BİR EDEBİYAT UYARLAMASI OLARAK ‘ALMANCA DERSİ’
-ADANA-
Kürsüdeki adam tebeşirle tahtaya el yazısıyla yazıyor: “Die Freuden der Pflicht” (Görevin Zevkleri). Filmde çeviri böyle yapılmış. Görevin Zevkleri. (Romanı Ayşe Sarısayın çevirisiyle okuduğunuzda onun ‘zevk’ değil ‘tutku’ olduğunu göreceksiniz. Eserin temasını nasıl etkiliyor bu çeviri farkı, filmle roman karşılaştırıldığında anlaşılıyor.)
Sıralarda oturan gençler önlerindeki siyah kapaklı dosyanın içindeki beyaz kâğıtlara kalemlerini mürekkebe batırıp yazmaya başlıyorlar. Kameranın odaklandığı genç ise yazmıyor, kalemini elinde çeviriyor. Kürsüdeki kişi soruyor:
“Siggie Jepsen, sorun var mı?” Genç, başını sallıyor.
Bir süre sonra kürsüdekinin dikkati kendi üzerinden ayrıldıktan sonra sağ elindeki kalemi sol eline geçiriyor, kalemin sivri ucunu sağ avucuna alıyor, avucunu kapatıyor. Ve Siggie’nin yüzündeki sessiz acıda dolaşıp avucunun ayasında göllenen koyu kırmızı kana odaklanıyor kamera…
* * * * *
Alman sinemasından izlediğimiz ‘Çöküş’ filminden sonra ilgi alanımıza girmişti ‘Almanca Dersi’. Yıllar önce ‘Teneke Trampet’ filmini sinemada izlemiştik. Sinemaya gitmek, bir süredir yitirdiğimiz bir alışkanlık. Kendi hayatımızdaki değişikliklerle farklı, içinde hüznü ve sevinci bir arada barındıran bir duygu ikliminde, mevsimsiz, derinliğinin farkında olduğumuz bir nehrin kıyısından sakin kalmaya çalışarak geçiyorduk. İkinci Dünya Savaşı yıllarını, sonrasını ele alan dönem filmleri kendimizce travmatik bulduğumuz kişisel tarihimize uygun düşüyordu. ‘Almanca Dersi’ film listemize girince romandan önce edebiyatçı yanımızı devre dışı bırakıp filme yönelmemiz de belki kendi travmatik dönemimizle ilgiliydi, kim bilir? İlk izlenimlerim de filme dair gelişti bu yüzden. Oysa edebiyat uyarlamalarında önceliğim elbette edebi metindir.
‘Almanca Dersi’, Christian Schwochow’un altıncı uzun metrajlı filmi. 1978 doğumlu yönetmenin televizyon için pek çok dizi ve film çektiği bilgisi var kayıtlarda. C. Schwochow’un bazı filmlerinin senaryolarını annesi Heidi Schwochow yazmış. Bu filmin senaryosu da Siegfried Lenz’in aynı adlı romanından yönetmenin annesi tarafından kaleme alınmış. 2018 yılında çekilen film 2019’da gösterime girmiş.
Film, Almanya’nın kuzeyinde, gelgit havzasında bulunan küçük bir köyde, merkezden çok uzakta yaşayan insanların hayatını, Siggie Jepsen’in çocukluğunu odağa alarak anlatıyor. Siggie’nin çocukluğu Nazizm’in dorukta olduğu zamanlarda geçmekte. Siggie’nin babası Jens Ole Jepsen, Rugbüll Polis Karakolu’nda polis memuru. Üstlendiği görevi kusursuz yerine getirmeye yeminli bir adam… Annesi oldukça az konuşan, daha çok soğuk duruşuyla ve kritik zamanlardaki susuşuyla kimin ve neyin temsilcisi olduğunu hissettiren bir kadın. Unutulmamalı, o dönemi anlatan belgesellerde de belirtildiği gibi, Hitler’in ve Nazizm’in en adanmış savunucuları kadınlar. Buradaki anne de bu anlamda hiç şaşırtmıyor izleyiciyi. Ailenin yaşları birbirine yakın olan büyük çocuklarının ise evle bağlantıları çok da kalmamış. Klass, Alman ordusunda savaşmaktadır; Hilke ise kentte çalışmakta, ara sıra köye uğramaktadır. Dolayısıyla Siggie’nin hayatı anne-babasının belirlediği sıkı kuralları olan ev, başarısının değişkenlik gösterdiği okul ile ailenin eski arkadaşı olan ressam Max Ludwig Nansen’in evi ve atölyesi arasında geçmektedir.
