ALMANYA KIRSALINDA BİR GEZİ – I: ROMANTİK HEIDELBERG VE ANILAR
-ADANA-
Ankara’da ılık, güneşli bir sonbahar kendini gösterirken döndük Adana’ya, önceki dönüşlere benzemeyen duygular içinde.
Nerelere gidersek gidelim bir süre sonra bizi çağıran, kendini aratan bu şehre, öncekiler gibi olmayan bir dönüştü bu. Eylülü hiç hissettirmeyen bu şehirde şimdi günlük rutinler içinde koşarken güzel geçmiş bir yazı, dolu dolu yaşanan her günün bütün saatlerini yeniden hatırlama zamanı… Artık eylül, gelecek yazı düşleme, düşünme, bekleme zamanı… Bekleme yerindeyim.
ANILAR
Heildelberg’e yakın, Neckar Nehri kıyısında Sunaların evinin bahçesindeyiz. Evin küçük oğlu (büyük çocuk, Niko babaannesindeymiş bir haftadır, tatilde. O nedenle bugün bütün ilgi Güneş’in üzerinde) bize “tomat”larını, “armut”larını gösteriyor. Kendi yetiştirmiş. Bahçelerindeki bitkilerin, ağaçların bakımına annesiyle birlikte katkı sunuyormuş. O nedenle avcunda tutup bize sunduğu “Tomat yer misiniz?” dediği “tomat” en çok Güneş’in emeğinin ürünü.
Güneş beş yaşında. Babasıyla Almanca, annesiyle Almancanın vurgularıyla Türkçe konuşuyor; çünkü babası Alman, annesi Türk. Misafirler Türkiye’den olunca bizimle de Türkçe iletişim kuruyor. İki dil arasındaki geçişleri öylesine rahat ve seri ki…
Güneş çok meraklı bir çocuk. Yaşının üstünde diyebileceğimiz merakları var. Ama kesinlikle bilgiçlik taslayarak yapmıyor bunu. Onunki safça bir öğrenme merakı. Suna ilgi duyduğu şeylerin, o yaştaki çocuktan beklendiği gibi, hızla değiştiğini söylüyor. Şimdiki merakı taşlara. Geçen aylarda paralara ilgi duyuyormuş.
Kısa sürede aramızda bir sohbet gelişiyor. “Sana taşlarımı göstereyim mi?” der demez de bir koşu odasına gidip kucağında üzeri resimli, Türkiye işi olduğunu düşündüğüm teneke bir kutuyla geri geliyor. Kutunun kapağı açılınca irili ufaklı bir sürü taş gözümün önüne seriliyor. Beyaz, kırmızı, kahverengi, grinin tonlarında renk renk ve biçim biçim taşlar.
Bu taşlar beni yıllar öncesine, Aslı ile okuduğumuz bir kitaba götürüyor. Behiç Ak’ın ‘Bizim Tombiş Taştan Hiç Anlamıyor’ (*) başlıklı hikâyesini okuyoruz Aslı’yla birlikte, daha doğrusu ben okuyorum, o da ilgiyle dinliyor, resimleri inceleyip yorumlar yapıyor. Ilık bir eylül günü olmalı (kitabın içindeki tarih öyle çünkü), anne-kız saati yapıyoruz. Şimdi o kitap Adana’daki evimizde, kitaplığımızın Aslı’nın kitapları bölümünde, bir sonraki kuşağı bekliyor; annemin kitaplarının beni, benim kitaplarımın Aslı’yı beklediği gibi.
Güneş, tek tek eline alıp inceliyor taşları, sonra bana gösteriyor. “Oooo Güneş, bunlar ne güzel taşlar böyle!” “Bak bu, ne parlak.” “Aaa evet parlak. Kenarları nasıl da keskin…” “Bunun rengi nasıl?” “Değişik, aslında üzerinde bir sürü renk var dikkatli bakınca.” Arada annesine soruyor, bir başka taşı götürüp. “Bu çiğnenmiş bir sakıza benziyor, Güneş” diyor Suna. Dönüp bana geliyor. “Peki, bu taş için ne dersin?” Küçücük avcunun içine ancak sığan irice koyu kahverengi bir taş bu. Küçük parmaklarıyla okşuyor taşı. “Bu taşı seviyorum.” “Gerçekten güzelmiş. Güzel bir rengi var. Bu taş bana toprağı, kopup geldiği kayayı düşündürttü, Güneş.” Uydurduğum hikâye hoşuna gidiyor. Gözlerinin içi gülüyor: “Yani sevdin taşı?” “Sevdim.” “O zaman bunu sana verebilirim.” “Bana mı? İyi de ben uzağa gideceğim yarın, taş da benimle gidecek. Sen bu taşı çok seviyorsun. İstersen verme.”
Suna, gülümsüyor uzaktan “Taşlarını çok seviyor, onlardan birini vermek istediyse sevdi sizi.” diyor. Güneş bir an düşünüyor ve taşı avcuma bırakıyor. Sonra tekrar alıp avcunda sıkıyor. “Buna bakmayı seviyorum.” Belli ki taştan ayrılmak zor geldi. “İstersen başka bir taşı da verebilirim.” Sonra kutunun içinden iki taş seçip bana hediye ediyor.
Bu taşlar Güneş’in her gün özenle çıkarıp baktığı, incelediği, her biri için bir hikâye uydurduğu taşlardan bana hediye ettikleri, benimle 3 bin 200 kilometre yol geldiler. Şimdi çalışma masamda. Aldığım en anlamlı armağanlardan biri.
Şimdi bekleme yerinde ağustosun ortalarındaki o ılık cumartesi akşamüstünü, çimlerin üzerinde çıplak ayaklarıyla koşuşturan Güneş’i, elmalı pasta yanında Türk çayı içişimizi, yarın buradan ayrılıyor olduğumuzu hiç aklımıza getirmeden gülmelerimizi hatırlıyorum. Ve o günü anılar heybeme yerleştiriyorum.
ROMANTİK HEIDELBERG, BİLİMSEL VE ÇOKKÜLTÜRLÜ MANNHEIM
Aslı ve Tahsin, Mannheim’da yaşıyor. Ama biz önce Heidelberg’i gezeceğiz. Sanırım kentin “romantik” olan ünü onları da etkiliyor ve yaşadıkları kente sadece on beş-yirmi dakika mesafedeki bu kentle Almanya kırsalındaki turumuzu başlatıyorlar. Rotayı onlar çizsin, biz tanımaya çalışacağız bu gezide Almanya’nın güneyindeki küçük yerleri.
Heidelberg belli başlı büyük Alman kentlerinden sonra adı en çok duyulan kent sanırım. Kentin kuruluşunun 1386 olduğuna dair bilgiler var kaynaklarda. Oldukça eski bir yerleşim yeri bu kent. Neckar Nehri, Heidelberg’in ortasından geçiyor ve nehrin üzerindeki tarihi köprüyle nehrin iki kıyısı birbirine bağlanıyor. Nehrin iki yakasında kenti çevreleyen yemyeşil ağaçlarla kaplı tepeleriyle, kıyılara serpiştirilmiş gri, kırmızı çatılı az katlı yapılarıyla bir masalın resmedilmiş hali olabilir mi, diyor insan bu kent için. Temmuz öğleden sonrasında, bizim alışık olmadığımız bir iklimle karşılıyor Almanya’nın en romantik kenti bizi: Bir güneş açan, bir bulutlanan, sonra yağmur atıştıran havasıyla… Bu kent nasıl romantik olmaz!
Heidelberg’in; Neckar Nehri, Tarihi Köprüsü, Saray’ı, Kale’si, doğası kadar onu önemli kılan bir başka yanı da üniversitesi. Heidelberg Üniversitesi (Heidelberg Ruprecht Karl Üniversitesi), 1386’da kurulmuş. Bu üniversite, Almanya’nın en ünlü ve prestijli üniversitelerinden biri ve aynı zamanda en eski üniversitesi. Burası tam bir üniversite kenti. Böyle olunca nüfusunun çoğunluğunu öğrencilerin oluşturması şaşırtıcı gelmiyor insana.
Biz önce şehrin yayalara ayrılmış olan (yine) en ünlü caddesine gidiyoruz. Adı, Hauptstrasse olan bu cadde, Avrupa’nın sadece yayalara ayrılan en uzun caddesiymiş. En uzun mu, bilmiyorum ama bütün şehrin kalbinin burada attığı kesin. Her yer cıvıl cıvıl… Restoranlar, kafeler, pastaneler, fastfoodcular… Dükkânların önüne çıkarılmış küçük masalar, bir şeyler yiyip içen, sohbet eden her yaştan insan… Arada güneş açıyor, arada yağmur atıştırıyor; kafelerin önlerindeki beyaz brandadan yapılmış büyük şemsiyeler ya güneşten ya yağmurdan koruyor oturanları…
Heidelberg, tarihi dokusu bozulmamış, eski yapıları korunmuş bir kent. II. Dünya Savaşı’nda da pek çok Alman kentinin aksine burası tahribata uğramamış. Bundan dolayı da Heidelberg’de görülecek, gezilecek çok şey var. Ama bizim zamanımız sınırlı, iyi bir planlama yapmak istiyoruz. Tahsin, geçen yıl Heidelberg’e ilk kez geldiğinde gittiği, sonra Aslı’yı da götürdüğü Filozoflar Yolu’na gitmeyi öneriyor. Kale’yi de görmek istiyoruz biz. İkisinin de rotası uzun. Filozoflar Yolu, uzun bir yürüyüş parkurunu aşmayı gerektiriyor. Yağmurun hızlanma ihtimali bizi bu yürüyüşten biraz caydırıyor. Kale için dağ trenine binmemiz lazım, ancak cumartesi olmasından dolayı bilet sırası çok uzun ve sınırlı zamanımızı sırada bekleyerek geçirmek istemiyoruz. Yeni rota belirliyor Tahsin: Heidelberg Psikiyatri Hastanesi Müzesi.
Bu hastane Heidelberg Üniversitesi’ne bağlı. Tahsin’in Mannheim’da çalıştığı Psikiyatri Hastanesi de Heidelberg Üniversitesi’ne bağlı. Bu ayrıntılar bile Heidelberg Üniversitesi’nin ünü ve prestiji konusundaki düşünceleri pekiştiriyor.
Heidelberg Psikiyatri Hastanesi Müzesi’nde psikiyatri hastalarının yaptığı resimler sergileniyormuş. Agnes’in Ceketi’ni görecek miyiz? Bahar ayları boyunca pazar günleri kahve saatimizde dinlediğimiz ‘Dikensiz Gül Bahçesi Vadetmiyoruz’ adlı podcast serisinde konuşmacıların (iki psikiyatri profesörü ve Tahsin ile bir arkadaşının) değindikleri eserlerden biriydi Agnes’in Ceketi. Bu sorunun cevabını tabii biliyoruz, ceketin hikâyesini de. Müzede ülkenin pek çok yerinden toplanmış kırk bin resim varmış. Bu resimlerin bir kısmı daimi bölümde, bir kısmı ise dönüşümlü olarak geçici bölümde sergileniyormuş.
Önce Neckar Nehri boyunca yürüyoruz, sonra kıyıdan ayrılıp iki yanına üniversiteye ait binaların sıralandığı ağaçlıklı bir yolda ilerliyoruz. Bu arada yine ılık bir yağmur atıştırmaya başlıyor. Müzenin bulunduğu bu cadde, sessiz sakin, kentin kalbinin attığı Hauptstrasse’nin aksine tenha. Galiba bu ağaçlıklı yol, arada atıştıran yaz yağmuru Heidelberg’in neden romantik bir şehir olduğunu göstermek istiyor bize.
Sergi salonuna girişte bir insan figürü var, gri-beyaz. Başından ayak ucuna kadar onu saran bir ağın altında… Yüzünde kaygı, acı, bezginliğin bir karışımı belirsiz bir ifade, bir hamle yapmaya çalışmış ama bütün vücuduna dolanmış ağlar buna izin vermiyor. Figürün önünde durup bir süre sessizce inceliyoruz. Karışık duyguların oluşturduğu yüz çizgileri neleri, neleri düşündürtüyor kim bilir her izleyene…
Psikiyatri kliniklerinde yatan hastalar tarafından yapılan resimler bize insanın belleğinin, ruhunun ne kadar derin, karmaşık ve çözümlenebilmesinin güç olduğunu da gösteriyor. Bu resimlerin ressamlarının pek azı sokak sanatçılarından, resim eğitimi almış ressamlardan oluşuyor. Çoğu kliniklerde tedavi süreçlerindeki hastaların çizdiği resimler. Karakalem, okunamaz yazılardan oluşan figürler, çizgiler, bazen renklerle oluşturulmuş ilginç eserler… Bu eserlerden bana en ilginç geleni, geçici sergi bölümünde üç metre uzunluğundaki yazılarla ve çizgilerle oluşturulmuş rulo halinde sergilenen resimdi.
* * * * *
Heidelberg’e ikinci kez geldiğimizde Kale’ye çıkmaktı hedefimiz, hemen bizi Kale’ye çıkaracak tren istasyonundaki uzun kuyruğun sonuna eklendik. İki aşamalı bir dağ treni yolculuğu ile kenti kuş bakışı göreceğimiz tepeye çıkacağız.
İlk tren yeni, modern ve elektrikli füniküler diye adlandırılan bir araç. Bu dağ treni oldukça dik bir açıyla hızla yolcularını kaleye kadar götürüyor. Yolculuk öyle güzel bir manzaranın eşliğinde yapılıyor ki bitmesini istemiyorsunuz. İsterseniz burada vagondan inip daha üst noktaya yürüyerek çıkabilirsiniz ya da yukarı hiç tırmanmaz doğrudan kaleye gidebilirsiniz.
İkinci aşamadaki tarihi dağ trenine binmeden, onu deneyimlemeden Kale gezisini bitirmek istemiyoruz. Tarihi tren yine dik bir açıyla ama ilkine göre hayli yavaş hareket ediyor. Bu da bilet sırasındaki uzun kuyruğun, bekleme süresinin uzunluğunun sebebini açıklamaya yetiyor.
Seyir noktasında bizi yamaç paraşütü yapanların oluşturduğu bir manzara bekliyor. Hazırlık yapan paraşütçüyü büyük bir ilgiyle izliyoruz trenden yeni inen ve seyir noktasına gelenlerle. Gözün alabildiği genişlikte Neckar’ın iki kıyısına yerleşmiş Heidelberg, iki yakayı birbirine kavuşturan köprüler, taşımacılık yapan nehir gemileri, beyaz bulutlarıyla mavi bir gökyüzü, dahasında ne olduğunu sizin hayalinize bırakan sisli ufuk çizgisi…
Bütün bu güzellikler ne kadar sığdırılabilirse bir fotoğrafa onu deniyoruz ve şimdi trenle çıktığımız bu noktadan Kale’nin olduğu yere doğru inişe geçiyoruz. Yolumuz ulu ağaçların arasında akıp giden sürekli keskin virajlarla yeni sürprizler yapan hem araçların hem bisikletlilerin hem de yayaların kullandığı bir yol. Başka bir âlemdeyiz. Aşağıdaki coşkulu kalabalıklardan, seyir tepesindeki en güzel kareyi yakalama derdindeki amatör fotoğrafçılardan, 2 avro karşılığında kolu çevrilerek çalıştırılan makinanın başında hatıra para alanlardan, her şeyden, herkesten uzak… Baş başayız dörtlü olarak ama ara ara kendi içimizde, kendi kendimizleyiz, sessiz, konuşmadan. Yürüyoruz. Börtü böceğin sesi, hafif rüzgârın ulu ağaçların yapraklarında oluşturduğu hışırtı, dingin bir yaz öğleden sonrası… Hayatı, hayatın olağanlığını, dünyanın haritada parmağınızla dokunup adını göremediğiniz bir yerinde yürüyoruz… Dünyanın üzerinde adı olmayan bir noktasındayız, hayattayız.
Sonra sonra yol bir patikaya dönüşüyor. ‘Patikaların İyi Yanı’ öyküsünde ne diyordu başkarakter “Patikalar iyidir” mi (**), buna eve gidince bakmalıyım. Seviyorum bu patikayı, her ne kadar yürümekte çok başarılı olamasam da. Neyse yolun kenarında kurumuş, kopmuş her nasılsa, sanki beni bekleyen bir ağaç dalı var. Tam da baston olabilecek gibi. Bizimkiler gülüyorlar açık açık, ben mutluyum: “Yavrum biz hikâyelerin sonuna bakıyoruz, biliyorsunuz. Ben düşmeden bu patikayı aşmaya kararlıyım; bunu başarayım da yine gülelim şu ağaç bastona.”
Ve nihayet Kale.
Şehrin en önemli yapısı olan Kale ve Saray, eski şehir (Altstadt) UNESCO tarafından dünya insanlık mirası listesinde bulunuyor. Çünkü bu yapılardan kalanlar Alpler’in kuzeyindeki en önemli Rönesans yapıları arasında sayılıyormuş. Bugün Saray’ın pek çok bölümü yıkılmış halde. Bir taraftan onarım ve restorasyon çalışmaları devam ediyordu. O bölümleri gezmek yasaktı. Çok geniş bir yeşil alanın etrafını Kale’nin surları çevreliyor. Surlar boyunca yürüyüş için yapılan yollarda küme küme gezinenler, en iyi görüntülerin alındığı fotoğraflama noktasının önünde sıranın kendisine gelmesini bekleyen turistler, yeşil çimler üzerinde oynayan çocuklar… Bugünün yaşayanları geçmiş zamanda burada sürdürülen hayatın izlerine bakmaya çalışıyor.
Biz de sıramızı bekleyip fotoğraflama noktasında hem kendimizi hem de eski şehir (Altstadt) manzarasını bir kareye hapsediyoruz. Bugünkü gezi rotamızın hedefiydi bu nokta ve şimdi işte o noktadayız.
En eski kale yapısı 1200’lerde yapılmış ve zamanla bu yapı genişletilmiş. Ancak yıldırım isabet etmesi gibi doğal afetler, savaşlar, yangınlarla Kale ve Saray hasar görmüş. Dönem dönem onarım çalışmaları yapılsa da tamamen eski haline döndürülememiş. Belki de eski şehrin yerleştiği vadiyi, Neckar üzerindeki Tarihi Köprü’yü (Alte Brücke=Karl-Theodor Brücke) gören harabe kale, Heidelberg’in romantik ününü oluşturan bir mite dönüşmüş zamanla, bile diyebiliriz.
Kale’nin az da olsa ayakta kalabilen bölümlerinden birinde bir Eczane Müzesi de vardı. Ancak Kale’yi ziyaret saatinin sona ermesine az zaman vardı, hızlandırılmış bir tur yapmak istemedik. O bölüm de başka zamana kaldı. Yine de içerideki çok eski, büyük şarap fıçısının üzerine çıkmaya ve bir fotoğraf çekmeye yetecek son dakikalardan yararlanabilirdik, öyle yaptık. Fıçının iki yanından üste çıkmayı sağlayan dar ahşap merdivenlerden yukarı çıkıp aşağıya, fıçının bulunduğu geniş taş salona bakıyoruz. Kim bilir, kimler hangi şenliklerde bu dev fıçıdan şarap içti, coştu, taştı. Onlardan geride ne kaldı? Adlarını kimsenin hatırlamadığı o yaşayanlar gibi bugünün yaşayanları da 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinin bilinciyle geçip gidiyor şimdi buradan.
Bundan sonrası yine vadideyiz, eski şehirde. O Arnavut kaldırımlı, yayaların kullandığı en uzun caddede. Şimdi Aslı ve Tahsin’in birkaç denemeden sonra “en iyisi” dedikleri yerde sakin sakin dondurmalarımızı yiyoruz. Yaklaşık 18 bin adımın haklı yorgunluğunu dindirmeye çalışıyoruz. Gün yine bitti ve Filozoflar Yolu yine kaldı. Gülüyoruz. Bizim filozof yürüyüşümüz bir başka sefere kalsın, bilimsellikle ve çokkültürlülükle anılan Mannheim anıları da… Tabii Mannheim’ın bilimsel ve çokkültürlü kent ünvanının nereden geldiği de…
Bunca maceradan sonra dingin Mannheim’da, kentin sakin ve sessiz noktasındaki “yuva”mız bizi bekler…
Not: ‘Dikensiz Gül Bahçesi Vadetmiyoruz’ podcast serine şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz: https://open.spotify.com/show/0XGfhfkXLECeHtfRhdN7jO?si=o9NdEUA_Ty6DWu2LOlURmQ
(*) Behiç Ak, ‘Bizim Tombiş Taştan Hiç Anlamıyor’, YKY, 1998.
(**) Behçet Çelik’in ‘Patikaların İyi Yanı’ (İletişim Yayınları, 2021) öykü kitabındaki aynı adlı öyküye göndermedir.