BİR HAFTA SONU OKUMASI ÜZERİNE: ‘NORMAL İNSANLAR’
-ADANA-
Hafta sonu, günlük yaşamın pratiklerinden uzaklaştığımız zaman dilimi… Bir edebiyatçı olarak benim de hafta sonu okumalarım, rutinim Türk edebiyatından eserler okumak olduğundan onun dışına çıkmak olarak biçimleniyor.
Her şeyin gayet normal(!) olduğu bu hafta sonu okumam, geçen ay Ankara’daki Dost’tan yeni çıkanlar bölümünden seçtiğim Sally Rooney’nin ‘Normal İnsanlar’ adlı romanı oldu.
The New York Times’ın çok satanlar listesindeki bir roman bu. The New York Times’ta Ellen Berry imzalı bir yazıda, “Prekarya’nın Jane Austen’i” olarak tanımlanmış Sally Rooney. Prekarya’nın İngiliz ekonomist Guy Standing tarafından ortaya atılan “güvencesizler topluluğu” olarak çevirebileceğimiz yeni bir toplumsal sınıf olduğunu da belirteyim.
Sally Rooney 1991 doğumlu, yani henüz yirmili yaşlarında ve kendi içinde bulunduğu bir kesimin hikâyesini anlatıyor, kendileri dışındakilerin anlamakta güçlük çektiği bir dille… Şu epeydir sözü edilen X, Y, Z kuşağının söylemiyle yani…
‘Normal İnsanlar’, aralarında toplumsal ve ekonomik farklar olan iki gencin, Marianne ve Connell’in ilişkisini anlatıyor. İrlanda’nın güneyinde, herkesin birbirini tanıdığı ve herkesin birbirinin dedikodusunu yaptığı küçük bir kentte yaşıyorlar ve aynı liseye gidiyorlar Marianne ve Connell. Her ikisi de bambaşka nedenlerle akademik başarıyı önemsiyor: Marianne kendine arkadaşları arasında yer açmak, evde ve okulda kabul görmek için; Connell bursa ihtiyacı olduğundan dolayı.
Marianne okulda sevilmeyen, dışlanan bir kız, akademik başarısına, akıllı olmasına rağmen. Tahta vücuduyla, çirkinliğiyle, uyumsuz halleriyle arkadaşlarının aralarına alınmıyor. Evdeki durumu da farklı değil aslında, ağabeyi Allen ve annesi tarafından da kabul görmüyor. Babasını on üç yaşındayken kaybetmiş. Bu ölümle ilgili de kimsenin bildiği kesin bir şey yok; ama kasabada hakkında olumsuz konuşulan bir durum. Marianne’nin de bu ölümden dolayı hastalıklı olduğu düşünülüyor hatta. Kızın anne ve babasının avukat olduğunu, kentin iyi bir semtinde büyük evde yaşadıklarını anlıyoruz.
Connell, kasabanın yoksul bir bölgesinde annesiyle yaşıyor. Connel’in annesi, Marianne’nin annesinin evinde temizlik işleri yapıyor, 17 yaşında hamile kalarak okulunu bırakmış. Connell, babasını tanımadığı gibi adını dahi bilmiyor. Bütün bunlara rağmen Connell yakışıklı, futbol takımının gözde oyuncusu ve akademik başarıya odaklı biri olarak okulda hem kızlar hem de erkek arkadaşları tarafından sevilen biridir. Connell’in akademik başarıdan başka çıkışı yolu yok.
Roman bundan sonrasında Marianne ve Connell arasında başlayan, gelişen, gerileyen ilişkileriyle ve bir tür büyüme hikâyesi diyebileceğimiz biçimde sürüyor. Sally Roonney’in kendisi de dışlanan biri olarak geçirdiği okul yıllarına belki de göndermeler yapıyor bu romanda. Yazar, sosyalist bir anne babayla büyüyor ve çocukluğundan beri kendisini Marksist olarak tanımlıyor. Erkeklerin özel bir sınıf olduğunu, onlardan nefret edilmesi gerektiğini, sınırların ve özel sermayenin kaldırılmasını dile getiren, çok okuyan, çok söyleyen, sözünü sakınmayan bir kız olarak geçirmiş okul yıllarını. Herkes dürüstlükten söz eder, samimiyet arar, ama insan ne oranda gerçekleri bütün açıklığıyla duymaya hazırdır? Açık sözlülükten söz edip aksini yaşam ilkesi kabul edenler arasında açık sözlü biri ne kadar sevilebilir? Üstelik bir kızın açık sözlülüğü, eril zihniyetin egemen olduğu bir ortamda? Çoğunluk, yani “normal” bu ilkelerle yaşıyorsa, aksi nasıl “tuhaf ve hastalıklı” algılanmaz?
Connell, aylarca birlikte olduğu Marianne’e söylemeden lisenin mezuniyet dansına başkasını davet eder. Marianne bunu öğrendikten sonra sınavlara girmenin dışında okula uğramaz. Ayrılmışlardır. Ancak sonbaharda Trinity’de ikisinin de farklı bölümlerde üniversite yaşamı başlar. Küçük kasaba yaşamından sonra özel okullarda okumuş, babalarının parasıyla hayatlarını rahatlıkla sürdürebilen gençlerin arasında Marianne parasal açıdan sıkıntı çekmeden ve lisedeki dışlanmışlığından habersiz, onu aralarına alan bir grubun içinde yer edinir. Connell ise liseden beri giydiği spor ayakkabıları, harcamalarını karşılayabilmek için çalışmak zorunda kalması, aksanlı konuşmasıyla bütün popülerliğini yitirmiştir.
Birey fikrine inanmadığını söyleyen Sally Rooney’e göre herkes bir diğerini inşa ediyor ve etkiliyor. Bu düşüncenin doğruluk payı nedir? ‘Normal İnsanlar’, biraz da bunu gösteriyor bize. Marianne ve Connell’ın Ocak 2011’de başlayan hikâyesi, Şubat 2015’te sona ererken ikisi de birbirini inşa etmiş ve etkilemiş oluyor bir anlamda, yazarının penceresinden bakarsak. Gerçek bir son var mı bu romanda? Bunu da her okur kendisi yorumlayacak bana kalırsa…