Ekspresyonist ressam Nansen, Kuzey Denizi kıyılarının gelgit havzasındaki durağan yaşamı, zaman zaman kumlara düşüp kalmış ölü martıları çizer. Onun resimleri, bu havzadaki yaşam kadar çizgileri belirsiz, sisli, bir anlamda büyülüdür. Ve ressam, içinden geçilen dönemdeki baskıları ve yasakları her geçen gün biraz daha artan Nazizm’in yarattığı “acı”yı resmetmektedir kendi deyimiyle.
Ancak Nazi yönetimi modern sanatı dejenere bulduğu için modern resmi yasaklamıştır. Max Ludwig Nansen de ülkedeki diğer modernist sanatçılar gibi bu yasaktan payını alacak, sanatını icra etmesi engellenecektir; tabii bir sanatçının sanatını icra etmesi ne kadar engellenebilirse. Üstelik bu yasağın ona tebliğ edilmesi, çocukluk arkadaşı Jens Ole Jepsen’e düşmüştür. Rugbüll polisi olan baba bunu bildirmek için giderken Siggie’yi de yanına alır. Böylece baba Ole Jepsen, Siggie’ye faydalı olmayı öğretecek, itaat edilmesi gereken gerçek gücü gösterecektir. İçten içe de eski arkadaşının ne kadar başına buyruk olduğunu bildiğinden bu emre rağmen resim yapmaya devam edeceğini tahmin etmektedir. Ole Jepsen oğlunu, Nansen’i gözlemesi için görevlendirmekte; yasağa rağmen resim yaparsa kendisine haber vermesini sağlayacağını düşünmektedir.
Nansen’in yanından ayrılmayan, safça bir sevgiyle Nansen’e bağlı olan Siggie için resim atölyesinde, doğada Nansen’le birlikte geçen zamanlar çok değerlidir. Siggie, ressamı seyrederek resim yaparken onun anlattıklarıyla resim sanatının inceliklerini öğrenir. Nansen amcası, resimlerine yasaklar gelmeye başladığında ondan zaman zaman resimlerini saklaması için yardım ister. Siggie için Nansen amcasının bu isteği çok önemlidir. Hatta bir süre sonra Siggie, Nansen’den böyle bir istek gelmese bile onun resimlerini koruma altına almak gereği duymaya başlar.
Filmde Siggie’nin çocukluğu ve gençliğini oynayan oyuncular çok başarılı. Çocuk Siggie’nin babasının otoritesi ile Max Ludwig Nansen’in sevgisi arasında kalmasıyla yaşadıklarının ruhunda açtığı yaralar, oyuncunun performansıyla izleyicilere geçebiliyor. Babanın kendisiyle iş birliği içinde olmasını istediği Siggie’den “yararlı bir insan” yapma çabaları boşa çıkarken Siggie babasından daha fazla uzaklaşıyor. Çocuk, itaat etmediği her seferinde babasının uyguladığı fiziksel şiddete maruz kalacağını da biliyor. Siggie, bu şiddete sessizce katlanırken annesi Gudrun ise ya arkasını dönüp odadan çıkıyor ya da tepkisiz bir yüzle seyrediyor verilen cezayı, yüzünde küçük bir itiraz işareti ya da üzüldüğüne dair iz belirmeden.
Siggie “görünmeyen resimler” yüzünden cezalandırıldığında da ressama ve ressamın eşine sığınmayı seçiyor; gittikçe ailesinden uzaklaşıyor. Çocuk Siggie’deki bu ruhsal değişimi rolmüş gibi olmadan, yalın bir biçimde yansıtmayı başarmış Levi Eisenblatter.
Siggie’nin ıslahevindeki gençlik dönemini ise Tom Granau oynuyor. Ben onun oyununu da çocuk Siggie’yi oynayan oyuncununki kadar beğendim. Siggie’nin ıslahevinde geçen zaman içinde sürekli geri dönüşlerle hatırladığı çocukluğundan itibaren Nazizm’in katı otoritesinin evdeki temsilcisi babası ile yasaklara boyun eğmeyen ve kendisine şefkatle yaklaşan ressam arasında kalmasının onu nasıl etkilediğini görüyoruz. Bu iki farklı yetişkin arasında kalış, romanda çok daha ayrıntılı verilmiş elbette.
Siggie çocukluktan gençliğe geçerken babası, romanda belirtildiği gibi, artık baba değil, sadece Rugbüll polisidir. Siggie’nin rol modeli olabilecek abisi ise orduya yazılmış, sonrasında babasının yasaklamasından dolayı eve dönememiştir. Çocukluktan gençliğe geçerken yaşadığı bütün travmatik durumlar, ruhundaki gelgitlere ve okul yaşamındaki başarısının değişkenlik göstermesine sebep olmuştur. Belki de bu nedenle okulda da kendisini etkileyen bir öğretmeni ya da arkadaşı yoktur Siggie’nin.
Islahevinde onları rehabilite etmek için verilen çalışmalardan biri olan Almanca derslerindeki yazma ödevleri; onu sürekli bu geçmişi, yaşadıklarını, yetişkinlerin davranışlarının çocuklarında ya da genç insanlarda yarattığı travmalardan habersiz yollarına devam etmelerini yeniden yeniden sorgulamasına neden olduğu için en zorlandığı ödevlerdir. “Görev tutkusu” üzerine yazması istendiğinde uzun uzun düşünmesi de bundandır. Çünkü yazacak “çok şey”i vardır.
Filmin görüntü yönetmeni Frank Lamm yazarın romanında ayrıntılı biçimde tasvir ettiği Kuzey Denizi kıyılarındaki gelgit havzasını, küçük bir köyde geçen hikâyeyi unutulmaz görüntülerle canlandırmış. Filmin bir sahnesinde yarısına kadar suların içinde kalmış yanan resimler, akşam saatleri, alacakaranlık bir saat… Sonra martılar, ressamın onları yine akşam inerken bir zaman diliminde denizin üzerinde resmettiği görüntüler… Martıların her birinin başındaki şapkasıyla Rugbüll polisine benzeyen çizimleri… Çekilmiş deniz sularının kumlarda bıraktığı izlerin üzerlerine düşmüş ölü martılar… Gökyüzünün farklı saatlerde aldığı renkler… Siggie’nin ablası Hilke’yle kumlar üzerinde yürüyüp midye toplayışları… Görüntü yönetmeni, romanda ayrıntılı tasvir edilmiş bu ıssız, terk edilmişlik hissi veren bölgeyi pek çok güzel görüntüyü yakalayarak hikâyenin etkisini ve ruhunu artırarak yansıtmayı başarmış. Lorenz Dangel’in müzikleri de filmin temasına ciddi katkılar sunuyordu.
* * * * *
Romana gelirsek… Roman, Alman edebiyatında Yıkıntı Edebiyatı olarak adlandırılan bir döneme ait. Yıkıntı Edebiyatı (Trümmerliteratur), Almanya’nın kesin yenilgisiyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’na katılan, o yıllardan etkilenen genç yazarların ve Nazizm’den kaçan, savaş sonrasında ülkeye dönen sanatçıların oluşturduğu bir edebiyat dönemi olarak kabul edilmekte. Savaşı yaşayan, onun olumsuz sonuçlarını gören ve geriye döndüğünde de ülkede tam bir yıkıntı bulan kalemler. Yıkıntı Edebiyatı içinde değerlendirilen yazarlardan biri olan Heinrich Böll şöyle diyor bu hareket için:
“…bizim yazdığımız insanlar savaştan dönmüşlerdi, erkekler de kadınlar da aynı ölçüde yaralanmışlardı; çocuklar bile. Ve bunların gözleri keskindi. Görüyorlardı. Hiç de dirlik düzenlik içinde yaşamıyorlardı; bulundukları çevre, kendilerinde ve etraflarında olan her şey bir cennet mutluluğu içinde değildi ve yazan bizler de kendimizi özdeş sayabilecek kadar onlara yakın buluyorduk. …yurda dönmüştür bu kuşak, bu, sonu geleceğine artık kimsenin inanmadığı bir savaştan yurda dönüştür. Onun için savaşı yazdık, yurda dönüşü, savaşta gördüklerimizi ve yurda döndüğümüzde bulduklarımızı; yıkıntıları yazdık.” (Vikipedi)
‘Almanca Dersi’nin yazarı Siegfried Lenz de Alman edebiyatında Yıkıntı Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri. Siegfried Lenz, 1926’da Doğu Prusya’da Lyck kentinde doğmuş. Çocukluk yılları ve gençliği Hitler Almanya’sında, Nazizm’in en etkili olduğu dönemde geçmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında askerliğini yaparken İngiliz ordusuna esir düşmüş. Savaş sonrasında serbest kalmış; İngiliz edebiyatı, felsefe, edebiyat tarihi alanlarında öğrenim görmüş. Yaşamı 6 Ekim 2014’te Hamburg’da son bulmuş. Yazarın 12 romanı, birçok kısa hikâyesi, radyo ve sahne için yazılmış oyunları var. Siegfried Lenz birçok prestijli edebiyat ödülü alıyor. Bu ödüllerden biri de Goethe’nin 250’nci doğum yıldönümünde aldığı Goethe Ödülü.
Yazarın Türkçeye çevrilen ‘Saf Değiştiren’ ve ‘Saygı Duruşu’ adlı iki eseri daha var. ‘Almanca Dersi’ 2024’ün Ocak ayında basılmış ve romanın başında çevirmen Ayşe Sarısayın’ın kısa bir değerlendirme yazısı da bulunuyor.
S. Lenz’in en politik ve otobiyografik romanı kabul edilen eseri ‘Almanca Dersi’. Ancak romanda öylesine yoğun politik mesajlar, keskin ifadeler, Nazi döneminin pek çok eserde değinilen olayları yok; hatta Nazi sözcüğü bile geçmiyor. “Onun edebiyatına sükûnet hâkim. Usul usul akan metinleri, arkasında, kendini yazmanın keyfine kaptırmış bir yazarın varlığını hissettirir. En politik romanı diyebileceğimiz ‘Almanca Dersi’nde bile Siegfried Lenz denen kişiliğin sabrına, yazmanın tadına varmış yazarın acelesizliğine tanık olursunuz.” diyor Siegfried Lenz’in ölümünden sonra yazdığı yazıda Menekşe Toprak. (Toprak, 2014)
Roman, bu tespiti doğrular şekilde 509 sayfa boyunca usulca akıyor. Doğrudan savaş sahnesi yok, ailenin büyük oğlu Klass’ın savaşa katıldığı ve yaralanıp cephe gerisine düştüğü sahneler dışında savaş sözü de yok. Almanya’nın merkezden uzak ve ıssız köşesinde, doğanın belirlediği durağan yaşamda resim yasağından başka Nazi yönetiminin bir izi de fark edilmemekte; içlerinden biri olan devlet tarafından “görevlendirilmiş” polis memuru Ole Jepsen’in, görevini sonuna kadar otoriteye bağlılıkla sürdürmesinin çevresinde açtığı yaralara bigâne kalması dışında.
Siegfried Lenz, “görev” kavramına ve her ne pahasına olursa olsun görevin tutkuyla yerine getirilmesine odaklanmış diyebiliriz romanda. Romanın teması için görev kavramının ve göreve bağlılığın tartışıldığı söylenebilir. Pek çok toplum için de görevin kutsallığı, hele otoritenin yüklediği görevin değeri kabul görürken romandaki Ole Jepsen kaç okuru şaşırtıyordur acaba? Aslında biz Türk edebiyatında görevine tutkuyla bağlı, otoritenin karşısında boynu kıldan ince böyle bir karakteri çok iyi tanıyoruz. Orhan Kemal’in ‘Murtaza’sındaki bekçi de aynı “görev tutkusu”yla hareket etmiyor mu? ‘Murtaza’, 1952’de yazılmış. (Romanı ve Murtaza karakterini çok iyi biliriz.) S. Lenz, ‘Almanca Dersi’ni 1960’larda yazmış. Bu iki karakter de kendi evlatlarını bile kurban etmeyi göze alabilen babalar. Peki, bunu nasıl açıklamak mümkün?
Nurdan Gürbilek, Agora Kitaplığı’nın aylık çıkardığı kitap dergisi Mesele’nin 7 Nisan 2007 tarihli sayısında ‘Kişisel Hüsranlar, Ulusal Gurur Yaraları’ başlığı altında bir kavramdan söz ediyor. “Ulusal gurur yaraları” diye ifade ettiği bu kavram için toplumların ulusal yenilgilerinin kişiler üzerinde büyük etkisi olduğunu ve zamanla bu yaraları iyileştirmek için kendilerine verilen işleri “görev duygusuyla, iyi bir vatandaş olma isteğiyle” sorgulamadan, yasaya boyun eğerek, emirleri uygulayarak yerine getirdiklerinden söz ediyor. Bu görevleri ne pahasına olursa olsun yerine getiren kişiler toplum gözünde de yüce ve adanmış kimse konumuna getiriliyor, bu kişiler bir itibar kazanıyor. Bir şekilde toplumsal yaralanmışlık, bu adanmış kişiler sayesinde telafi ediliyor.
‘Almanca Dersi’nin iki karakteri Ole Jepsen ve Gudrun Jepsen belli ki gençliklerini Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış Almanya’da yaşamışlar. Hitler’in 1933’ten sonra yarattığı otoriter sistem belki de zaferi özleyen insanlar için önceki yenilgilerden aldıkları gurur yaralarını telafi edecek bir yoldu. Hiç sorgulamadan ve geri adım atmadan, pişmanlık duymadan evlatlarını harcamayı bile göze alacak kadar adanmışlığı bu “ulusal gurur yarası”na bağlayabilir miyiz? Belki. Ama yine de birey olmayı başarmanın değerini, her ne olursa olsun insana özgü olanı yitirmemeyi de göz ardı etmemek gerekir.
Sanat, özelde edebiyat tam da buna yarar işte. Deniz Gündoğan İbrişim, ‘Travma ve Anlatı’ kitabının önsözünde, “Edebiyat bu yoğunlaşmayı görebildiğimiz ve anlamlandırabildiğimiz en kuvvetli ve dönüştürücü alanlardandır” diyor. (İbrişim, 2024)
İnsanlığın yaşadığı travmalar anlatıya dönüştüğünde o yaşananlara dışarıdan bakmayı, yaşarken farkına varamadığımız bambaşka boyutlarını görmeyi, belki aynı yollara bir daha sapmamayı, var olan yaralara da çözüm üretmeyi öğrenebiliriz.
KAYNAKÇA:
– Siegfried Lenz, ‘Almanca Dersi’, Can Yayınları, 2024
– Deniz Gündoğan İbrişim Hzl., ‘Travma ve Anlatı’, Livera Yayınları, 2024
– Menekşe Toprak, “Siegfried Lenz’e Saygı Duruşu”, 16 Ekim 2014 (https://www.edebiyathaber.net/siegfried-lenze-saygi-durusu-menekse-toprak/)
– Nurdan Gürbilek, “Kişisel Hüsranlar, Ulusal Gurur Yaraları”, 7 Nisan 2007 (https://bianet.org/haber/kisisel-husranlar-ulusal-gurur-yaralari-94283)