POLİTİKA 

KAR YİYEN KÖR KUŞ

Bir çift güvercin havalansa/ yanık yanık koksa karanfil/ değil, unutulur şey değil/ çaresiz, geliyor aklıma.” – Melih Cevdet Anday, ‘Anı’

Uzaktı. Çok uzaktı. Herkese çok uzak… Fakat bana değildi. Ben hiçbir yerde değildim. Evet, bir yerdeydim, ayaklarım bir kara parçası üzerinde geziniyordu ve başımda da bir gökyüzü vardı; fakat kendimi konumlandırabildiğim bir yer yoktu. Söz gelimi, tanıdığım kimseler yoktu olduğum yerde, kimseye selam vermiyordum, kimseler de bana vermiyordu. Başım önde yürürdüm, hâlâ öyle yürürüm, babamdan kalan bir alışkanlık belki de, başka mirası yoktu çünkü. Bedenim bir yerdeydi; ama ruhum sanki hiçbir yerdeydi. Ruhum kendisi için bir ev, bir sokak, bir şehir bulamamış, sahiplenememişti. Bugün bile insanlar nereli olduğumu sorunca, düşünürüm bir süre; ama adettir diye nüfus cüzdanımda ne yazıyorsa onu söylüyorum. Bedenimin olduğu yerde âşık bile olmadım hiç, bir kızın yüzüne heyecanla bakmadım, o beni sevmiyor diye üzülmedim, uykularım bölünmedi hiç. Bir yerde âşık olmadıysanız, hiç orda olmamışsınız demektir. Boşlukta asılı duran biri için neresi, ne kadar uzak olabilir?

Kars… Beyaz, açık bir deniz gibi sonsuz görünen ve sanki dünyayı bu dağlarıyla yaratan korkunç bir hayvan öyküsü gibi dehşetli ve nedensiz bir acayiplikti. O kadar bana benzeyen, o kadar benden başka… Sanki burada insanlar uyumaz ve uyanmaz da, sadece kar yağıp erirdi. Uzaktan gümüşe benzer parlak demirlerle kaplanmış evlerin ardından, güneş utanır gibi uzatmış başını ağaçların üzerine. Her yerde olduğu gibi çarşılar, çarşılarda lastik leğenler ve insanlar vardı. Sonra küçük ve büyük heykeller vardı. Kocaman, taştan İnsanlık Anıtı vardı. Adı sonra ucube oldu, o da yıkıldı bir emirle; çünkü mahvına sebep, adıydı. Heykelsiz şehirler, yabani ve düşünceden yoksun, kişiliksiz, beton yüzlü apartman sürüsü gibi görünür bana.

Şehrin kendini uzak hissettiği ve bu uzaklık sebebiyle yalnızlığı duyuşu, kendine çizdiği bir sınır gibi besbelliydi. Şehrin insanları, yarına kadar gene uzak, gene yalnız olduklarını soğuktan kararmış yüzleriyle biliyordu. Bu şehir, hem uzak hem yalnızdı.

Kuşları, yalnız kargalar olan bu şehirde, üniversite öğrencileri ev ve üniversite binası arasında gider gelirdi sadece, başka yapacak bir şeyleri olmadığına inanarak. Elbet bir teslimiyet vardı bu düşüncede, belletilmiş bir yaşam tavsamasıydı bu. Biz, sokaklarda yürüdük, çağırılmadığımız şenliklere konuk olduk, insanları, kültürleri, Türkçeyi öğrendik ve kitaplara sığındık her şeyden önce. Çünkü öğüt olsun! Üniversite yalnızca çirkin bir mimari yapıdır Türkiye’de. Biz çok kitap ve az insan niyetiyle yaşıyorduk. Hocaların anlattıklarını zaten biliyor olmak hocalarda hayranlık, aynı sınıfta soluk aldığımız insanlarda haset doğuruyordu. Bu hayranlık bizi kendi ideolojik tornalarından geçirme isteği doğuruyordu. Biz, aksine hiçbir ideolojiye kanalize olmadan kimsenin adamı olmuyor, belki de olamıyorduk. Çünkü bir ideolojiyi benimsemek, birinin adamı olmak, onun yanlışlarını da sahiplenmek oluyordu. Sorgulama bahsinde, durakları olan hiçbir bağlayıcı fikir bize ait değildi. Öğrenmekti bizim için yaşamın yasası.

Baştan anlatmak gerekirdi aslında, kim olduğumuzu, ne olduğumuzu; nereden yol bulup anlatayım, bilmiyorum. Nerden başlasam, eksik ve içime sinmez, darmadağın sözcüklerle budanmış bir ağaç olacak. Biz, şaireyn!

2013 yılıydı. Kar henüz gelmemiş yahut geçip gitmişti. Hatırlamıyorum. Birdenbire, bir yıldız kayması gibi beklentisiz, ummasız bir şekilde “Kürt Açılımı” diye bir şey atıldı ortaya. İnsanlar bunun ne olduğunu idrak etmeye çabalarken bazı gazeteler, televizyonlar çoktan “Kürtçü” olup çıkmış, memleketin doğusunda ne varsa, sanki batının bir zamanlar kendi doğusuna duyduğu hayranlığa benzer bir şekilde kıymet veriyordu. Bununla kalmayıp geçmişle hesaplaşma diye bir şey ortaya çıkmış, “Ne kadar kötüymüşüz” sözleri edilir olmuştu. Biz ise buna bir çözüm çabasından çok, doğudaki oy potansiyeline duyulan arzunun doğurduğu bir vodvil olarak bakıyorduk. Evet, ortada bir sorun vardı. Bu konuşarak çözülmesi gereken bir sorundu; fakat bunu çözmek için bir araya gelenler öncelikle samimi değildi. İkisinin de amacı, “Ne koparırsam kârdır” ana fikri üzerine kurulmuştu. Bu süreçte bir de “akil insanlar” diye gülünç bir şey ortaya çıkmıştı ki “Akıl bunun neresinde?” dedirtmişti. “Akil insan” diye ortaya çıkanlar, ne bu sorun üzerine bir şey söylemiş ne de bunun için geçmişte bir çaba göstermişti. Belki bir kısmı Sivas’tan öteye hiç geçmemişti. İşte, bu “akiller”, Kars’a da geldi. Biz de toplantının yapılacağı salona gittik. Salon ikiye bölünmüş gibiydi. O zamanlar iktidarın ateşli bir karşıtı olanlar, şimdinin ittifakçıları bir yana ayrılmış, bu açılımı destekleyen iktidar yanlıları ve şimdinin kanlı bıçaklı olanları iki yana ayrılmıştı. İki yanda da kendilerine anlatılanlara inanmış insanlar, kendi aralarında övücü ve yerici konuşmalarla karşılarındaki insanlara nefret ve küçümseyici bir ruhla bakıyordu. Gelip konuşacak olanların kim olduğunu biz de bilmiyorduk. Doğrusu oradaki kimse onları tanımıyordu. Konuşma başladığında kimi alkışladığını ve kime hakaret ettiğini bilmeyenler, sadece bağrışıp duruyordu. Konuşmacılar, kendilerini tanıttığında kimsenin kafasında bir imge oluşmadığı ortadaydı. Bütün konuşmalarında iktidarı övmek, geçmişte askerin ne kadar kötü eylemler yaptığını tekrarlamaktan başka bir söz duymuyorduk. Bütün kabahati askere yıkma kolaycılığına sığınıyorlardı. Bazen köyünün yakıldığından ve ailesinden şu kadar kişinin artık evine dönmesi gerektiğini söyleyenler ağlayarak dinliyordu. Bunlar doğruydu, bunlar hazin hatıralardı. Bu söylemler iyi hoştu da bunun sahneye konmuş başarısız bir vodvil olduğunu görmüyorlar mıydı? Görmüyorlardı. Daha sonra da görmeyeceklerini biliyorduk.

Soru sormak sırası gelince önce ağlayanlar hazin hikâyelerini anlattılar, hâlbuki çoğunun yaşı bunları hatırlamaya yetmezdi. Fakat anlattılar. Sonra da bu vodvile karşı olan ‘İşime gelirse milliyetçiyim’ciler öfke ve hakaretlerle Türklük savunmasına giriştiler. Biz de soru sormak için el kaldırdık. Arkadaşım, mikrofonu aldı. Biraz heyecanla karışık ama el ayak titremeden şunları sordu: “Hükümet bu işte samimiyse, toplumun tüm temsilcilerini, yani muhalefeti de neden bu işe dâhil edip toplumun dışarda bırakılan kesimlerinin taşıdığı kaygıları giderme yolunu seçmedi? Hükümetin duvarı geniştir, siz de bu duvara sırtınızı yasladığınıza inanıyor musunuz?

Bu sorudan sonra yuhalamalar, hakaretler ve kovulmalar karışık bir biçimde üzerimize hücum ediyordu. Bir savaş alanında atların altında ezilen, tarafsız bir karınca gibiydik. Cevap vermelerini bekledik; fakat tek yaptıkları hükümet seviciliği oldu. Sorular hiç sorulmamış gibi davranıldı. Hâlâ bize öfke ile bakan gözleri görüyordum. Çünkü karanlık bir ahıra lamba yakmıştık. Oradan çıkıp üniversitenin en az insan bulunan yerine, kütüphaneye gittik. Yol boyunca sadece şunu söyledik: “Seçimler biter ve insan gerçeğine döner.

Sonrasını biliyorsunuz. Hendekler, pay kavgası, “Sen yalancısın”lar, “Sen oyunu bozdun”lar, yıkılan şehirler… Köy yakılmalarını ailelerinden dinleyip orada anlatanlar, hatırlayacakları yıkıntıyı yaşayarak öğrendiler. Çünkü hatırladığın yaşadığındır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar