950’li yıllarda kıyılarımızda yapılan kontrolsüz yunus avcılığına dikkat çekilirken kontrolsüz avlanma ile denizlerdeki ekosistemin bozulduğu vurgulanır. Roman bu yönüyle ekokurgunun edebiyatımızdaki ilk örneklerinden birini oluşturmaktadır. Ekoeleştiri üzerine çok değerli bir çalışması olan Ufuk Özdağ, ‘Deniz Küstü’yü ekoeleştirel bir bakış açısıyla incelemiştir.
Romandaki Selim balıkçıyla bir yunus arasında kurulan dostluk ve sevgi bağını anlatırken doğadaki bütün canlıların yaşam hakkına değinir Yaşar Kemal. Ayrıca doğayı korumak için insanın taşıdığı sorumluluğa da dikkat çeker yazar. İşte bu yaklaşımı da onun doğa merkezli anlayışa sahip bir yazar olduğu tezini doğrulamakta.
Romanda bir yerde Selim balıkçı yunusla olan arkadaşlığını anlatır:
“Eskiden, bir yunus balığı arkadaşım vardı, familyasıyla beni, ben nereden denize açılırsam, ister Boğaz’da, ister Pendik, ister Ambarlı, ister Adalar olsun, benim tekneyi, Düldül’ü görür, kırk günlük yolda da olsa kokusunu alır, hoplaya sıçraya yanımda yöremde türküler söyleyerek, beni ta gittiğim yere kadar götürürdü. Ben de onun insan gibi bakan gözlerinden, sırtındaki yara yerinden, sağdaki kanadının ucu kopuktu, oradan tanırdım. Bayağı insan gibi selamlaşırdık. Benim teknemi denizde görmesin, nerden görürse görsün, aramızdaki uzaklık ne kadar olursa olsun, beni görür görmez, kokumu alır almaz havaya delice bir sevinçle bir metre, Allah seni inandırsın iki metre sıçrardı, sonra denize dalar, bir an sonra tekmil familyasıyla yanımda olurdu. Gelir, teknenin etrafında sevinçten coşarak, dönebildiği kadar, arada da başını çıkarır bakar bakar, dönerdi. Ben değil de, o benimle konuşurdu.” (Yaşar Kemal, Deniz Küstü, s.36-37)
Yaşar Kemal’i ikinci kez Mithat Özhan Amfisi’nde 7 Ekim 2009’da dinledim. “Her insan bir coğrafyanın ürünüdür” diye başladı söze. “İnsanı yaşadığı coğrafya şekillendirir.” Çukurova Üniversitesi Fahri Doktora unvanı veriyordu Türkiye’nin ve dünyanın pek çok yerinden ödüller, unvanlar almış büyük yazara.
Yaşar Kemal, yine aynı babacan sesiyle tatlı tatlı anlattı eserlerinde anlattığı tatta insanın nasıl şekillendiğini doğduğu, yaşadığı coğrafyayla, bunun nasıl yansıdığını eserlerine. Bütün salon doluydu, herkes soluksuz dinliyordu. Yaşar Kemal, onu şekillendiren topraklarda, Çukurova’da çoktan ve fazlasını hak ettiği bir unvanı alıyordu. Böyle bir an’a tanıklık etmenin heyecanı içindeydik, Çukurovalı olmadığımız halde bütün gençlik yıllarımızı bu coğrafyada geçirmiş, daha da yaşayacağımız çok yıl olduğunun bilincinde olan, bizi de şekillendiren fahri Çukurovalılar olarak…
Yaşar Kemal Vakfı Başkanı Ayşe Semiha Baban Gökçeli, Yaşar Kemal’in “Dünyayı tadına vararak derinlemesine sevmek hiç kolay iş değildir” sözüyle başlamıştı baharda konuşmasına. Dünyayı tadına vararak sevmenin, dünyanın bütün zorlukları –yokluklar, yoksulluklar, acılar, haksızlıklar, adaletsizlikler– düşünüldüğünde hiç kolay değil; kolay değil ama o güçlü kalem nasıl sevilir dünya, onu anlatıyor eserleriyle…
Yaşar Kemal… Hakkında onlarca tez yapılmış, yüzlerce makale yazılmış, denemeler, incelemeler kaleme alınmış Çukurova’nın yetiştirdiği dünya edebiyatına armağanı olan güçlü kalem…
O; romanlarında Çukurova’daki ağalık düzeninde ezilen yoksul köylülerin sorunlarını, kapitalist sistemle değişen güç dengelerinin yarattığı olumsuzlukları, kentleşmenin doğurduğu insanı doğadan koparan anlayışı, büyümeye odaklı bütün politikaların insanı kendisine, doğaya yabancılaştırmasının hikâyelerini anlattı. Onun doğa odaklı anlatılarını, sadece bir doğa güzellemesi değil, insanı da doğanın bir parçası olarak gören ekomerkezci anlayışın bir yansıması olarak da okumalı. Yaşar Kemal, bütün bunları şiirsel anlatımıyla evrensel sesi yakalayarak yapmış bir büyük romancı.
Son söz yine Yaşar Kemal’in olsun:
“İyi ki geldik bu dünyaya/ Bu güzel şeyi gördük gidiyoruz.”