EDEBİYAT 

‘BANA KUŞLAR SÖYLEDİ’; YEKTA KOPAN ÖYKÜLERİ, ABBA EŞLİĞİNDE…

Önce ABBA’dan bir şarkı seçeyim kendime. Bu ‘Chiquitita’ olsun. Odamı 70’li yılların sonlarından hatırladığım müziğin sesleri doldursun. Sessizce dinleyeyim şarkıyı…

‘Dancing Queen’den söz edeceğim az sonra, daha doğrusu o adı taşıyan öyküden. Ama önce ‘Chiquitita’yı dinleyeceğim…

– ABBA –

* * *

Küçük kız, bana doğruyu söyle bakayım. Doğruyu söyle, derdin ne senin? Bana soracak olursan, sen kendi üzüntüne esir olmuşsun. Gözlerinde yarınlara dair bir umut yok. Ama şunu bil ki, seni böyle görmek hiç hoşuma gitmiyor. Sakın öyle değil deme, ne kadar üzgün ve sessiz olduğunu görebiliyorum.” (Bana Kuşlar Söyledi, s.45)

* * *

‘Bana Kuşlar Söyledi’, Yekta Kopan’ın son öykü kitabı. Kitabı çıkar çıkmaz almıştım. Haziranda, Ankara’dan, Dost’tan…

Hayatımız bambaşka akmaya başlamıştı. Önce pandemi, sonra evdeki kuşun uçma hazırlıkları…  Karmaşık duygular içinde kulak verdim kuşların söylediklerine, Ankara’da bin türlü koşuşturmanın ve duygu karmaşasının içinde…

Yekta Kopan’ın tanıdığım öykü dünyasındaydım, daha kitabın ilk satırlarından itibaren. Birinci kitabı değil ama ikinci kitabı ‘Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri’nden beri bütün kitaplarını ilk baskısından okuduğum, özellikle öykülerini beğendiğim yazar Yekta Kopan. Tanıdık bir yazarın kurgu dünyasında olmanın bildiğin bir kenti ziyaret gibi bir şey anlamına geldiğini tadanlar bilir. Bu kez çocuklar anlatıyordu öyküleri. Üstelik de “Bana kuşlar söyledi” diye oğlunun bakkalda ayaküstü yediği iki gofretten haberi olduğunu yüzüne vurmaya kalkan annesine “Kandıramazsın beni, … hayvanlar konuşmaz bir kere. Hem kuşların başka işi yok da ispiyonculuk mu yapıyorlar?” (Bana Kuşlar Söyledi, s.85) diye kafa tutan çocuklar…

* * *

ABBA söylemeye devam ediyor. Odamda, en sevdiğim kitaplarımı rafına dizdiğim, kızımdan bana kalan çalışma masasında… Loş ışık… Masa lambam bir noktaya odaklandırıldı. Gecenin ileri bir saati… Dışarıda kentin hayatı akarken benim hayatım da kendince akıyor. Birazdan şarkı bitecek ve diğer şarkıya, ‘Dancing Queen’e geçeceğim. Ama önce bu şarkı…

Küçüğüm benim, hadi doğruyu söyle. Bak, başını yaslayıp ağlayacağın bir omuz var burada. En iyi arkadaşın değil miyim senin, güvenebileceğin biri değil miyim? Biliyorum, sen hep kendinden emin bir çocuktun ama bak şu geldiğin hale, kolun kanadın kırılmış sanki. Hiç merak etme, küçüğüm, biz bunun üstesinden birlikte geliriz.” (Bana Kuşlar Söyledi, s.45)

* * *

2020’nin Mart ayında hayatımıza giren pandeminin etkilerini hepimiz türlü biçimde yaşayıp hayatlarımız, daha da önemlisi duygularımız, düşüncelerimiz bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde değişirken ikinci bir yaza giriliyordu. Pandeminin ilk yazında olduğu gibi turizm sezonuyla birlikte bu kez bahar boyunca da sıkı yasaklarla süren uygulamalar gevşetilmiş, nerdeyse her şey kökünden hallolup bitmiş gibi bir duyguyla yaşanır olmuştu.

Yekta Kopan: Yazar, seslendirme sanatçısı, sunucu. Onun birçok kimliği var. 2013’e kadar bir televizyon kanalındaki ‘Gece Gündüz’ adlı kültür-sanat programından hatırlayanları vardır mutlaka. Oscar ödül törenlerinin yıllardır değişmeyen sunucusu…

– Yekta Kopan –

Birçok filmden seslendirdiği karakterlerle hatırlanan bir seslendirme sanatçısı… Jim Carrey, ‘Geleceğe Dönüş’ filmi serilerindeki Michael J. Fox seslendirmelerinden tanıyanlar vardır mutlaka. ‘Buz Devri’ndeki miskin Sid ve yine çizgi film karakteri Sylvester’dan biri hatırlanıyordur.

Ve tabii hep çok okuyan, okudukça yazma isteği artan, yazdıklarını bastırmayı başarmış ve beğeni kazanmış bir yazar.

İlk kitabı ‘Fildişi Karası’ 2000’de yayımlandı. ‘Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri’ kitabıyla 2002 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı ödülünü; ‘Karbon Kopya’ ile 2007’de Dünya Kitap Ödülleri’nde ‘Yılın Telif Kitabı’ ödülünü; ‘Bir de Baktım Yoksun’ ile 2010’da hem Haldun Taner Öykü Ödülü hem de Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Yazarın on öykü kitabı, üç romanı var. ‘İki Kişilik Bir Oyun’ adlı tiyatro projesinin metnini yazdı. Altı yaş öncesi için kaleme aldığı ‘Burun’ adlı bir çocuk kitabı, 2009’da ‘Burun Tatilde’ 2017’de yayımlandı. Yazarlık hayatının başlangıcında ‘Hayalet Gemi’ dergisinde öyküleri çıktı, ‘Hayvan’ dergisinde kısa metinler yazdı, sinema dergisi ‘Altyazı’da sinema eleştirileri kaleme aldı. ‘Eşik Cini’ dergisinin hem yayın kurulunda yer aldı hem de öykü üzerine yazdı.

İlham denen şeye inanmam, sadece çalışmaya inanırım” diyor Yekta Kopan. “Yazmak bir ömür demektir. Yaşadığın olaylardan etkilenir, hiç tahmin etmediğin bir konu bir anda aklına gelir ve yazmaya başlarsın. O karakterler, öykü ve zihnindeki düşüncelerinin hepsi bir ömrü temsil eder” diye dillendiriyor yazı ile ilgili düşüncelerini 2015’te Ceren Türkmen’e verdiği röportajda.

Yazdıklarında ince bir mizah ve ironi hep var. Bu mizah ve ironiyi anlattıklarına iyi sindirmeyi başarmış, zaman zaman sembollere ve imgelere yer verse de genel olarak yalın bir anlatımı tercih etmiş bir dil ustasının kurduğu bir dünyadır onun kurgu dünyası. Onun kurgu dünyasında değindiği hiçbir şey boşlukta asılı kalmıyor. Yazarken sözün büyüsüne kapılıp gitmediğini, yazının onu sürüklemesine izin vermediğini, anlattığı her şeyi birbiriyle ilişkilendirdiğini kendisi de belirtiyor zaten söyleşilerde. Bazen kimi popüler yazarda rastlandığı gibi eleştirmenin bulup çıkardıklarına “Ben farkında değilim” dediği bir durumda değil hiçbir şey, anlattıkları bilinçli olarak esere yerleştirilmiş. Öykülerinde de romanlarında da her şey birbirine bağlı ve yerine oturuyor; kendi sözüyle “O karakterler, öykü ve zihnindeki düşüncelerinin hepsi bir ömrü temsil eder” mantığına uygun olarak.

Yekta Kopan bildiği bir dünyayı, kentli insanları, genellikle eğitimli, anne babaları da üniversite mezunu olan, okumayı yazmayı seven entelektüel kişilerin hikâyelerini anlatıyor. Modern yaşamın sorunları, birey üzerindeki etkileri, aile ilişkilerindeki paylaşımın yitimi, maddi çıkar ilişkilerinin her şeyin önüne geçmesi, bugünün “en” düzeyindeki başarı, hız, büyüklük gibi konulardaki dayatmaların kişilerde oluşturduğu baskılar ve bunların sonuçları şeklinde çeşitlendirebileceğimiz pek çok konu onun eserlerinde işlenmekte. Özellikle son öykü kitabı ‘Bana Kuşlar Söyledi’ ile birlikte çevre sorunu, iklim krizi gibi konular da oldukça başarılı bir şekilde yazılmıştır.

Dancing Queen’, kitabın ikinci öyküsü. Yazarla yapılan röportajdan en sevilen öykünün de bu olduğunu öğrendim. Doğrusu ben sıralama yapmakta zorlanmıştım okuduğumda öyküleri; hâlâ da öyle. ‘Şarkısı Çocukluğun’, ‘Uyku Koyunu’ (koyunların hiçbirinin diğerinin aynı olmayan ayrıntılarına takılıp o ayrıntılar üzerine düşünmeye başlayan, koyun sayarak uyuyamayan biri olarak), ‘Pos Bıyıklı Hayalet’ ve tabii ‘Dancing Queen’…

An’anem ölüyormuş. Babam söyledi. Çayından höpürtülü bir yudum almadan önce, cümlelerini beyaz peynir kıvamında yutarak… ‘Durum hiç iyi değil,’ dedi, ‘evde zaten huzur yoktu, bir de kayınvalide ölürse…’” (Bana Kuşlar Söyledi, s.35)

Öykü, dokuz yaşında kızın bakış açısıyla anlatılıyor. Babasının iflah olmaz cimriliğini onun sözlerinden ve tavırlarından, annesinin duygusuzluğu ve kuralcılığını sürekli kendisini eleştirmesinden çıkaran, yaşıtlarına benzemeyen bir kız bu. Kız, aile ilişkilerinin yapaylığını, anne ve babasının her aile toplantısından sonra herkesi eleştirip haftaya yine bir araya gelince kahkahalar içinde sohbet ettiklerini gördükçe anlamıştır. Ailede anlaştığı ve kendisini olduğu gibi seven tek kişi anneannesidir. Anneanne ciddi bir hastalık süreci, sonrasında ameliyat geçirmiş, iyileştiği düşünülürken yeniden nükseden hastalıkla yatağa bağımlı hale gelmiştir. Öykü ölüm döşeğindeki anneannenin, küçük kızla vedalaşmasını anlatıyor aslında.

Yekta Kopan, ‘Bana Kuşlar Söyledi’nin yayınlanışından bir ay kadar sonraya denk gelen bir tarihteki söyleşide Canan Kaya’nın sorusu üzerine “çevre sorunlarından iklim krizine, kadın cinayetlerine, cinsiyet, ırk, din, dil üzerinden ötekileştirmeye, LGBTİ’ye, göçmenliğe, hayvan haklarına kadar pek çok karmaşık meselenin, ayrıca bu sorunların bölgeyle değil, dünyayla ilgili olduğuna dikkat çekerek kendisini ilgilendirdiğini” söylüyor (youtube.com/c/MedyaKoridoru). Dünyada bütün bu olup bitenlerle ilgili olarak “bizim kuşağın inildemeleri, birilerinin yaptığı kötülüklerden söz edip üstüne almama” halinin sıkıcılığını öznelerle yüzleşerek anlatmak istediğini dile getiriyor bu öyküler aracılığıyla. Dünyanın bütün pisliğinin kucaklarına bırakılan çocukların gözünden anlattıkları okuru irkiltiyorsa bir yeni başlangıcın umudu da var demektir diye düşünüyor.

Anneanne gencecik bir üniversite öğrencisiyken daha birinci sınıfta duyuyor adından söz edilen dedeyi. Bölüm birincisi olup Almanya’ya doktora için giden genç akademisyen ilgisini çekiyor elbette. Doktorasını bitirip döndükten sonra anneannelerin derslerine girmeye başlamasıyla sınıfta hem onunla fikir tartışmalarına giriyor anneanne hem onun ders anlatışını hayranlıkla dinliyor. Sonrası?

Sonrası, anneanne, okulu bırakıp evleniyor; sınıftayken kıran kırana tartışan dik kafalı bir kızdan evli ve çocuklu, televizyon karşısında sessizce oturan birine dönüşüyor. Anneanne, dedeyi hayranlık derecesinde beğeniyor ve pek de sorgulamadan ona kendini teslim ediyor, gitgide silikleşiyor. Anneanne zamanla dedenin gündüz üniversitede, gece yemekten sonra çekildiği çalışma odasında geçen hayatının sadece bir nesnesi olduğunun farkına varıyor bir akşam televizyondaki şarkı yarışmasındaki Waterloo şarkılarıyla ABBA’yı dinlerken. Bu, onun için yepyeni bir başlangıç oluyor. Müziğin etkisine kapılarak dans ediyor, şarkı söylüyor kendince, kimsenin sözüne aldırmadan içinden geldiğince. Daha sonra da çeviriler yapmaya başlayarak kendine ait bir hayatı da, rutin işlerin dışında mümkün kılıyor.

O günden sonra kimsenin hakkımda ne düşündüğüyle ilgilenmedim. İçimden ne zaman dans etmek gelse saldım kendimi. Abba’nın bütün şarkılarını ezberledim. Bağıra bağıra şarkı söyledikçe, sırılsıklam terleyene kadar dans ettikçe kendimi özgür hissediyordum. Çocuklarım da bana benzesin istedim, milletin delilik dediği şeyleri yapmaktan korkmasınlar. Ama olmadı, üçü de babalarına benzedi. Bir yerlerde hata yaptım herhalde.” (BKS, s.50)

Yekta Kopan, “Şöyle bir ikiyüzlülüğümüz var: kadınlar asla yakınımızda şiddet görmezler, cinayetler işlenir ama başka bir yerde gerçekleşir bu durumlar. Yakınımızda hiç şiddet yoktur. Bütün kötülükler başka bir sosyal sınıfta, başka bir coğrafyada yaşanır gibi davranıyoruz. Oysa gerçek farklı… Bütün istatistikler şunu söylüyor. Benim çevremde, senin çevrende şiddet gören kadınlar var, bu şiddeti uygulayan erkekler var” diyor bir başka söyleşide de 2018’de.

Tam da yazarın dediği gibi şiddet var, uzakta değil, yanı başımızda da. Her zaman fiziksel değil, en çok psikolojik şiddet. Ruhta açılan yara bereleri kimse görmüyor nasılsa. Üstelik öyle yaygın ki bu tarz şiddet, uygulayan için sıradan davranış ve şiddet bile sayılmaz; maruz kalanın ise yaşadığının şiddet olduğunu anlaması zaman alıyor.

… Şu halime baksana, bana ait olmayan bir ev bu sanki. Herkesin eskisini tıkıştırdığı bir yer. Böyle olmamalıydı. Gitmeden seninle paylaşmak istedim. Çünkü sen bana benziyorsun biraz. Belki senin de kendine bir Abba bulmanı istedim. Ben ölünce sevdiğin bir şarkıyı açıp baygın düşene kadar dans ettiğini düşünmek iyi geliyor. Kimseyi dinlemeden, kimsenin uydusu olmadan…” (BKS, s.50-51)

Kitaptaki bütün öyküleri okudum. Sonra tekrar okudum. Ama hemen yorum yazmak istemedim, belki kitabı bile paylaşmadım. Hiç acelem yoktu. Öyküseverler zaten okumuştu, eminim; çığırtkanlığa gerek yoktu, iyi edebiyatın peşinde olanlar nasılsa kitabı bulurdu. İyi öyküler yazıldığı zaman değil sadece, üzerinden çok zaman geçince de değerinden bir şey kaybetmez, değerlendirilirdi.

Yaz başında pandemi yasaklarının gevşetilmesi sonucunda önceki yıl olduğu gibi ürkütücü sonuçlar doğmadı. Bu kez aşı vardı, toplumun bir kesimi karşı olsa da aşı olanlar da azımsanamayacak sayıdaydı.

Evimizdeki kuş yuvasına uçtu, ona kendi kanatlarıyla uçmayı öğrettiğimizi görüp biz de biraz daha büyüdük. Ayrıca eksilmedik, bir arttık. Yuvamız da yüreğimiz de genişledi.

Okullar açıldı, türlü sıkıntılara rağmen gençler, çocuklar okullarına döndü; kampüs seslerle dolmaya başladı yine.

Öykü yavaş yavaş sona ulaşıyor, kitabın bütün öyküleri gibi ucu açık bırakılarak. Hem Yekta Kopan’ın dediği gibi bir nehir binlerce yerden dökülebilir denize.

Pis plastik sandalyenin kollarından tuttum, onun da benimle dans etmek istediğini biliyordum artık. Dönmeye başladık. Oksijen tüpünden saçılan ışıklar canım an’anemin solgun yüzünü aydınlatıyordu. Morlar, sarılar, yeşiller… Mamma Mia! An’anem ölüyordu ve biz dans ediyorduk. İkimiz gezegenlerdik, eşyalar uydumuz. Uzayın derinliğindeydik. Uzaylıydık. Mamma Mia!” (BKS, s.52)

Loş ışıklı odamda, gecenin ilerleyen saatinde ben içimdeki müzikle dans ediyorum. Öyküdeki “an’ane” olmaya daha çok zamanım var… Şimdi içimdeki umudu yeşil tutma, bulutlu gökyüzündeki yıldızların ışığını fark etme, kendi şarkımı söyleme zamanı…

Not: 1972 yılında kurulan ve 1982 yılına dek etkin olan İsveçli pop müzik grubu ABBA’nın yazıda da, öyküde de adları geçen şarkılarını dinlemek için aşağıdaki şarkı isimlerine tıklayabilirsiniz:

Dancing Queen

Waterloo

Chiquitita

Mamma Mia

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar