EDEBİYAT 

NÂBİ VE ORTANIN DÜNYASI

Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbalde/ Biz hezarân mest-i mağrurun humarın görmüşüz” – Nâbi

Türkler, Anadolu’ya doğru bir ilerleyiş gösterdiklerinde pek çok şeyle karşılaştılar. Bu ilerleyişin güzergâhında İran vardı. Türkler, İran’da sosyal ve siyasi pek çok yeni şeyin yanında İslamiyet ve şiir ile karşılaştı. İkisini de kabul ederken kendi ruh dünyasına uygun bir kıyafetle sergilemiştir. İslamiyet’i İran’dan öğrenen Türk Müslümanlığı, Arap ve Fars Müslümanlığından farklılıklar arz eder. Tıpkı bu inanç gibi Türkler bu yeni şiir tarzını alıp kendi ruh dünyalarında geliştirerek zamanla Fars şiirine denk şiirler meydana getirmişlerdir. Bu şiire genel söylem bağlamında ‘Divan Edebiyatı’ denmektedir. Bize göre ‘Klasik Türk Edebiyatı’ denmesi daha doğru olacaktır.

İslamiyet’in kabulünden sonra medrese eğitimi ile birlikte Arapça ve Farsça öğrenen tahsilli kişiler, İslami motiflerle beslenmiş olan bu edebiyata ilgi duymaya başladı. Eğitim yaşam tarzıyla birlikte kişinin düşünsel yönelimlerini de biçimlendirir. Bu sebeple medreselerde dönemin ‘Lingua Franca’sı olan Arapça ve Farsçayı öğrenenler halk edebiyatına değil de klasik Türk edebiyatına yönelmiştir. Türkçe dilli edebiyatın Anadolu’da varlık göstermesi XIII. yüzyılda Moğol istilasından kaçıp gelen sûfiler kanalıyla gerçekleşmiştir. Bu sûfiler, medrese eğitimi almamış, geniş halk kitleleri içerisinde tasavvuf görüşlerini yaymak gayesiyle Türkçe dilli eserler vücuda getirmişlerdir.

XIII. yüzyılın sonlarından XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren ‘Klasik Türk Edebiyatı’, İslami imajlardan faydalanmakla birlikte lâ dini bir edebiyattır. Sadece sanat gayesiyle teşekkül eden bu edebiyatın içerisinde ağırlıklı olarak Arapça ve Farsça sözcükler yer alır. Bu sebepten dolayı Milli Edebiyat Dönemi ve Cumhuriyet Edebiyatı Dönemi’nde büyük eleştirilere maruz kalmıştır. Cumhuriyet döneminde klasik şiirimize eski itibarını kazanmak gayretinde olan Yahya Kemal ve Sezai Karakoç gibi isimler de olmuştur. Sezai Karakoç, ‘Mona Roza’ şiirini, klasik şiirin bir savunması olarak yazmıştır. Klasik Türk şiiri, etnografik analoji bağlamında kıymetli bir Türk şiiri devresidir.

Türk içtimai hayat yapısında şehirleşme ile birlikte yeni sınıflar teşekkül etmiştir. Şehirleşmeden önce konargöçer bir yapı taşımakta olan toplum için hareket kaçınılmaz bir olgu olmuştur. Çadırdan ev kavramına evrilen yuva, barınak olarak kabaca ifade edebileceğimiz yapılar, toplumu sınırları belli uzamlara bağlamış, hareket kabiliyetlerini şehirleşmeden evvelki içtimai yapıya göre nispeten sınırlandırmıştır. XVII. yüzyılda yerleşik yapının, şehirleşmenin Osmanlı içerisinde oturmaya başlaması ile insan tipleri de meydana çıkmaya başlamıştır. Bu yüzyıl içerisinde yaşamış olan divan şairi Nâbi, orta insan tipine mensup olarak değerlendirilebilir.

Nâbi, oğluna verdiği öğütlerde, Tevfik Fikret’in Haluk’a verdiği aksiyoner ve dışa yönelik bir insan olmasını salık vermekten ziyade teşebbüsten uzak, tecrübe edinmeyen, yalnızca rahatlığı önceleyen ve eve kapanan biri olmasını söylemektedir. Bunu söylemekle, dış dünya ile olan bağlarını kopararak kendisi için ev dâhilinde bir evren inşasına yöneltir onu. Ev gerçekten bireyin algısında dış dünyanın tüm tehdit ve tehlikelerine karşı bir bakıma bir deniz kabuğu gibi kapalı, rahat ve tehlikeden uzak bir biçimde vücuda gelen bir imgedir. Değişen mekân, insanı da kendiyle birlikte değiştirir. Bu bağlamda yaşamak için, varlığını ön plana çıkarmak için gereken kıstaslar da değişmeye başlar. Göçebe bir yaşam içinde eyleme bağlı kalmak kaçınılmaz iken, şehirleşme ile birlikte bilgi, yetenek ve kurnazlık gibi meziyetler ön plana çıkmıştır. Değişen yaşam biçimiyle ahlak anlayışı da değişiklikler edinmiştir. Nâbi de şehirlidir ve buna göre yaşamış, yaşamı bu şekilde algılamıştır. Şairin yaşadığı dönemde sefahat ve toplumu yöneten birimlerde bozulmalar vardı. Nâbi, bu bozulmalar karşısında eylemsiz kalarak ne bunun için bir şey yapmayı düşünmüş ne de buna katılmıştır. Bazı şeyler kendisine doğru gelmemektedir; ama bunları düzeltmek, doğruyu oluşturmak için de bir çabası yoktur. Duyarsız değildir; ancak sadece görmekle, duymakla yetinir. Görüp duydukları onda bir hareket yaratmaz. Yönetici zümrenin yaşamını ahlakdışı ve tehlikeli görmekte, halk zümresinin yaşamını da önemsiz ve zor olarak değerlendirmektedir. Onun en yaşanabilir olarak değerlendirdiği sınıf, yüksek zümre ile halk zümresi arasında olan orta sınıftır. Bu sınıf, o dönemde memurlardan teşekkül eden pasif ve rahatına düşkün olanların yeridir. Bu sınıfa mensup olanlar davranışlarında nazik ve bilgiye sahiptirler. Bu orta sınıf insanının en kuvvetli arzuları rahat bir hayattır. Tanzimat’tan sonra bu zümre içindeki bazıları Batı’dan gelen fikirleri benimseyerek toplumsal yaşamda bazı değişikliklerin olmasına da sebebiyet vermişlerdir. Fakat bu durum, bu sınıfın karakterinde mevcut olan bir özellik olmamış, geçici bir durum olmuştur. Nâbi’deki din anlayışı da bu sınıfın algısı ile aynıdır. Dönemin din adamlarını sahte, dini bir geçim aracı haline getiren dindarlar olarak değerlendirir. Dini bir sahtelik içine düşmek istemeyen şairde mistik bir hava da mevcut değildir. Onun için din yerine getirilmesi gereken farzlardan ibarettir. Dini de rahatlık penceresinden ele alan Nâbi, tanrıyı ve kâinatı kendi imajlarından yarattığı pencerenin arkasından seyrediyor. Mehmet Kaplan’ın da ifade ettiği gibi köylü Yunus’ta birbirine karışan “ben, tanrı ve kâinat”, Nâbi’de sadece ev içerisinden izlenen bir manzara olarak var oluyor. Nâbi’nin din hayatı rahat, durgun, kapalı ve şekilden ibarettir. Nâbi, oğluna bütün ilimleri öğrenmesini öğütlerken ilmi iç ve dış olarak ayırdığını görüyoruz. Onun kıymet verdiği ilimler daha çok iç ilim olanlardır. Burada da bir bakıma kendisini kâinata, dış yapılara kapatma isteği göze çarpmaktadır. İç ilimler, şair için daha çok dini ilimlerdir. Pozitif ilimleri dışarısı olarak görür ve kıymet vermez. Şair, deney ve eleştirel düşüncenin karşısında yer almaktadır. Bu da şairin aklı ve deneyi saf dışı bırakan skolastik düşünceye vardırır. Şairin şiir ve aşk konusunda da bir orta yol bulma gayreti görülüyor. Ne Fuzuli’deki mistik aşka varmış ne de Nedim’de var olan arzulara dayalı aşkı seçmiştir. Aşkı bir bakıma akli olarak değerlendirmiştir. Şekle, yani bir görsele bağlı kalmış demek mümkündür. Duygular yerine nesneye yönelmiştir. Şiirde de pek farklı bir davranış sergilemeyen Nâbi, şiiri ne Yunus ve Mevlana gibi tam olarak içe dönük bir mistisizmle incelemiş ne de şiirinde tabiatı, canlı varlıkları ele almıştır. Şiirde de orta yolu tutan şair zaruri olarak hikmet yolunu, yani didaktizmi seçmiştir.

Görüldüğü üzere yaşamının nerdeyse tüm alanlarında bir orta yol arayan Nâbi, XVII. yüzyılı İstanbul’unun bir orta insanıdır. Nâbi de Mehmet Akif’in Asım’a, Tevfik Fikret’in Haluk’a ifade ettiği gibi kafasında var olan bir yaşama biçiminden bahsediyor. Nâbi’nin bahsettiği dışa dönük, toplumsal,  aksiyoner bir yaşam değil, bireyle sınırlı, bireyin etrafında oluşan bireysel bir kozmogonidir. Nâbi’nin isteği ortanın dünyasıdır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar