EDEBİYAT 

DEMİR ÖZLÜ’YE VEDA EDERKEN

13 Şubat’ta Demir Özlü’nün vefat haberi geçerken bültenlerden, 2009’da Çukurova Üniversitesi’nin düzenlediği ‘Edebi Yaratılarda Anlatıcı’ konulu bir söyleşi geldi aklıma. Tıp Fakültesi’nin Hipokrat Salonu’ndaydı toplantı. Demir Özlü gayet sakin bir sesle edebi yaratılardaki anlatıcıyı anlattı, kendi eserlerinden örneklendirerek. Büyük salonun öndeki üç dört sırasını ancak dolduruyordu dinleyiciler ve çoğu edebiyat öğrencisiydi. Diyordu ki Demir Özlü, felsefeyi de sosyolojiyi de psikolojiyi de edebiyattan öğrenirsiniz, kuram kitaplarından daha iyi. İyi edebiyat size hayatı öğretir.

Demir Özlü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun, Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde 1961- 1962 arasında felsefe okumuş, sonra İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk ve Metodoloji Kürsüsü’nde siyasal eylemleri nedeniyle işine son verilinceye kadar 4 yıl asistanlık yapmış bir hukukçu. Sonrasında avukatlık yaparak yaşamını sürdürmüş ama edebiyat onun yaşamında hep ön sırada yer almış bir kalem ustası.

Demir Özlü’nün 1935 yılında İstanbul’da başlayan hayatı, anne babasının görevleri dolayısıyla farklı kentlerde sürdü. Sezer Duru, ‘Tezer Özlü’ye Armağan’da anne ve babasının öğretmen olduğundan, Cumhuriyet’in halkta uyandırdığı idealizmin etkisiyle İstanbul’u bırakıp Anadolu’nun çocuklarını aydınlatmak için farklı yerlerde görev yaptıklarından söz eder. Simav, Ödemiş, Gerede gibi kasabaların adlarını anar Sezer Duru. Demir Özlü’nün öğrenimi de bu nedenle Ödemiş İstiklal Okulu’nda başlar, İzmir Karşıyaka Ortaokulu ile sürer. Demir Özlü, Kabataş Lisesi’nde okurken aile de Gerede’dedir.

Siyasal eylemlerinden dolayı üniversiteden ayrılmak zorunda kalması, 12 Mart’ta bir süre tutuklanması Demir Özlü’nün hayatında önemli bir kırılma noktası olmuştur. ‘Arkadaki Oda’ adlı öyküsünde bu süreç ve sonrası, bir kez tutuklanmış olmanın verdiği o kaygı durumu işlenmektedir:

Yaz ayları daha da tatsız oldu. Sirkeci polis merkezinde yapılan kaba saba işkenceler daha da çok yayıldı ortalığa. Yapanlar duyulmasına aldırmıyorlardı. Belki de amaçları buydu: İşkencenin sürüp durduğunu her gün işiten bir toplumun ne gelecek umudu olabilirdi ki? Bekliyordu. Geceleri, sabahın ikisine doğru uyanıyor, kapısının çalınmasını bekliyordu. Daha önce olmuştu bu. Gene de olabilirdi.” (Arkadaki Oda, s.248)

Bir şey yaşarsınız, beklenmedik ya da tahmin edilen, edilemeyen, fark etmez; artık onu hiç yaşamamış gibi davranamazsınız:

Sürünerek geçen yıllar, sürünerek. Görünüşte kendinde bir değişiklik olmadığını düşünsen de, bu tatsızlık her şeyi değiştiriyor.” (Arkadaki Oda, s.249)

Demir Özlü, 1979 yılında yurt dışına çıkar, İsveç’e, Stockholm’e yerleşir. Bu 10 yıl sürecek bir sürgündür. Toplumun yaşananlara “aldırışsız” olduğu duygusu yerleşmiştir içine. Bu gitmek değil, bir nevi kaçıştır. Öyküdeki anlatıcı da böyle aktarır yaşadığı şeyi:

Uzun yıllar uzaklarda kaldı. ‘Böyle aldırışsız bir toplumda yaşamaktansa’ kaçmalıydı buradan.” (Arkadaki Oda, s.249)

Anlatıcı işkence belgelerini bir zarfa koyarak saklaması için bir arkadaşına bırakır. O arkadaşı da kendi evinde değil, hasta ve yaşlı annesinin evinde saklayacaktır kendisine teslim edilen zarfı, yaşlı kadının evinin aranma ihtimalinin olmamasından dolayı.

Ancak yıllar sonra bu küçük olaydaki saflığı kavradı. Hayır, aranma sırasında belgelerin bulunmasından duyduğu korkuda saklı değildi bu saflık. Belgeler bulunursa onu içerde daha uzun süre tutabilirlerdi, onları arkadaşına saklaması için vermesi doğruydu. Pratik bir davranıştı ne de olsa. Ama saflık, elde edilmesinden hemen sonra yurt dışında yayımlanmış olan bu belgelerin, bir gün – birkaç yıl sonra – rejim bir serbestleşir de Türkiye’de ortaya çıkarılırsa yaratacağı etkiye derinden derine inanışında yatıyordu. Oysa yaşadı bunu: Belgeler Türkiye’de de yayımlandı. Ne işkence yapmanın sorumluluğu ne işkenceyle ilgili belgeler ortaya dökülünce halkın üzerinde yaratacağı irkilme ne işkencenin yasaklanması için sorumlu davranışlar… Hiçbiri, hiçbiri pek umurunda değildi kimsenin. Bir politikacı çıktı, ‘Geçmişe sünger çekelim’ dedi. Yaşam kaldığı yerden sürecekti. Yaşamın nerede bırakıldığına da dikkat etmiyordu kimse.” (Arkadaki Oda, s.249-250)

Yaşamın nerede bırakıldığına da dikkat etmiyordu kimse.” İşte, buydu kilit cümle: yaşamın bırakıldığı yer. Bir hayatın içine dalınıyor, hayat altüst ediliyor ve sonra da devam etmesi bekleniyordu kaldığı yerden. Bu öyküsü oldukça fazla otobiyografik özellikler taşımakta görüldüğü gibi.

Demir Özlü’nün temalarında insanın kalabalıklar içinde bile yalnızlığı, yabancılaşması ve karamsarlığı öne çıkıyor. Birçok kent gezmiş, birçoğunda bulunmuş, yaşamıştır Demir Özlü. Eserlerinde yaşadığı, gezdiği kentler de diğer temalar kadar önem taşımakta. Berlin, Paris, Londra, Kopenhag, Bologna, Napoli ve tabii İstanbul, İstanbul’da da özellikle Beyoğlu… Ülkesinden sürgünde olduğunda özlediği, içinde sızı olan, gençliğinin geçtiği o büyülü kent. En uzun süreli yaşadığı kent ise Baltık kıyısındaki Stockholm’dür. ‘Stockholm Öyküleri’, 1988’de yayımlanmış ve yazar bu eseriyle Sait Faik Hikâye Armağanı almıştır. 1980’deki askeri darbeden sonra vatandaşlıktan çıkarılan Demir Özlü değil ama eseri Türkiye’dedir. Yazar ancak 1989 Aralık’ında ülkesine dönebilmiştir. Ondan sonra Stockholm ve İstanbul arasında gidip gelmelerle geçer yaşamı.

Uppsala’dan metroyla dönüyorduk Stockholm’e kongre sonrası. Böyle bir toplantıda ilk bildirimi sunmanın heyecanı, hazırlık sürecinin yorgunluğu, olumlu yorumlar alıp cesaretlendirici sözler duymanın tatlı uyuşukluğu içindeydim. Yüzleri birbirine bakan karşılıklı koltuklardan cam kenarındakinde oturan –çapraz karşıma düşen– ellili yaşlarında bir kadın vardı. İki eliyle sarıldığı kahverengi bir kese kâğıdı içindeki bir şişeyi arada kaldırıp ağzına götürüyordu. Bir saatten biraz fazla süren yol boyunca o şişe düzenli aralıklarla ağza dayanıp kucağa indirildi. Yolculuk biterken şişe hafifledikçe kadının başı daha geriye yattı, çenesi havada; sonra şişe ellerin arasında kucaktaki yerine indi. Yolculuk biterken kadının yüzü kızarmış, göz kapakları düşmüştü.

Aklımdan ‘Stockholm Öyküleri’ndeki bir öykü geçiyor:

Yalnızsınız bu kentte. Ne olursa olsun, karınız da olsa, çocuğunuz da olsa, yalnızsınız. Geceler, kışın çok karanlık oluyor ve çok koyu bir karanlık bastırıyor. Güneş çok uzaklara çekilmiş çünkü. Güney dönencesinde. Gündüzün, basık bir çizgi olarak ufku yalıyor. Hepsi bu. Yalnız, yapayalnız gecenin içine giriyorsunuz.” (Akşamüzerleri Gidilen Bir Bar, s. 167)

Sonra bir başka öykü, Lilla Maria’daki tek başına oturup birasıyla et yemeğini yavaş yavaş yiyen, hiç acelesi olmayan yemeğin de öğle vaktinin de tadını çıkarmak isteyen yaşlı kadın. Bekleyeni olmayan, hiçbir yere yetişmek zorunda olmayan yalnız bir kadın… Vakit öğle değil, özel soslarla hazırlanmış et servis edilen bir lokanta değil, mevsim o öyküdeki gibi uzun karanlık kıştan sonra gelen güneşli günlerin ilki değil. Peki, ne hatırlatıyor bana o öyküyü?

Kaldığımız otelden çıkıp ana caddede yürüyor, sonra o caddeye çıkan birbirine paralel sokakları geziyoruz. Sonbahardayız, ekim ayının sonlarına doğru… Hava kararmaya başlamış; serin, çok serin bir hava… Tam da Demir Özlü’nün öykülerindeki gibi tasvir edilebilecek “alçak tavandan sarkan, yuvarlak toplar içindeki elektrik lambaları” yanan barlar var sıkça karşılaştığımız. İçeride bir hareketlilik… O barlara girenler, içeride oturanlar, çıkıp yürüyüp gidenler var. Sakin ve sessizce…

Dört gün için Stockholm’deydik. Her anını dolu dolu yaşamak istiyorduk. Sonbahardı, Adana’dan sonra oldukça serin geliyordu. Akşamları daha da üşütücü oluyordu. Işıklı caddelerinde yürüdük. Ortadoğu sokak lezzetlerini sunan bir sürü yer arasında sıkışıp kalmış, küçücük kare masaları mavi-beyaz örtülü bir İtalyan pizzacısı karşımıza çıkınca orada karar kıldık. Dip dibe masalar dolu, iki-üç kişilik gruplarla. İnce yapılı gencecik bir garson servis yapıyor masalara, zaten başkası sığamaz masaların arasına, mümkün değil. Kırmızı şarap içtik büyük kadehlerde sunulan, pizza yedik.

Böyle aldırışsız bir toplumda yaşamaktansa” sebebiyle gelmiş, kendine bir hayat kurmaya çabalamış bir kahramandır anlatılan, yazarının yaşamından da izler taşıyan, kurgusal bir adam. Aslında onun gibi olan başkaları da anlatılmaktadır tabii öykülerde… Demir Özlü’nün sıkça yaptığı gibi öykülerinde anlatıcı birinci tekil, ikinci tekil, sonra üçüncü tekil iç içe geçerek, yer değiştirerek… Kahraman belli bir kişiyle sınırlı tutulmadan…

Sürgün Küçük Bulutlar’ öyküsünde baba evinden ve ülkeden ayrılış, yabancı bir ülkede, tanımadığı bir kentte hayatını sürdürme çabası anlatılır. Anlatıcı Köln’de kentin dış mahallelerine doğru yaptığı bir tramvay yolculuğunu ve ona eşlik eden “sakallı bir Türk” tanıdığı şöyle aktarır:

Yıllar önce Hamburg’a gelmiş, yeniden İstanbul’a dönmeyen, tedirgin üzüntülü, boşlukta ama gene de Hamburg’da kalan; İstanbul’da Fındıklı sırtlarında Boğaz’ı gören baba evine dönmeyi gözü yemeyen biri.” (Sürgün Küçük Bulutlar, s. 184)

Ayrılmanın zorluğu, zorunluluğu kadar söz konusu koşullar değişse de, geriye dönmek mümkün olsa da yaşananlar bir iz bırakmıştır insanda ve artık yeni bir insandır giden. Dönmek sanıldığı kadar kolay ve mümkün olmayacaktır. Üstelik gidenin “bilincinin içindeki şey”, her daim orada duracaktır:

On dokuz yaşındaydı. Fatih’te babasının yaptırdığı küçük bir evin üçüncü katında, annesiyle babasının kendisine verdiği, kitapların sıralandığı küçük odada, bir gazetede bir şeyler okumuştu. Çok eskidendi. 1950 yıllarıydı. Bir İspanyol yazardan söz eden bir şeyler… Öyle sanıyor ki, uzun yıllar –belki de on beş yıldır– hapiste olan bir yazardı. (…) Orada Ku’damm’da yalnız kaldırımlarda dolaşıyor ve o yazarı düşünüyordu. Gidecek bir yeri yoktu işte! Bir Türk nereye gidebilir? Nerede olsa bir ceza evinde değil midir? (…) Bilincinin üzerine duvarlar yıkılır ve orada kalır o. Durmadan ardı sıra sürükleyecek o ceza evini. Bilincinin içinde taşıyacak. Kendi ceza evi o. Varlığının bir parçası ya da zihninin içinde kurulmuş.” (Sürgün Küçük Bulutlar, s. 190)

Zamanla o “ceza evini bilincinde taşıma” hali de kalmaz, hayatının bir başka evresindedir yazar. Bu nedenle dönmek, gençliğinin yoğun yaşanan yıllarını geçirdiği kent de, bildiği ve gittiği mekânlar da, en önemlisi buluştuğu arkadaşlar da kalmadığından dönmek olmayacaktır. Bu ruh halini, 2015’te basılan anı kitabı ‘İşte Senin Hayatın’dan bir sözle şöyle tespit etmek mümkün:

… Senin ‘bizim klan’ dediğin arkadaşlık çevresinden geriye kaç kişi kaldı ki? Kahvede oturan bu yeni insanlardan bir tekini bile tanımıyorsun. Bambaşka insanlar bunlar. Senin dünyandan değil. …

Yazının başına dönersem… Hatırladığım 2009’daki o söyleşinin sonunda Demir Özlü, kendisine teşekkür plaketi takdim edilirken söyleşiyi şu cümle ile bitirmişti:

Bir zamanlar beni üniversiteden akademisyenlikten attıran anlayış, şimdi beni üniversitelerinde ağırlayıp teşekkür etmeye evrildi, beni attıranları kimse hatırlamıyor, beni hatırlıyor.

Bu dünyadan bir Demir Özlü geçti, ardında iyi edebiyatı örnekleyen yalın, temiz, yaşayan bir Türkçeyle yazılmış nice eserle… O eserler okunup yorumlandıkça zihinlerde yaşayacak bir iyi yazar geçti bu dünyadan.

  • Demir Özlü, ‘Şapka, Deniz Kıyısı ve Yüz’, Dünya Kitapları, 2003
  • Sezer Duru, ‘Tezer Özlü’ye Armağan’, YKY, 2015
  • Demir Özlü, ‘İşte Senin Hayatın’, YKY, 2016

|

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar