EDEBİYAT TOPLUM 

ÇOCUKLUĞUMUN ORMANLARINDA

Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/ hiçbir yere gitmiyor.” – Edip CANSEVER

Toplum olarak “Vurdumduymaz, bencil ve ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’cıyız” demeyiz de “Unutkan bir milletiz” deriz. Belki de bütün bunların dışında hakikaten unutabiliyoruz da. Her şeyi unutabiliyoruz ama çocukluğumuz dünden daha kuvvetli ve yoğun bir biçimde yer ediyor hafızamızda. Bu çocukluğun hatıraları her zaman çiçekli bahçelerle bezeli de olmuyor ne yazık ki. Acaba bundan mı bu kadar hastayız, bundan dolayı mı böyleyiz, yoksa hepimiz mutsuz çocukluğumuzun tedavisine geç kalınmış hastaları mıyız?

Çocukluğum; böğürtlen, keçiboynuzu, limon, portakal ve kızılçam ağaçları arasında geçti. Evimiz ve okulum ormanın içindeydi. Her gün ormanın içinden yürüyerek okula giderdim. Ormanda yürürken,  kayalıklardan gelen ve sanki dünya yaratılmadan evvel varmış da dünya son bulsa bile orda kalacakmış gibi bitmez, eşsiz kekik kokusu ve adını bilmediğim yığınla koku duyardım. Bütün dünya böyleymiş, yeşilmiş gibi gelirdi bana. Bazen babama kızınca ormanın yolunu tutardım. Ormanın hemen arkasında deniz olduğundan ağaçlarla karışık gelen tuz kokusu her şeyi, insanları unutturuyordu bana. Sanki o an yalnızca orman, deniz ve ben vardık. Orda pek insan yaşamadığından ağaçlarla konuşur, onlara anlatırdım. Belki de deliliğin eğilimi… Okulda âşık olduğum kızı ilk bilen bir ağaçtı. Her gün ona anlatırdım. “Bana bugün iki kere baktı, bugün silgi istedi benden, bugün sırada yan yanaydık, İstiklal Marşı’nda yanımdaydı ama bakmadım, baksam müdür kızar diye korktum.” Sanki o ağaç bana cevap verirmiş gibi hissederdim. Dalları kıpırdadı mı yeterdi bana, duyuyor derdim. Bir daha ne öyle âşık oldum ne de öyle bir arkadaşım oldu. Bu orman, bu ağaçlar, bu ağaç, bu koku hiç yok olmayacak, değişmeyecek sanıyordum.

Terli bir yaz sıcağında birinin bir ağacın dibindeki çalılığı yaktığını gördüm. Babama ormanı yakıyorlar diye bağırdım. Adam koşarak kaçmaya başladı. Babam ve arkadaşları birdenbire beklemediğim bir hızla küreklerle o çalılığa doğru koşup söndürmeye çalıştı. Elimizde kovalar ve küreklerle söndürebildik çalılığı. Babama neden böyle bir şey yaptığını sorduğumda, “Ne istiyor ormandan?” dediğimde; babam, “Orman ona bir şey yapmadı ama burada yol projesi varmış, herhalde onun için yakmaya çalıştı” demişti. Zaten oturduğumuz yerin değerlenmesi de yola bağlıymış. Aradan bir yıl geçti. 2003 yahut 2004 yılıydı, tam olarak anımsamıyorum. Bir yaz sabahı bisikletle ekmek almaya giderken ormanın içinde bir anda alevleri gördüm. Şaşarak ve korkuyla durdum. Hiç kıpırdamadan, sanki bunca alevlerin içinde sıcak bir soğukla donmuş gibi… O kadar korkuyordum ki ağlamaya başladım, o anda hiç görmediğim, duymadığım ve tarif edemeyeceğim bir şekilde Allah’a yalvarmaya başladım. Çocuktum ve nasıl bir şey olduğunu bilmesem de ölmek istemiyordum. Bir anda bir itfaiye aracı gelip yanımda durdu. Alevlere doğru çevirdi hortumunu ama su gelmiyordu. İtfaiye aracı bozulmuştu. Birdenbire havada dev gibi bir şey belirdi. Ben ilk kez bu kadar yakından bir helikopter görmenin şaşkınlığıyla karışık hâlâ ağlıyordum. İkinci bir itfaiye aracı gelip olduğumuz noktayı söndürmeye çalıştı. İlk gelen itfaiye aracı beni de alıp oradan uzaklaşmaya başladı. Annem ve babam korkuyla beni aramaya çıkmışlar. Annem öldüğümü düşünmeye başlamış bile. Annemi gördüğümde ikimiz de ağlıyorduk. Yangın hâlâ sürüyor ve büyüyordu. Babam ve arkadaşları helikoptere sitenin havuzundan su alması için işaret ediyorlardı. Helikopter alçaldı fakat havuzun etrafındaki binalar buna engel oluyordu. Helikopter tekrar denize doğru yöneldi. Biraz ilerdeki bir evde, adamın biri çığlıklarla yardım istiyor, “Evim yanıyor!” diye ağlıyordu. Küçük bir hortumla dev gibi alevlere galip geleceğine inanmadan ama küçük de olsa bir umut ve savunmayla bekliyordu. Akşama doğru yangın söndü. Ben yanan ormana girdiğimde ilk kez bir ağacın içten içe yandığını gördüm. “İçten içe yanmak” sadece bir deyim değildi. Yanmış yılanlar, kaplumbağalar, kertenkeleler ve daha pek çokları… Ancak beni en çok sarsan, ağacımın yanmış olduğunu görmek oldu. Bütün ağaçları seviyordum ancak o ağaca – o iki kocaman dalı sanki sarılmak için kollarını açmış, henüz yaratılmamış, yaratıldığında yaratılmışların en yücesi, en iyi insanı olacakmış hissini veren o ağaca daha büyük, daha başka bir ehemmiyet vermiştim. Bu kez yalvarmadan ama öfke ve ayrılığı duyarak ağladım. Annem hâlâ korktuğumu düşündüğünden bana sarıldı. “Buradayım, korkma, söndü, bak” dedi. “Ama sadece ikimiz kaldık, anne” dedim. Gerçekten de öyle oldu. Bunca yaşamdan sonra hâlâ ikimiz kaldık, anne! Bir hafta sonra yanan ağaçları kesmeye başladılar. Gerçekten çok hızlı yaptılar bu işi, yok etmekte ne kadar iyi olduğumuzu ilkin orada anladım. Doğa da hızlıydı, yanmış bir yılanın etini birkaç günde bitirivermişti karıncalar. Yılanlarda kemik bulunduğunu orada anladım. Bıraksalar belki gene ağaçlar yeşerecekti, benim ağacım yine dirilecekti; ama birkaç ayda yol çalışmalarına başladılar. Yolu yaptılar, iyi yol yaparız ülkece, elhamdülillah, sonra yanan yerlerde binalar yükselmeye başladı, sonra yeni yeni oteller de yapıldı. Artık orası büyüdüğüm, sevdiğim, içinde kekik kokuları duyduğum yer değildi. Sonbaharda yağmurlar gelince, çam ağaçlarının dikenli yapraklarından dökülen yağmurun sesini hâlâ hatırlarım. Şimdi orası tiksinç, kaskatı bir ihtiyar yüzü gibi korkunç ve çirkin geliyor bana. Çocukluğum yüzü kirlenmiş, sakat kalmış gibi hep. Zaten artık oraya gitmiyorum. Orası artık çocukluğumun kuş bahçesi değil ki.

Ülkemizde uzun süredir ormanlar yanıyor. Bunun acısını gene ordaymışım da alevlerin içinde kalmışım, arkadaşımı, sığınağımı kaybetmişim gibi duyuyorum. Elbette hayatını kaybeden, evini, hayvanlarını kaybeden insanlar için de üzülüyorum. Ancak yanan hiçbir orman, yeniden orman olarak kalamıyor ülkemizde. Madenler aranır, oteller yapılır, yol yapılır, bir şey mutlaka yapılır ama bir orman yandıysa artık orman kalamaz. Ve biz yine unutacağız. Unutkan bir milletiz sonuçta. Belki bugün yanan yerlerde de benim gibi çocukluğunu ve belki arkadaşını yitirenler vardır. Sizler için söylüyorum: Uyu ki dinsin endişelerin, uyu ki her şey bitsin.

Girişteki şiir: Cansever, Edip (2011), ‘Sonrası Kalır Toplu Şiirler II’, Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 247.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar