GEZİ 

ALMANYA KIRSALINDA BİR GEZİ – II: BİLİMSEL VE ÇOKKÜLTÜRLÜ MANNHEIM

Neckar Nehri kıyısındaki evin bahçesinde otururken sormuşlardı, nereleri gezdiniz, diye Suna ve Simon. Gezdiğimiz yerleri sayarken Heidelberg’e iki kez gittiğimizi ama ikisinde de gezmeyi istediğimiz her yeri göremediğimizi, zamanın yetmediğini söylemiştik. Gülümsüyor Suna: “Romantik Alman kenti Heidelberg, gezmeye doyulamayan şehir.” Sonra ekliyor: “Heidelberg romantik şehir; ama Mannheim da bilimselliği ve çokkültürlülüğü ile öne çıkıyor.

Mannheim; Baden-Württemberg eyaletine bağlı, eyaletin ikinci büyük kenti. Kuzeyindeki Frankfurt’la (Frankfurt başka bir eyalete bağlı) güneydoğusundaki Stuttgart daha büyük kentler. Her ikisi de ticaret ve kültür merkezi. Mannheim, bu iki kentin arasında bir noktada yer alıyor.

Mannheim’ın konuşlandığı Rhein ve Neckar nehirlerinin kesiştiği noktaya Yukarı Rhein Bölgesi adı veriliyor. Mannheim, bu konumuyla, Avrupa Metropol bölgelerinden Rhein-Neckar Üçgeni’nin bir ayağını oluşturuyor. Bu nedenle Mannheim’a bir geçiş noktası demek yanlış olmaz. Gerçekten de Mannheim’ın merkez tren istasyonundan ülkenin birçok önemli merkezine, komşu ülkelere aktarma yapan trenler geçiyor. Kenti önemli yerleşim yerleriyle bağlayan karayolları var, sınırlı yerlere uçuşlar yapılan bir havaalanına sahip.

Mannheim farklı ülkelerden, farklı kültürlerden çok sayıda insanın bir arada yaşadığı kozmopolit bir kent. Kentte Türk, İtalyan, Sırp, Hırvat ve Yunan kökenli göçmenlerden başka Afrika’dan gelmiş göçmenlerle de karşılaşmak mümkün. Her nasılsa Türklerin çok ilgi gösterdiği bir kent Mannheim… Kentteki göçmenlerin büyük çoğunluğunu Türkler oluşturuyor. Bu nedenle kentte Türk marketleri; döneri, pidesi, ızgaraları ile Türk esintileri sunan birçok restoran var. Türklerin yoğun olduğu bir cadde boyunca sıralanmış mağazalarda oldukça süslü tuvaletler, gelinlikler satılıyor. O mağazaların hemen yanında ışıltılarıyla göz kamaştıran kuyumcuların vitrinlerini altın gerdanlıklar, kemerler, kolyeler, bilezikler süslüyor. Bütün bu sokağın ruhu bir anda hangi kentte olduğunuzu unutturan oryantal bir hava estiriyor. Her şey çok, her şey parlak, her şey gösterişli, belli ki pahalı… Bu sokaktaki hiçbir şey Almanya gibi değil ama bu sizi yanıltmasın, Mannheim’dasınız.

Türk döneri ne kadar ünlüyse bir o kadar da Yunan döneri yapan restoran var kentte: Bir pide diyebileceğimiz içi boş kabarık bir ekmeğin arasında cacıkla soslandırılmış, yanında patates kızartmasıyla sunuyorlar Yunan dönerini.

İtalyanların pizzası ise gerçekten çok ince, çok büyük, çok lezzetli… Şu İtalyanların sırrı nedir, bilmiyorum, hem çok lezzetli pizzalar ve makarnalar yiyorlar hem de bunca karbonhidrata rağmen aşırı kilolu olanları ile çok az karşılaşıyorsunuz. Bu arada şunu söylemeliyim ki alışkanlıklarımıza ve damak tadımıza en çok yine Akdenizlilerin mutfağı uyuyor.

Şehrin merkezindeki Breite Strasse ve Mannheimer Planken üzerinde birkaç da Uzak Doğu restoranı ile karşılaştık. Uzak Doğu mutfağının bu kadar ilgi görmesi (oldukça değişik ve iddialı gelir bana) ilginçti. Ama kozmopolit bir kenttesiniz ve artık kültürler her yerde iç içe ve etkileşim halinde.

Şehir merkezinde geziyoruz. Şehrin merkezinin çok planlı bir mimarisi olduğunu fark ediyorsunuz hemen. Kaynaklardan öğrendiğime göre her tür yapı kareler şeklinde imar edilmiş. Caddeler ters çevrilmiş bir U harfine benzetilmiş. U şeklindeki bu düzenleyişin başlangıç ve bitiş noktalarını Bismarck Caddesi (Bismarckstrasse) oluşturmuş. Bize ilginç gelen şeylerden biri de Breite Strasse ve Mannheimer Planken dışında diğer caddelerin ve evlerin adlarının bir harf ve bir rakamdan oluşmasıydı: E4, K6, D4 gibi… Örneğin Tahsin’in çalıştığı hastane Zentralinstitut für Seelische Gesundheit, J5’te bulunuyor.

Yine önemli noktalardan biri Breite Strasse ve Mannheimer Planken olan caddeler otomobil trafiğine kapalı. Zaten insanlar gezmek, alışveriş yapmak ya da bir işlerini görmek için merkeze gelirken özel araçlarını kullanmak yerine toplu taşıma sisteminden yararlanıyorlar. Metrolarda girişte bisikletliler, çocuk arabası ile binenler ve tekerli sandalyeliler için ayrılmış yerler var. Hatta evcil hayvanlarınızla da metroyla seyahat edebiliyorsunuz. Kimse kimsenin hakkı olan bölmede durmuyor, yaşlılar ve hamileler için ayrılmış koltuklara kurulmuyor. Ne korna sesleri ne kırmızı ışıkta sabırsızlanan sürücüler ne de kendisine kırmızı yandığı halde yola atlayan yaya var. Hayat sessiz, sakin, kendi halinde akıyor. Bu kentte gezip görüp eğlenmek için gittiğiniz yerden bir savaştan çıkmış gibi dönmüyorsunuz evinize. Göçmeni çok bu kentte gelenler de bir süre sonra uymuş düzene, hayat sakince akıyor.

Suna’nın Mannheim’ın çokkültürlülüğüne vurgu yaparken bütün bu gözlemleri dikkate aldığını düşünüyorum. Çokkültürlü, çokdilli ama bir şekilde Almancanın ve Alman disiplininin esas olması gerektiğini de hissettiren bir tutumla bir arada yaşıyor işte burada insanlar.

Peki, ya Mannheim’ın bilimselliği? Bu da öylesine yapılmış bir yakıştırma değil. Bütün dünyanın yaşantısını kökten etkileyen icatların bir kısmının yapıldığı bir kent burası… Bu icatlar Mannheim’da ya da Mannheimlılar tarafından yapılmış. Örneğin ilk gidonlu bisiklet 1817’de Karl von Dralis tarafından burada üretilmiş. İlk benzinli otomobil de 1885’te Alman mühendis Karl Benz tarafından Mannheim’da icat edilmiş. Bugün Augustanlage denilen yerde bu otomobilin bir heykeli var. Bu heykeli fotoğraflarken gezi planımıza Stuttgart’a gidip Mercedes Benz müzesini gezmeyi de ekliyoruz. Bu gezi için yine trenle seyahat edeceğiz, mesafeyi hesaba katarak bir günü de Stuttgart’a ayırıyoruz. Tabii buraya şunu da eklemek istiyorum. Mannheim’de bir de Bertha Benz Hatıra Yolu olarak anılan ilk uzun mesafe otomobil sürüşünün başlangıcını gösteren bir tabela da var. Tabelada Bertha Benz Memorial-Route yazıyor. Bertha Benz, Karl Benz’in karısı ve çok zeki olmasına rağmen yaptığı buluşu pazarlama konusunda başarılı olamayan eşine ve halka bu aracın ne kadar kullanışlı olduğunu göstermek istiyor. Bu amaçla 1888 Ağustos’unda Benz’in yeni yapılan 3 numaralı Patent Motorwagen otomobiliyle Mannheim’dan Pforzheim’a kadar 104 kilometre yol yapıyor. Bu seyahatin ayrıntıları ise başka bir yazıya kalsın.

Mannheim’da yapılan icatlar bunlarla bitmiyor. Heinrich Lanz 1921’de traktörü; Julius Hatry de 1929’da ilk roket uçağı RAK1ve RAK2’yi burada icat etmiş. Bütün bu icatları art arda sıralayınca Mannheim’ın bilimsellikle anılmasının boşuna olmadığını düşünebilirsiniz.

Mannheim, İkinci Dünya Savaşı’nda çok zarar görmüş bir kent. Bundan dolayı da kentte başka yerlerle karşılaştırıldığında daha az tarihi yapının olmasının nedeni anlaşılıyor. Su Kulesi (Wassertrum), Rosengarten’de bulunan 1880’lerde inşa edilmiş bir yapı örneğin. Kentin o tarihlerde temiz içme suyu olmadığından Heildelberg’in dağ bölgelerinden borularla aktarılan suyun depolanması ve şehre dağıtılması sağlanıyormuş bu kuleyle. İkinci Dünya Savaşı’nda bombalarla ağır hasar gören kule sonradan onarılmış. 1987’den beri de anıtsal bir bina olarak koruma altına alınmış; kentin tarihini yansıtan anıt olarak önünde fıskiyeleri göğe yükselen parkın havuzunun başında bulunuyor Su Kulesi.

Rosengarten, adına yakışır güzellikte bir park. Burası özellikle hafta sonları kalabalık oluyormuş. Ama bizim burada bulunuşumuz güzel bir zamana, 2-4 Ağustos tarihleri arasında düzenlenen Anime Manga Festivali’ne rast geldi. Parkın her köşesi, ulusal tiyatro binasının ve konser salonunun önleri, Planken Strasse, bu caddedeki en ünlü kitapçı Thalia, başka kitapçılar, yeme içme yerleri, merkez istasyona giden yollar, istasyon binasının içi… Her yerde çizgi romanların ve animasyon karakterlerinin kıyafetlerini giymiş gençlerle doluydu. Her yerde çizgi romanlar ve animasyon karakterlerine özgü aksesuarlar, manga kitapları tezgâhlarda… Neckar Nehri’nden yükselen nemle iyice artan Mannheim sıcağına rağmen en az 11 santimetre topuklu ayakkabılarıyla sekerek yürüyen pembe saçlı, mor saçlı kızlar, siyah pelerini ile beyaz gömleğinin oluşturduğu tezatı yüzündeki kireç gibi makyajıyla tamamlayan delikanlılar, kiminin vücudunun bir yerine gerçekmiş gibi yapılmış yara izi ile geçenler, bir başkasının sivri şapkasının tepesinden uzayıp giden tüy yanındakinin elindeki asaya dolanırken ne kadar keyifliler… Bu festival, sadece kentin merkezinde dolaşmayı, insanların ilgisini çekmeyi içermiyor elbette. Bir dizi konser, çeşitli söyleşiler, toplantılar da yapılıyordu. Katılanların çizgi ve animasyon karakterleri canlandırmadaki başarısının değerlendirildiği bir yarışma da vardı. Anime Manga Festivali, konuyla ilgisi olmayanlara ne ifade eder bilinmez ama katılımcıların ne kadar ciddiye aldığını ve ne kadar emek harcadıklarını görmek gerek. Rosengarten çevresi, tarihi konser salonu, tiyatro binası üç günlük festival sürecince hep hareketliydi.

Tahsin Rollas – Aslıhan Ezgi Apaydın Rollas – Neşe Apaydın – Mustafa Apaydın

SPEYER

Anime Manga gruplarını ve Mannheim’in hareketli parkını bırakıyoruz, biz adı daha az bilinen yerleri gezme hedefimizin durağı olan Speyer’e doğru yola çıkıyoruz. Nereden bulduk burayı? Tahsin’in bölümündeki sekreter öneriyor, muhtemelen kendisinin bir bağı var bu küçük kentle. Tam da bize göre böyle kentler. Biz yürünmemiş yolları bulmak, az yürünmüş yollarda yürümek, kendimize yeni yollar açmak istiyoruz.

Speyer; Ludwigshafen ve Mannheim’ın 25 kilometre güneyinde, 50 bin nüfuslu, Almanya’nın en eski şehirlerinden biriymiş. Kaynaklarda kentin tarihinin Keltlere dayandığından, Barbarlar tarafından yıkıldıktan sonra 7’nci yüzyılda tekrar kurulduğundan ve piskoposluk bölgesi olduğundan söz ediliyor. Şehir Speyer Nehri’nin ağzına kurulmuş, nehir bir yerde Rhein’a akıyor zaten.

Almanya’nın kırsalında yol alıyoruz trenle. Yol boyu ürünleri olgunlaşmaya yüz tutmuş mısır, buğday tarlaları, ağaçlıklı alanlar, ara istasyonlardaki küçük küçük köyler akıyor bir film şeridi gibi gözümüzün önünden… Keskin çizgili kırmızı, yeşil üçgen çatılı evler…

İstasyonda indikten sonra kurumuş nehir yatağının kıyısına sıralanmış mavi-beyaz evler boyunca yürüyoruz. Ve meydandayız. Burası tam bir Orta Çağ kenti. Meydanın iki tarafına dizilmiş yapıların hepsi başka bir zamandan… Kiliseleri, belediye binası, postanesi, kütüphanesi… Arnavut kaldırımlı meydanda yürüyoruz. Bu meydana açılan dar ara sokaklarda nefis yerel şaraplarla servis edilen güzel yemekler sunulan küçük küçük restoranlar var. Güzel bir cumartesi öğleden sonrası… Küçük restoranların önünde kare şeklinde ahşap masaların ortasında porselen bir vazoda tek bir dal zarif çiçek. Bu ülkeye geldiğimizden beri dikkatimizi çeken şey şu: Nüfus orta yaşlı ya da daha ileri yaşlarda… Ama hepsi yemeyi, eğlenmeyi, gezmeyi, dışarıda vakit geçirmeyi seviyor. Yanımızdaki masada kalabalık bir Alman grup var. Aralarında sohbet ediyorlar, zaman zaman da kahkahalar yükseliyor.

Speyer Katedrali, Altpörtel Eski Şehir Kapısı, Anıt Kilise, Trinity Kilisesi, Yahudi Avlusu… Neredeyse adım başında buram buram tarih kokan bir yapı var. Vaktimiz yettiğince hepsine uğrayıp Rhein kıyısına doğru yürüyoruz. Küçük bir yerleşim yerinde bu kadar çok katedral ve kilisenin bulunuşu ilginç geliyor. Bunun da bir sebebi var, kentin tarihini araştırdığınızda öğreniyorsunuz. İmparatorluk Meclisi’nin ilk toplantısında bir prense kendi bölgesinin dinini belirleme hakkı tanınmış. 1529’da Speyer’de toplanan II. İmparatorluk Meclisi’nde bu karar iptal edilince Martin Luther yanlıları bunu protesto etmişler. “Speyer Protestosu” olarak anılan bu olaydan sonra da yeni mezhep yanlıları Protestan adıyla anılmaya başlanmış.

Geniş çimenlikli alanların yanından geçen yoldan yürüyerek Rhein kıyısına ulaşıyoruz. Bir kentten bir nehir akıyorsa hem de o nehir coşkun akıyorsa… Nehir boyunca yürüyoruz. Gezinti tekneleri yolcularının binmesini bekliyor. Rhein boyunca uzanan kıyıları bir teknenin güvertesinden seyredecek yolcuları. Biz yürüyoruz nehrin kıyısından, suyun bazı noktalarda daha çok çağladığını fark ede ede gözümüzün ufkuna giren uzak bir yerlerden gelip yürüdükçe arkamızda kalan başka bir ufka akan nehirle birlikte. Avrupa’nın en uzun nehri Rhein. İsviçre Alplerinden doğup Hollanda’nın Rotterdam şehrinde Kuzey Denizi’ne dökülüyor. 865 kilometre boyunca süren yolculuğunda nehir Fransa, Almanya ve Hollanda topraklarından geçiyormuş. Almanya’da ve diğer iki ülkede seyahat ederken bir yerlerde Rhein kıyısına ulaşma ihtimaliniz var.

Biz de bir sonraki rotamızı Rhein kıyısındaki başka bir noktaya çeviriyoruz.

RUDESHEIM AM RHEIN

Rüdesheim, Rhein kıyısında yer alan küçük bir şarapçılık kasabası. Şunu öğreniyorum: Kentlerden ve yerleşim yerlerinden söz ederken eğer bir nehrin kıyısındaysa o nehrin üzerinde yer aldığı anlamına gelen nehrin adıyla anılıyormuş. Bu nedenle Rüdesheim da, “Rhein kıyısında yer alan” anlamında “Rüdesheim am Rhein” şeklinde adlandırılıyor.

Rüdesheim, tarihi dokusuyla, göz alabildiğine uzanan üzüm bağlarıyla Arnavut kaldırımlı dar sokaklarıyla sıcak, sevimli, hareketli bir kasaba. 144 metre uzunluğundaki dar Arnavut kaldırımlı Drosselgasse, Rüdesheim’in eski şehrinin tam kalbinde bulunuyor. Bu yaya caddesi boyunca uzanan çok sayıda şarap meyhanesi ve açık hava bahçesi sıralanmış. Mekânlardan yaz aylarında gün boyunca canlı müzik sesleri yayılıyormuş. Sokak boyunca yürürken önünden geçtiğimiz mekânlarından bahçelerinden yükselen üflemeli çalgılarla seslendirilen dans müziğine uyan çiftler arada bir hızlanan yağmura aldırış etmeden dans ediyorlardı. Rhein Boğazı’nda bulunan bu şarapçılık kasabası da bölgedeki pek çok yer gibi UNESCO Dünya Mirası Alanı’nın bir parçasıymış.

Bizim hedefimiz, kasabanın tepesinde Niederwalddenkmal Anıtı olarak anılan 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kuruluşunu anmak için inşa edilmiş anıtı görmek. Üstelik Rhein’ı, üzüm bağlarını görebileceğimiz en güzel nokta olduğu söylenen tepeye gitmeden, hem de bunun için bambaşka bir zevki tatmamıza yarayacak “gondol asansör” dedikleri teleferiğe binmeden Rüdesheim gezisi tamamlanamazdı.  Yine bizi uzun bir teleferik sırası beklese de vazgeçmiyoruz. Bu arada yaz yağmuru yine artmaya başlıyor.

İki kişilik kabinlerle yavaş yavaş üzüm bağlarının arasından yükselirken aşağıda kalan her şey küçülüyor, ufuk derinleşiyor, gözümün göğüne girenler genişliyor. Rhein uzaktan bakınca usul usul kavisler çizerek ve toprağı ikiye bölerek akıyor. Kıyının iki yakasında göz alabildiğine yeşil, bakımlı, düzenli bağlar. Bağların arasından tepeye çıkan dar patika bir yol kavisler çizerek arada görüşü engelleyen sık ağaçların arasında kayboluyor, arada ortaya çıkıyor. Tek tük yürüyen, daha çok başlarındaki renkli kasklarla fark edilen bisikletliler o yoldan geçerek tepeye ulaşmaya çalışıyor.

Sonunda Niederwalddenkmal’dayız. Artık söze gerek yok. Doğa, insanın eliyle ürettikleri, bir kez üretilmiş olanlara saygının nişanesi olan, hiç bozulmadan koruma altına alınmış yapılarıyla bütün güzelliğini seren Rüdesheim ve uzaklardan gelip başka uzağa akan Rhein… Ve bu manzarayı ilk kez görüyormuş gibi hayran bakan yerli turistlerin çok olduğu bu yerde artık biz de sadece seyrediyoruz. An’ı, o an’ı içimizde sonsuz kılmanın hazzını yaşıyoruz.

ŞİMDİ… ADANA…

En tatlı anılarıyla yaz çoktan geride kaldı. Sonbahar bile geçti. Ömrümüzün bir kışı daha başladı. Adana’dayız. Her zamanki bekleme durağımızda… Şimdi yazın gezdiğimiz o yerlerde Noel pazarları kurulmuştur. Akşamları ışıklandırılan tezgâhların önünde elleri yün eldivenli kalabalıklar sıcak şarap içip elmalı turtalar yiyordur. Biz bekliyoruz. İçimizi bahar yapacak bir başka zamanı, güzel kavuşmaları, yeni seyahatleri…

Ruh mu? Sorulur mu, ruh her zaman firarda!..

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar