EDEBİYAT 

BEHÇET ÇELİK’İN ÖYKÜLERİNİN DÜNYASINA KISA BİR YOLCULUK

Adana’ya kar yağmış/ Karın altında gül kalmış

2006 yılı olmalı… O yıllarda üniversitede anlattığım ders, uzaktan eğitimle verilmiyordu, sınıf dersiydi, yüz yüzeydi. Her dönem mutlaka bir roman, bir öykü, bir şiir ve bir deneme kitabı okurduk girdiğim sınıflarla birlikte, değerlendirirdik. Böylece hiç olmazsa liseden yükseköğretime yeni geçmiş gençlerle sınava hazırlıkla geçen yıllarında ilgilenme fırsatları olmadığını düşündüğüm güncel edebiyattan, yeni kitaplardan konuşurduk. Dil çalışmaları edebiyattan ayrı düşünülebilir mi zaten?

İletişim’in o yıllarda kent kitapları yeni çıkmaya başlamıştı. ‘Adana’ya Kar Yağmış’ kitabını da öyle okuduk o yıl ve sonraki birkaç yıl daha. Adanalı olduğu halde Adana’dan uzakta yaşayan yazarların gözünden, Adana’da yaşayıp Adanalı olmayanların yorumuyla Adana’yı tanımalarını istemiştim; Adanalı olmadığım halde Adana’da yaşayarak ve kenti seven biri olarak.

2020 Şubat’ında Yazarlarevi’nin öykücüsü Behçet Çelik olacaktı; ama bugün hem gündemimizde olan hem de pek dikkate alınmayan pandemi dolayısıyla ertelenmişti. Bütün hazırlıkları yapılmış, şimdiden heyecanlı katılımcıları hazır ve beklemede olan o toplantı “yeni normal”le yapılabilir mi, yapılamaz mı bilinmez…

Behçet Çelik, 1968’de Adana’da doğmuş, 1986’da Adana Anadolu Lisesi’nden mezun olmuş. Sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yılları… Ailesi de hukukçu olan Behçet Çelik’in hayatında edebiyatın ve yazının hep önemli bir yeri olmuş. Behçet Çelik’in yaşamında edebiyat ve yazı hep önemli bir yerde derken bu öylece söylenmiş bir söz değil; 1991-1993 yılları arasında ‘Yazılı Günler’ dergisinin yayıncılarından biridir. 1997’den sonra da ‘Virgül’ dergisinin kadrosunda yer alır.

İlk öyküsü ‘Sokak 245’, 1987’de Varlık’ta yayımlanmış. Mesleğe yeni başlamış, muhtemelen avukat, anlatıcı kahramanın “yeniyetmelik” diye tanımladığı bir gençlik arkadaşının işini takip için gittiği, adını önceden duymadığı küçük bir ilçede geçer öykü. Adana, buram buram kokan kebabıyla, şalgamıyla, nemli sıcak havasıyla, palmiyeleriyle anılır öyküdeki kuru sıcak ilçede. Üstelik arkadaşının işinin takibi için uğraması gereken müdürlükte onunla ilgilenen memur da tesadüfen Adanalıdır ve yirmi yıl önce kırık bir aşk hikâyesi yüzünden ayrıldığı kente özlem doludur.

Yedi öykü kitabı var Behçet Çelik’in. 1992’de ‘İki Deli Derviş’; 1996’da ‘Yazyalnızı’; 2002’de ‘Herkes Kadar’; 2004’te ‘Düğün Birahanesi’; 2007’de ‘Gün Ortasında Arzu’ (2008 Sait Faik Hikâye Ödülü); 2010’da ‘Diken Ucu’ (2011 Haldun Taner Hikâye Ödülü); 2015’te ‘Kaldığımız Yer’ (Türkan Saylan Sanat Ödülü); 2017’de ‘Yolun Gölgesi’ yayımlanır. Bu arada öykü kitaplarının arasına iki de roman girer: ‘Dünyanın Uğultusu’, ‘Soluk Bir An’. Üçüncü romanı ise 2019’da yayımlandı: ‘Belleğin Girdapları’.

2006’da bir kent kitabı olan ‘Adana’ya Kar Yağmış’ın derleyenidir Behçet Çelik. 2012’de yayımlanan ‘Ateşe Atılmış Bir Çiçek’te sanat ve edebiyat üzerine denemeleri bir araya getirilmiştir. 2016’da ise Ayhan Geçgin ve Barış Bıçakçı ile yazışmaları ‘Kurbağalara İnanıyorum’ adıyla yayımlanmıştır.

Behçet Çelik genel olarak kentli, okumuş yazmış ailelerde büyümüş, üniversite bitirmiş bireyin öyküsünü anlatmakta. Bu birey, bir iki öykünün dışında – onlara sonra değineceğim, çoğunlukla yalnız bir erkektir. Çoğu zaman birçok şeye geç kalmıştır. Sessiz, sözünü içinden söyleyen, kendisiyle alay edebilen, arkadaşlarının bu hallerinden dolayı onu “iyi” ya da “filozof” olarak kodladıkları tutuk biridir. Bu “iyi olma” durumu kendisini sürekli frenleme zorunda hissetmesine yol açar. Karşısındakinin hoşuna gideceğini düşündüğü cümleler geçer içinden kimi zaman; söylemekte ya geç kalır ya da cümlesi muhatabında soğuk duş etkisi yaratır.

Ben anlatıcı bir dönem tarzıdır denebilir. 90’lı ve 2000’li yıllarda öykü yazarları genellikle ben anlatıcıyı tercih ediyorlar. Bu tutum, yedi öykü kitabındaki öykülerinin tümü göz önünde bulundurulduğunda Behçet Çelik için de geçerlidir. 90’lı ve 2000’li yılların öykücülerinin çoğu 50 kuşağından etkilendikleri için –bunu kendileri söylüyorlar, bu konudaki soruşturmalarda– ben anlatıcı tercihini bu etkiye dayandırmak mümkündür. Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki ben anlatıcı yazarın kendisi değildir, o da kurgu bir kişiliktir. Edebi metin bir kurgudur ve olaylar kadar kahramanlar da kurgudur; yazarın biyografisinden izler taşısa bile.

Behçet Çelik’in karakterlerinin genel çizgileri 1992’deki ‘Gizem’ öyküsündeki anlatıcıda karşımıza çıkar örneğin:

Kılıksızın biriydim üstelik, alışık olmadığım soğuklardan kendimi korumak için lahana gibi giyinirdim. Ne bulsam geçirirdim üzerime. Yelekler ceketler, kazaklar. Meğer bunlar da bir tür gizem belirtisiymiş. Sabahları tıraş olmayışım da.” (YİDD, s.28)

Yazyalnızı’ kitabındaki ‘Gizem’ adlı öykü, büyük kente gelip bir büroda çalışmaya başlayan, çekingen kahramana odaklanmaktadır. Üşüdüğü için kat kat giyinmesiyle, tıraşsız halleriyle, az konuşmasıyla “gizemli” biri olarak göründüğünden habersizdir anlatıcı. Kendisiyle iletişim kurmaya çalışan iş arkadaşlarının sorularına yanıt verirken doğruyu söyler; ama bunun da “gizem”inin bir parçası olarak algılandığını düşünemez.

Öğle aralarında, iş çıkışlarında benimle konuşmaya çalışanları anımsıyorum. Galiba gizimi sökmeye çalışıyorlardı. Birisi neden eve erken gittiğimi sormuştu. Ne yanıt verdiğimi hatırlamıyorum, büyük olasılıkla gerçeği söylemeyi yeğlemiş, ‘Yol uzun, bir an önce eve varıp, ‘Bir an önce eve varsam’ düşüncesinden kurtulmak için’ demişimdir.” (YİDD, s.29)

İşyerindeki kadın arkadaşlarından biri, bir süre sonra anlatıcı kahramana daha fazla ilgi göstermeye başlar. Kahramana sorular sorarak ondaki gizemi çözmeye çalışır. Bu konuşmalardan kendince sonuçlar çıkarıp anlatıcı kahramanın cevaplarını kendince yorumlayan kadın, anlatıcının da kendisini tanıması için, onu soru sormaya zorlar. Ancak anlatıcının biçimsiz bir sorusu aralarına mesafe girmesine sebep olur. Anlatıcının yanlış anlaşıldığını fark edip düzeltmek için adım atması, durumu tamir edilemez bir hale sokar:

Bir akşam birlikte çıkmayı önerdim. Kızardı. Ne yapacağımızı sordu. ‘Yemek yeriz laflarız,’ dedim. ‘Nerede?’ dedi. Bir süre önce ona çerkeztavuğu yapmanın basit bir yolu olduğunu söylemiştim. ‘Bana gider, çerkeztavuğu yaparız istersen,’ dedim. Gözlerini kısarak bana baktı, ‘Sen de ötekiler gibisin;’ dedi. ‘Seni gizemli biri sanmıştım. Oysa senin derdin günün yatmakmış.’ Nasıl utandım anlatamam. Ertesi gün istifa ettim. O gün bugündür gizemden, gizemliden uzak dururum.” (YİDD, s.32)

Öyküdeki bu kendini anlatamayan erkek kahraman başka öykülerde, başka başka halleriyle de çıkacaktır karşımıza. Yine ince bir mizahla, yine sadece hissettirerek, hayatın akışı içinde sıradan durumlarda, yalın bir dille…

Gün Ortasında Arzu’da belli bir siyasi mücadele içinde olan, zamanla yenilgiye uğrayarak gençliğinde kurtulmak istediği kente geri dönen anlatıcının iç hesaplaşması anlatılır. Yirmi beş yıldır gitmediği seyyar kasetçinin, işportacıların, dilencilerin kentin bütün hengâmesinin bir arada olduğu çarşısında dolaşır, anlatıcı. Baba-oğul ilişkilerindeki gerilimi de hissettirir bize bu öyküde yazar. Ama bu çekişme de Behçet Çelik’in üslubuncadır:

Sen önce kendini kurtar, deyip durmaz mıydı babam. Bunu derken kendini, işini gücünü batırdı. Hiç kızmıyorum ona, hatta sevimli geliyor. Akşamları onu karalar bağlamış halde gördüğümde, ‘Herkes kendini batırırsa düzelir dünya’ diyesim geliyor.” (GOA, s.14)

Baba-oğul ilişkilerinin çoğunda olduğu gibi kural koyan, öğüt veren, verdiği öğüt değişmeyen babaların değişen zaman ve koşullarla geçerliliğini yitirmiş bu durumları ince bir mizahla yansır öykülere. Klişe anlayışların da aslında devrini tamamladığını gösterir anlatıcı, pasif duruşuyla:

‘Bak baba,’ derim söyleyeceklerimi dinleyeceğini bilsem, ‘insan bir dolu şey kaybediyor, en kötüsü, dediklerine göre, umudunu kaybetmek; ama ben böyle düşünmüyorum. Umudunu da kaybedince başlıyor dünya. Hiçbir şeye hayıflanmıyor insan o zaman. Mütarekeden bu yana üç ay mı geçti, beş ay mı? Ne mi mütareke? Silahların terki, bilmez misin? Yoo, silahım olmadı hiç, bildiğin manada. Bıraktığım her şey benim cephanemdi, onları terk edip gelmedim mi?” (GOA, s. 14)

Kente döndükten üç ay sonra, kentin kalbinin attığı eski çarşıda kasetçinin çaldığı, sözlerinden bir tek kelime anlamadığı Kürtçe ağıtı dinlerken kaldırıma oturup gizli saklı şarkılar, türküler dinledikleri günleri hatırlar. Bu kentte gençlik arkadaşlarıyla yaşadıkları günleri, dünyayı değiştirmek gibi heyecanlarla yola çıktıkları günleri anıp zamanla ölen, kaybolan, vazgeçen, yorulanlarla birlikte kendi direncinin de bir noktadan sonra kırıldığının iç hesaplaşmasını yapar:

Kaldırımın altında cinayetlerden, katliamlardan, sahipsiz cesetlerden, tuzaklardan, havaya uçan, uçuran, uçurulan hayatlardan oluşmuş, katılaştıkça katılaşmış, yanık kokan bir alaşım akıyor. Dünya kanıyor, çürüyor kaldırımın altında; kimse farkında değil. Kaldırımın üstünde oyunlar oynuyoruz; evlilik oyunları, para kazanma kaybetme oyunları, tatile çıkma, dinlenme, yorulma, sevişme, hatta dünyayı değiştirme oyunları. En fenası, ‘biz oyunun farkındayız’ oyunu. ‘Oynamıyorum, havlu attım,’ deyip bunu pek güzel sahneye koyan, başkalarından, daha havlu atmamışlardan ya da hiç atmayacak olanlardan alkış bekleyenler de az değil. Onları görünce kimselere söylemeden – söyleyecek kimse bırakmadan çevremde – sessizce havlu attım. Fark mı bu?” (GOA, s.15-16)

İyi Olacak, İyi’ öyküsü de baba evine dönen oğlun dönüşünü anlatır. Oğul eve dönmüş, çocukluğunda, gençliğinde patronun oğlu olmaktan utandığı atölyenin asmakatındaki ofiste çalışmaya başlamıştır. Ödenmesi gereken faturalar, çalışanların birikmiş maaşları, içinden nasıl çıkacağını bilemediği omuzlarına yüklenen sorumluluk…

Yeniden başlamak dünyanın en zor işi. Sıfır noktasını bulacaksın. Mutlak bir hafıza kaybı gerek. Deneyim en ağır yük.” (GOA, s.20) der anlatıcı.

Geride bıraktığı kentte yaşadığı süreçleri hatırlar sık sık:

Yaşanmışlar yaşanmamışa kaç kez döndü? Bir baktık yapayalnızız. Yakın bildiklerimiz hasım olmuş, herkes kusmaya başlamış içindekileri. ‘İyi oldu, iyi,’ diyordu Ayşe o zamanlar, ‘yeni bir başlangıç için bu gerekli.’ Ne başlangıç ama!” (GOA, s.20)

Bir daha geri dönemeyeceğini bilmektedir; ama burada kalabileceğinden de emin değildir anlatıcı. Her şeyin yer değiştirdiği günleri, Ayşe’yle okuyarak geçirdikleri zamanları düşünür, okumayı da meydanları da bıraktığı şimdiki zamanda:

Ayşe’nin, ‘İyi olacak, iyi,’ dediği günler, aylar boyunca okumaya vermiştik kendimizi. Geri çekilmiş, eşi dostu aramaz olmuş, ha bire bir şeyler okumuştuk. Daha önce okuduklarımız yanlıştı, eksikti; daha doğrusunu bulacaktık elbette. Eskisi gibi kalabalık gruplar içinde tartışmıyorduk okuduklarımızı…” (GOA, s.21)

Kalabalık gruplarla okuduklarını tartıştıkları günleri özleyerek, daha fazla okuyup notlar alırken, altını çizerken okuduklarının birdenbire çok gerisinde kaldığını, onları anlamadığını, bu kitapları yazanların yazmak için neler okuyup da bu noktaya geldiklerini çözemediğini fark eder anlatıcı. Kendini arayı kapatamayacak kadar geri kalmış hissederek okumaktan vazgeçer. Ayşe’nin “tembelliğin teorisi” diye eleştirmesi de sonuçsuz kalır ve doğduğu kente, babasının batmış işine döner. Yıllar önce bu kentten gitmek istediğinde gidip geri dönmüş kişilerden birini hatırlar Selo Ağbi adında, hep susan, hiçbir şey anlatmayan. Şimdi onun neden sustuğunu daha iyi anladığı bir noktadadır. Öykü şöyle biter:

…Her şey kâğıttaydı, kâğıttandı. Bütün dünya hatta. Döndükten sonra beni sakin tutan, iyi kötü güzel zamanlarım da oldu hissiymiş. Bir daha dönemeyeceğimi o saat anladım. Sayfa boştu, hep boş olmuştu, boş kalacaktı.” (GOA, s.24)

Can Öktemer’in Behçet Çelik’le yaptığı röportajda kendisine yöneltilen “keşke bu kitabı ben yazsaydım dediği bir eserin olup olmadığı” sorusuna iyi eserleri okumanın sevinç yarattığını, onları yazmış olmak değil başka şeyler yazma isteğini uyandırdığı yanıtını verir.

İyi edebiyatçıların başarısının sırrının iyi eserleri okumaktan keyif almak ve öykünmek yerine başka iyi eserler kaleme almak için heyecan duymak olduğunun bilincinde bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu göstermesi açısından önemli bu röportaj. Nitekim Behçet Çelik’in eserlerini yazılış sırasıyla okuduğunuzda bu gelişmeyi görmek mümkün.

İlk öyküdeki Adana, Behçet Çelik’in sonraki öykülerinde zaman zaman yine karşımıza çıksa da ‘Sokak 254’teki tutumdan çok farklı bir biçimde görülür. Düz bir kent hayranlığı yerini o kentte doğmuş olmayı yeniyetmelik diye tanımladığı yıllarını geçirdiği izleri yansıttığı öykülere bırakır. Yazar, yazarlık yolculuğunun başında belli bir coğrafyaya ait bireyi anlatırken daha geniş coğrafyanın, hatta neresi olursa olsun bir çağın insanına özgü olan bireyi aktarmaya başlar bize böylelikle. O ruhu fark ettiğinizde nereliyseniz ya da neredeyseniz o duygudaşlığı yaşarsınız.

Simone de Beauvoir, ‘İkinci Cins’te “kadın” kimliğinin oluşturulduğundan bahsederken erkekliğin, kendi cinsiyetini dile getirmeden sürekli başkalarının –kadınlar, çocuklar, eşcinseller, siyahlar, düşmanlar, hainler vb.– cinsiyet özellikleri üzerinden kurulduğuna dikkat çekmekteydi. Aslında “erkek” kimliği de oluşturulmuş ve ötekiler olarak kodlananlara karşılık bir konumlandırmadır. Serpil Sancar, erkekliğin de toplumsal bağlamda şekillenen bir konum olduğunu ve birtakım ön kabuller içerdiğini feminist kuramların sosyal bilimler alanına getirdiği bakış açısıyla gerçekleştiğini belirtir ‘Erkeklik: İmkânsız İktidar’da. (2008. S.15-40)

Behçet Çelik’in öykü kahramanlarına baktığınızda işte bu egemen erkek kimliğinin dışında erkek kimliğiyle karşılaşırsınız. Onun erkek anlatıcı kahramanları, hayatlarını toplumun genelinin kodladığı “kahraman” imgesine uygun yaşamazlar. Gençlik sevdaları, siyasal mücadeledeki yerleri, yazarak bir şeyler yapma çabaları vardır. Aslında herkes kadar başarısızlığa, hayal kırıklığına uğramışlardır; ama bunu da kimsenin gözüne sokmak gibi bir çabaları olmaz. Çok düşünüp çok tartıp eyleme geçmek isterler; ama dillerinden dökülen, zihinlerinden geçeni yansıtamaz. Karşılarındakileri kırmak istemedikleri halde böyle bir durumun içine düşerler. Bu nedenle onun öykülerindeki baba-oğulların arasındaki gerilim ya da çekişmede de oğul daha olgun davranmak, sessiz kalmak yolunu seçendir genellikle. Bu yan belki de, Behçet Çelik öykülerinin bir anda (Cortazar, öykü için, ‘Maçı nakavtla alır’ diyor) nakavt olunduğunun kavranamaması gibi bir etki yaratır. Ama o sizi nakavt etmiştir.

Öykülerde çok az kadın anlatıcının olduğunu görüyoruz. ‘Hepsi Bir’, ‘Dua’, ‘Diken Ucu’ akla gelenler… ‘Hepsi Bir’ öyküsündeki anlatıcı kadın kahraman da ‘Gün Ortasında Arzu’da ya da ‘İyi Olacak, İyi’deki gibi babasının yanına ve işine gittiği yeri terk edip dönen bir karakterdir.

Son öykü kitapları, seçkilerde yer alan öyküleri ise ayrıca ele alınıp üzerinde düşünülmeyi hak eden derinlikte…

Eğer yapılsaydı, odağımızda ‘Gün Ortasında Arzu’ olacaktı… Yapılabilirse o olacak. Ama Behçet Çelik öyküleri üzerine daha geniş değerlendirmelerim başka bir yazıda devam edecek.

Yazarın seçimiyle bitireyim, çok sevdiğim Cansever dizeleriyle…

Yeryüzü anlatıldı dinledik/ Karışık olduk bir süre. Gözlerimizi/ Sallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktık.

KAYNAKÇA:

  • Çelik, Behçet, Yazyalnızı İki Deli Derviş, Can Yayınları, 2011
  • Çelik, Behçet, Gün Ortasında Arzu, Can Yayınları, 2011
  • Çelik, Behçet, Düğün Birahanesi, Can Yayınları, 2011
  • Çelik, Behçet, Diken Ucu, Can, yayınları, 2010
  • Öktemer, Can, “Behçet Çelik’e 6 Soru”, www.edebiyathaber.net/behcet-celike-6-soru-can-oktemer
  • Sancar, Serpil, Erkeklik: İmkânsız İktidar, Metis, 2008

|

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar