BÜYÜLÜ MARDİN’E YOLCULUK

-ADANA-
“Bu yolculuk benim mülküm/ öteki bütün yolculuklar gibi/ üzerimde acıların çiğleri hâlâ duruyor/ ve aşkların usulca geçtiği bir vâdi miyim?.. belki…” – Hilmi Yavuz
“Bir kez yola çıkan kişi, hep yolda kalır./ Bir kez, zaten, yersiz düşen kişi,/ artık, hep, yersiz kalır./ Yer, ancak başından beri yerde kalanın,/yerleşik olanındır: Yola bir kez düşen kişi,/ artık yerleşemez-yerden söz etmek,/ onu istemek, artık, anlamsızdır kişi için-/ yersizlik, kalıcıdır./ Kalıcı bir yer edinemeyen kişi için,/ kalıcılığın tek yeri yoldur./ Yerini yitiren/ yeniden yerleşemez.” – Oruç Aruoba
Yola çıkma düşüncesi nasıl oluştu, Son Baskı’nın Mart toplantısında Murathan Mungan’dan, Nisan buluşmasında Kemal Varol’dan kitaplar üzerine konuşmak mı etkiledi, büyüsünün son yıllarda daha fazla dillendiriliyor olması mı sebep oldu Mardin’in, yoksa bütün grubun içinde küçük bir kıvılcım bekleyen gezgin ruhu vardı da o mu harekete geçti, bilemiyorum; rutin toplantımızın akşamında geziye katılmak isteyenler otuz kişiye yaklaşıyordu.
Oruç Aruoba, ‘Yürüme’deki ‘İkinci Kitap’ bölümüne aldığı şiirlerinde “yer”, “yön”, “yol” alt başlıklarında “Çıkış”, “Gidiş” ve “Varış” olarak yolu ve yolculuğu anlatıyor. Aslında şiir kitabı 1992’den ama ben 96’dan beri kendi yolumu ve yolculuğumu buradan okuyorum galiba. “Yol,” diyor Oruç Aruoba, “kendine yer bulamamış/ kişinin özlemidir.” “Kendi yerini yerleşiklikte/ bulamayan kişi/ onu yolculukta arar.” (Aruoba, 1996, s.67) Sahi, ben hiç yerleşik oldum mu hayatımda? Oldumsa nereye, ne zaman yerleşmiştim de koptum oradan?
“Büyülü Mardin” demeyi seviyorum. Benim için büyülü bu kent çünkü. 95 sonbaharından beri çok öğrencim oldu Mardin’den. Doğup büyüdükleri, kendilerini şekillendiren o kente uzak düşseler de geçici süre için, dönüp yaşamak istedikleri kentti Mardin onlar için, bağlarını orada gören ve nitekim şimdi dönüp orada yaşayan gençlerdi çoğu.
Okuduklarım etkiledi beni. Bir dönem çok okuduğum Betül Tarıman’ın ‘Kar Merdiveni’ninde ‘Avuntu’ başlıklı şiirinde geçiyordu Mardin. “…/ Mardinli bir kadındır denizle ırmağı karıştıran/ boynundaki ilmekle çünkü/ her kadın kendinden göç edebilir/ çünkü her kadın ucuz bir müvekkildir/ eğer çok susmuşsa/ sırlarla kaplanır gerçek sandığın” diyordu Betül Tarıman şiirde (Tarıman, Kar Merdiveni, 2007, s.19).
‘995 km’ ile ilgili yazıyı yazarken roman üzerine yazılan yazılardan, yazarıyla yapılan söyleşilerden çok Murathan Mungan’ın otobiyografisini anlattığı ‘Paranın Cinleri’ ve ‘Harita Metod Defteri’ndeki çocukluğunun, ilk gençliğinin Mardin’i ile ilgili bölümler ilgimi çekmişti. Mardin’in farklı kültürlerin, dinlerin, dillerin ve ırkların iç içe ve birbirine saygılı yaşadığı ortamı ile ilgili olarak Mungan’ın anlattıkları büyülü kılıyordu kenti. Bir Arap emirliğinin oğullarından olan büyükbabası ile “bir Kürt sultanı” diye tanımladığı babaannesini anlatırken yazar, babaannenin Arapçayı, bütün lehçeleriyle Kürtçeyi Zazaca, Bothice gibi unutulmuş (diyordu Mungan) lehçeleriyle bildiğinden söz ediyor ‘Paranın Cinleri’nde. Çokdillilik aynı zamanda çokkültürlülük de demek. Bu da o hayata bir süreliğine de olsa dâhil olunası kılıyordu Mardin’i.
“…Süryani kiliseleriyle Artuklu camilerini aynı zamanda sevdim. Mardin’de çok eski bir mezhep olan Şemsiler gibi Güneş’e ya da Yezidiler gibi Tavus-u Azam’a tapanların da olabileceğini, hatta olması gerektiğini orada öğrendim. Arapça ezanın güzel örnekleriyle, Latince ilahileri eş zamanlarda dinledim. Kürtçe ağıtları ve türküleri yüreğimin uçurumlarında duydum. Uzun bacaklı, dal gövdeli, yüzlerinde hüznün, sevdanın ve intikamın esmer gölgesi gezinen delikanlılar, ellerinde bir tüfekle atlara sıçrar, ufkun bittiği yere kadar toz bulutu içinde gider, gelirlerdi; çevikliğin zarafetini, tütün sarmanın şiirini onlarda gördüm.” (Mungan, Paranın Cinleri, 1996, s.17)
“Çevikliğin zarafeti” ile “tütün sarmanın şiiri”ni görmek için bile gitmeye değmez miydi bu kente? Kemikli ellerinin uzun parmakları arasında filtresiz sigarası ile ince uzun kadehteki buzlu rakısını hüzünlü bir şiir gibi tutan babamın görüntülerini çağrıştırıyordu çünkü, Murathan Mungan’ın anlattığı dal gövdeli, yüzlerinde hüznün gölgesi gezinen erkekler… Üstelik babamın bu coğrafyayla hiç bağı olmamasına rağmen…
Ve tabii Buket Uzuner’in ‘Ateş’ romanındaki kurgu karakterlerin baktığı gibi Mezopotamya ovasına –Mezopotamya denizine yani– bakmak; şahmeranlar çizen Masalcı Kadın gibi özel ve her biri biricik olan şahmeranlar çizen bir usta ile (kurgusal olanın esinlenildiği bir gerçeğine rastlamak, hiç değilse onun yarısı kadar da olsa sanatçı olanıyla) karşılaşmak arzusu…
YOLDA…
Alain de Botton, ‘Seyahat Sanatı’nda seyahat etmenin, yaşadığın yerden uzaklaşıp farklı ülkelere, yerlere gitmenin felsefesini kendine has üslubuyla edebiyatla ve günlük hayatla harmanlayarak anlatırken ‘Kalkış’, ‘Nedenler’, ‘Doğa’, ‘Sanat’ ve ‘Dönüş’ alt başlıklarında seyahatin her aşamasından hoş kesitler sunuyor okuruna.
“Yaşamımıza hükmeden mutluluk arayışıysa bu arayışın dinamiklerini (bütün harareti ve paradokslarıyla) açığa çıkaran nadir etkinliklerden biri seyahatlerimizdir.” diyor Alain de Botton (Botton, 2011, s.15).
Ama mutluluk arayışımızın cevaplarını bulabilmemizin seyahatten beklenenle seyahatin sunduğu gerçeklik arasındaki ilişkide yattığını belirterek bunun pek de kolay olmadığını hissettiriyor bize yazar. Öyle ya, yola çıkma isteği, hatta şiddetli arzusu alışageldiğimiz yaşantıdan bir süreliğine kopmayı gerektirir. Bize pek çok kanaldan “gizemli”, “büyülü”, “eşsiz”, “başka” diye anlatılan o yere yolculukla vaat edilenleri görmenin, bizi hızla “başka biri”, en azından artık “mutlu biri” yapacağını düşünmez miyiz? Oysa görmek için can attığımız o yerle ilgili edinilen ön bilgilerin perdelenen satır araları olduğunu, o yerle ilgili fotoğrafların kadraja alınmamış boyutlarının da bulunduğunu kabullenmeye hazır olmalıyız yola çıkarken. Büyük istekle çıkılan yolların çoğunun yolcusuna mutluluk getirmesinden çok onu yorgun düşürmesini, hatta bir ikinci yolculuk için derin sorgulamalara girmesini de ancak bu “beklenenler” ile “sunulanlar” arasındaki çelişkilerde aramak gerekir.
Nihayet yoldayız. Yolumuz Mardin’e doğru. Ve ne kadar şanslıyız ki dolunaylı bir gecede yolculuk yapıyoruz. Otobüste çok az kişi uyanık galiba. Yolcuların çoğu yarının yorucu bir gün olacağını öngörerek uyumayı seçmiş anlaşılan. Ben yeni bir kente giderken uyumak istemem. İlk karşılaşma anında ve o ilk an’ı hazırlayan zaman diliminde uyanık olmak isterim.
Geniş ovalardan geçiyor otobüsümüz. Adana’dan daha doğuya doğru ilerlerken nihayet kızıllanan bulutların arasından turuncu kocaman bir güneş doğuyor sabahın erken saatlerinde, bütün ovayı ışıklandırıyor. Ve işte birden kent başlıyor. Önce Kızıltepe. Adında geçen tepeden dolayı hep daha yüksekte düşündüğüm kent daha düz alana kurulmuş. Konaklayacağımız oteli geride bırakıp biz Mardin’e doğru kavisler çizerek yükseliyoruz.
MARDİN…
“Kendine yeni bir yol arayan kişi, önce,/ kendinden önce yürünmüş yollara bir bakar/ -kendi yürümek isteyebileceği yola benzer/ bir yol bulmak için; çoğunlukla da bulur-/ ama acaba, o bulduğu yol(lar),/ tam da bulduğu yol(lar) olarak,/ kendi aradığı yola aykırı değil mi?-/ Yeni bir yol aramıyor muydu, arayan kişi/ -ne işi var öyleyse, eski (yürünmüş)/ yollarda?!” (Aruoba, 1996, s.76)
Kürtlerin, Hıristiyan Süryanilerin, Sünni Arapların, Türklerin, Yezidilerin ve Ermenilerin bir arada kardeşçe yaşadığı çokkültürlü, çokdilli bir kent Mardin. Mardin adı da Arapça “Mâridin”, Süryanice “Marde”, Kürtçe “Merdin” olarak anılmış; sonra da “Mardin” olarak geçmiş kayıtlara, Türkiye’nin “47” plakalı kenti. Şehirde 47 plakadan çok yabancı plakanın olduğunu söylüyor rehberimiz. Trafikte yol alırken dikkat ediyoruz: Ankara, İstanbul plakaları dikkat çekiyor ama çoğunlukta mı, çok da ayırt edemedim doğrusu.
“Gündüzleri seyranlık, geceleri gerdanlık” olan ilk durağımız Mardin, dağın yamaçlarına yerleşmiş bir kent. Kalesi en tepede… Ulaşılması mümkün görünmeyen bir “kartal yuvası”. Bizi kentin “abbara” denilen dar taş sokaklarının başına getirip bırakıyor otobüsümüz.
Ahhhh… Birbirine benzeyen, iki tarafında taş yapıların olduğu, kıvrılarak bir başkasına açılan dar sokaklarda kaybolabilsem keşke… Bir kentin ruhunu tanımak, broşürlerde o yerle ilgili yazılanları örnekleyen ve turistlere belli yönleri öne çıkarılarak gösterilenlerle olamaz ki. Turist değil, gezgin olmak istiyorum ben.
Gezerken hikâyesini dinlemeliyim şu sokağın… Karşımıza çıkan evin, üç ayrı büyüklükte tokmağı olan kapısının… Dışarının sıcağından koruyan kalın duvarlı taş binanın mutfağında bin zahmetli yemeklerini pişiren kadından o yemeklerin hikâyesini dinlemeliyim. Şiirini sonra, şiirin dilinden anlayanların sesinden, bütün macerasını anlatan bu kentin…
Cumbalı Ev’in penceresindeki dantel gibi işlenmiş ferforje korkuluklarının arasından sızan güneş içindeki Mezopotamya ovasının görüntüleri eşliğinde bir Mardin kahvaltısı ile mola veriyoruz yürüyüşe. Yöresel tatlarla bilindik tatların birleştirildiği, görselliği yüksek, otantik bir mekân Cumbalı Ev. Taş binanın duvarlarındaki fotoğraflar, resimler, nişlere monte edilmiş tahta raflarda gümüş zarflı kahve fincanları, tavandan sarkan aydınlatmalar… Ruha bambaşka bir dinginlik veren eski zamanlardan, yaşanmışlıklardan esintiler taşıyan bir ortam…
Bütün gece yolda olan gezginler şimdi kentin içindeki tarihi yapıları görmeye hazır. Ulu Cami, Artuklu Dönemi mimarisinin örneklerinden biri. Yapı kesme taştan oluşuyor ve Mardin’deki birçok yapıda bu tekniğin kullanıldığını söylüyor rehberimiz. Dikdörtgen avluda turistlere hararetli bir sesle sunum yapan 12-13 yaşlarında bir çocuk var, rehberimiz cami ile ilgili sunumu ondan dinleyeceğimizi belirterek kenara çekiliyor. Çocuk heyecanlı bir sesle ve günde kim bilir kaç kez meraklı gezginlere anlata anlata ezberlediği bir hızla aralıksız bize caminin yapıldığında iki minaresi olduğundan, ancak birinin Timur istilasında zarar görüp yıkıldığından, bugün sağlam olan minare üzerindeki sembollerden söz ediyor. Ansiklopedi bilgilerinde minarenin kalın gövdeli bir yapı olduğundan, giderek daralırken de bilinçli olarak eğri inşa edildiğinden ya da belki bölgede yaşanan bir deprem sonrası eğri bir şekle dönüştüğünden bahsediliyor. Bu ayrıntıları bize anlatmıyor tabii caminin yerel rehberi ama isteyen turistlerin minareye dokunuyormuş gibi –hani şöyle eğriliği düzeltiyormuş gibi algılanacak– fotoğraflarını çekebileceği noktayı da gösteriyor. (Demek dünyanın çeşitli noktalarında bu tarz tanınmış yapıları tutuyormuş, dokunuyormuş, eğriliğini düzeltiyormuş gibi görüntülerin alındığı noktalar var ve oralarda bulunduğunu bildirmek için turistlerin bunlara rağbet ettiğini keşfeden girişimci ruhlar da bunları anında hayata geçiriyor. Bizim küçük rehber de o girişimcilerden biri.)
“Keşke bu yola çıkmasaydım diyen kişi,/ eski yerini özlüyordur -ya da,/ ulaştığı (ulaşabileceği) yeni yer(ler)den/ korkuyordur.” (Aruoba, 1994, s.99)
Yolumuz Dara Antik Kenti’ne. Kaya içine oyulan yapılardan oluşan kentin yüzyıllar boyunca Mezopotamya’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri sayıldığını anlatıyor rehberimiz. Çok geniş bir alana yayılan kentin kilisesi, çarşısı, zindanı, mahzeni gibi kimi bölümlerinin görülebildiğini; bir dönem mezar olarak kullanılan bölümlerin bugün için daha çok mağara görünümü kazandığını söylüyor kaynaklar da. Bugün kazı çalışması yapılmayan, herhangi bir giriş ücretine tabi tutulmayan, dolayısıyla “Doğu’nun Efes’i” diye anılsa da şu an kendi haline bırakılmış bir büyük kent kalıntısı karşısındayız.
Nekropol’ün sağ tarafına doğru ilerlediğimizde kentin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan sarnıca ulaşmak mümkün. Dışarıdaki sıcaktan etkilenenler içlerini buranın “meşhur naneli ayranı” ile serinletmeye çalışırken onları yukarıda bırakıp oldukça dik ve iki yerde dönülerek inilen merdivenleri kullanarak sarnıca iniyoruz. Buz gibi serin taş duvarlarının alt köşelerinde küçük aydınlatmalarla hafif bir ışık sağlanmış içeride… Şimdi başka bir dünyada, başka bir zamandayız sanki.
Alain de Botton, “Bir gezi kitabı bize, anlatıcının gündüzü delip geçerek seyahat ettiğini, akşama doğru dağlık bir bölgedeki X kasabasına ulaştığını, geceyi Ortaçağ’dan kalma bir manastırda geçirdiğini ve sisli bir tan vaktine uyandığını anlatıyor olabilir.” diyor (Botton, 2011, s.20). Ama yaşananların hiç de böyle akmadığını, gerçekte bunları yaşarken pek çok aksiliğin olabileceğini ya da anlatılanların sıkıcı ayrıntılardan arındırılmış, bir anlamda “kurgulanmış” bir akış olduğunu söylüyor. Dün gece saat 23.00’ten beri birlikte seyahat eden, istese de istemese de her adımını birbirine uyumlu atmak zorunda olan bizim tur ekibimiz için de söz konusu can sıkıcı ayrıntılara takılmak, yorulmaya başlamak…
Naneli ayran o kadar da özel değilmiş örneğin, çayın demi iyi ayarlanmamış, bu kadar turist alan ve son yıllarda gözde turizm bölgelerinden biri haline gelen bir yerde temiz tuvalet bile sağlanamamış, yazık. Herkes bir an önce otele gitmek ve odasına yerleşmek, yemek saatine kadar duş alıp uzanmak, belki biraz uyumak istiyor. Bütün gece uyumadığım için yavaş yavaş ben de yorulduğumu hissediyorum. Ama hâlâ aklım akşam yemeğinden sonra Mardin’in gerdanlık olan gecesine tanık olmak, ünü dillerde olan, birkaç yıl önce Mardinli öğrencilerimiz sayesinde tattığımız Süryani şarabının hafif şekerli, çeşitli baharatlarla aromalandırılmış lâl kadehlerini kaldırmakta…
* * * * *
Ve… Sonra… Nihayet ışıklar içindeki Mardin’in sokaklarındayız. Önce bir barın daracık terasından gecenin içinde yıldızlar gibi parlayan ovaya doğru akan Mardin’i seyrediyoruz. Yolu Çukurova Türkoloji’den geçen eski öğrencilerimiz, şimdiki meslektaşlarımızla taş bir bina olan Leylan Kafe’nin sadece bize ayrılmış salonunda oturuyoruz. Bir şehirden sonra bir başka şehrin daha içinden geçiyoruz. Aradan 14 yıl hiç geçmemiş, dün ayrılmış gibi kaldığımız yerden sohbete devam ediyoruz, “bizi bizden alan şaraba gönül vererek” bir kez daha…
DEYRÜZZAFERÂN MANASTIRI, MİDYAT VE MOR GABRİEL MANASTIRI…
“Yerini yol kılabilmiş kişi,/ yönünü yük olmaktan çıkarmıştır/ hafiftir artık.” (Aruoba, 1994, s.139)
Geceyi otelde rahat yataklarda uyuyarak geçiren ve sabah da zengin sayılabilecek bir kahvaltıyla enerji toplayan grubumuz yola çıkmaya hazır. Dün herkesin yorgun düştüğünü gören tur rehberlerimizin önerisiyle Deyrüzzaferân Manastırı’nı gezmek bu sabaha kalmıştı. Bütün gezginler günün uzun programına ve her yeri gezmeye, her ritüeli yerine getirmeye hazırlar.
Öyleyse ilk durağımız Mardin’in 3 kilometre doğusunda, 5’inci yüzyılda inşa edilmiş bir Süryani manastırı olan Deyrüzzaferân. Bu manastırın Süryaniler için önemli merkezlerden biri olduğunu söylüyor rehberimiz. Vikipedi’de 2021 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alınan Tur Abdin bölgesindeki dokuz kilise ve manastırdan biri olduğu belirtilmiş bu manastırın. İçeride söz artık genç Süryani rehberin… Berrak bir Türkçe ile manastır içindeki dört önemli yapıyı gezdirip bilgi veriyor genç rehber bize. Kubbeli Kilise’yi, Azizler Evi’ni, Meryem Ana Kilisesi’ni ve Güneş Tapınağı’nı geziyoruz; Süryanice İncil’i, kutsal taşı, kurulduğu dönemden kalan mozaikleri görüyoruz.
Güneş Tapınağı, kesme taşlardan inşa edilmiş dikdörtgen biçiminde genişçe bir bölüm. Tavan, taban, duvarlar hepsi aynı kesme taşların birbirine geçirilmesi ile oluşturulmuş serin bir yer. İçeri girdiğinizde tam karşınıza düşen kalın duvarın ortasına gelen bir yerde küçük bir pencere açılmış, o yarıktan içeri güneş ışıkları giriyor. İsa’dan çok önce burada insanlar güneşin doğuşuna tapmaya gelmişler bu tapınağa.
Bu manastırın en önemli özelliklerinden biri de 52 Süryani patriğinin mezarlarının burada bulunmasıymış. Bana en ilginç gelen şey ise patriklerin mezarlara oturur vaziyette yerleştirilmiş olmaları. İsa’nın dirilişini oturarak bekleyen 52 patriğin mezarının bulunduğu bölümü gezip çıkıyoruz.
Şimdi yolumuz Midyat’a, adını yine edebiyat sayesinde pek çok kişinin duyduğunu tahmin ettiğim Mor Gabriel Manastırı’na doğru. Ahmet Ümit’in ‘Kavim’ romanında sıkça adı geçen bu ünlü yapıyı görmeden Mardin gezisi tamamlanmış sayılmazdı herhalde.
Mor Gabriel Manastırı (diğer adının Deyrulumur – Rahiplerin Meskeni olduğunu öğreniyorum) en eski Süryani Ortodoks manastırıymış. Oldukça kalabalık bir ziyaretçi sırası var, ziyaretçiler grup grup içeri alınıyor ve her 25-30 kişilik grubu bir rehber manastırın ziyarete açık bölümlerinde gezdiriyor. Bizi de yine genç bir Süryani rehber karşılıyor. Manastırın üst katlardaki bölümlerinde eğitim gören, orada kalan ve geleceğin rahipleri olacak kişiler bulunduğu için çok dar bir bölüm ziyarete açık; dolayısıyla tur 35-40 dakikalık bir zamanda tamamlanıyor. Geniş avlulardan geçerek merdivenlerden inip çıkışa doğru hafif eğimli ağaçlıklı yol üzerinde soluklanacak kadar kısa durup bir daha bu eski ama görkeminden bir şey kaybetmemiş yapıya bakıyoruz. Yerleşim yerlerinden uzakta, tepede, ağaçlar içinde öylece sessiz, dingin manastırı fotoğraflayıp çıkıyoruz.
Şimdi sırada Midyat’ın telkâri yapan gümüş ustalarının dükkânlarını, Süryani şarabını tadabileceğimiz ev yapımı şarapların satıldığı şarap evlerini, baharatların, badem şekerlerinin kokusu birbirine karışmış sokakları var. İsteyenlerin başlarına yöreye özgü örtüleri fotoğraf çekimi eşliğinde bağlatabileceği (bunların da bin bir talibi var elbette), rehberimizin ısrarla onlara yönlendirdiği gibi üstelik fenomenlerle kadraja alınmak ve yıllar öncesinde de kalsa zamanında reytinglerde üst sıralarda yer almış bir diziye ev sahipliği yapmış konağı (Sıla Konağı diye adlandırılan), ziyaret edilebilmek mümkün, nasılsa hepsi kısa bir sokağın iki yanına dizilmiş kentin en hareketli noktasında, bizim de yol güzergâhımızda…
* * * * *
Her yol, yolcusunu değiştirip dönüştürüyor. Her yolcu, yolun sonunda o yolu hiç yürümemiş kişiden farklı biri oluyor. Yol, yolu yürüdüklerimizle olan ilişkilerimizi, onlara karşı duygularımızı da değiştiriyor. Tabii bütün bunlar da yola ve yolculuğa dair.
Her şey içimde hâlâ taze. Ben Mardin’i sevdim ve daha dönmeden bu kente bir kez daha geleceğimi biliyorum.
Yol, sabaha karşı Adana’da, yolculuğun başladığı noktada noktalandı. Hafta sonu geçip gitmişti ve pazartesinin güneşin bile doğmadığı ilk saatleriydi. Birkaç saat sonra ders vardı ve ne güzel tesadüf ki gezi yazıları üzerine bir ders anlatacaktım. Benim için yol bitmemiş sadece bir mola alınmış gibiydi.
İç sesim hâlâ “Bu yolculuk benim mülküm” diyor. İyi ki diyor…
“Özgürlük budur belki de:/ Sürekli yersizlik;/ sürüp giden bir yol…” (Aruoba, 1994,s.145)
KİTAPLAR:
– Aruoba, Oruç, ‘Yürüme’, Metis, 1994.
– Botton, Alain de, ‘Seyahat Sanatı’, Sel Yayınları, 2011.
– Mungan, Murathan, ‘Paranın Cinleri’, Metis, 1996.
– Tarıman, Betül, ‘Kar Merdiveni’, YKY, 2007.
– Yavuz, Hilmi, ‘Büyü’sün Yaz’, YKY.