EDEBİYAT FELSEFE 

‘BULANTI’ / VAROLUŞ VE KAOS (4)

Varoluş bir süreçtir ve ancak ölümle sonlanan bir şeydir. Bu süreç geçmişi kapsamadığı gibi “şimdi”de kalıp yaşamak imkânı da vermez. “Şimdi”, yani “içinde olunan zaman” da yok olup gidecektir. Var olan için “şimdi” sonludur. Var olan her şey için hem de… Geçip giden zaman ile birlikte zaman içinde var olanlardır da aynı zamanda. Varoluşçuluk felsefesinde de “dün” yoktur, “şimdi” ve “sonrası” vardır. “Yarın” şimdi de olmayacak, daha doğrusu “yeni bir şimdi” meydana gelecek ve bu varoluş süresince “şimdiler” hep yenilenerek kendinden öncekini yitirip yok edecektir.

Hiçbir şey değişmedi ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu; ama aynı zamanda onun tam tersi: sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen ‘ben’im.” (Sartre, 2020: 86)

Antoine Roquentin burada varoluşunun bilincine varmaya başlamış, nesneleri keşfettikten sonra kendi varoluşuna yönelmiştir. Bu yönelim kendini nesnelerden büyük bir ayrım da değildir. Nesneler gibi kendisi de vardır ve asıl serüvenin var olmak olduğuna kanaat getirir. Başından geçen şey var olmaktır. Esasen serüveni yaşayan da, serüven de var olmaktır. Roquentin de, bunu şu sözlerle ifade eder:

Şu serüven duygusunun olaylardan gelmediği belli; kanıtlandı bu, serüven duygusu, anların art arda geliş biçimine bağlı. Nasıl olduğunu anlatayım. Zamanın akıp gittiğini, bir anın ötekine, onun bir başkasına götürdüğünü, her anın kaybolup gittiğini, onu durdurmaya kalkmanın boş olduğunu falan ansızın hissederiz. O zaman, serüven özelliğini, anların içinde ortaya çıkan olaylara veririz. Yani biçimin malı olanı öze veririz. Şu durmadan sözü edilen zaman akışını pek gördüğümüz yoktur. Bir kadın görürüz; ihtiyarlayacağını düşünürüz ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte, serüven duygusu budur.” (Sartre, 2020: 89)

Bu nesneler, böylece, hiç olmazsa olasılığın sınırlarını belirliyorlar. (…) En güçlü duyum bile körelmiş. Hiçbir şey gerçek değil gibi; birden kaldırılabilecek bir karton dekorun ortasındayım sanki. Dünya, dertop olarak, soluğunu tutarak bekliyordu. Geçen gün, Bay Achille’in beklediği gibi, bunalımını, ‘Bulantı’sını bekliyordu. Kalktım. Bu gücünü yitirmiş nesnelerin arasında duramıyordum. Pencereden, Impetraz’ın kellesine bir göz atmaya gittim. Mırıldanıyordum. Her şey olabilir; her şey gelebilir başıma. İnsanların uydurduğu korkunç şeyler değil tabii. Sözgelimi, lmpetraz, birden dans etmeye başlayacak değildi. O başka. Belki bir saat, belki bir dakika sonra yıkılıp gidecek olan bu sallantılı varlıklara korkuyla bakıyordum. Evet, orada, kimi hayvan türlerinin değişmeyen şekillerini, kimi evrendeki enerji niceliğinin tüm olarak saklandığını açıklayan bu bilgi dolu kitapların arasındaydım; orada, camları, ışığı belli bir oranla yansıtan bir pencerenin önünde ayakta duruyordum. Ne var ki, bunlar sağlam engeller değildi. Dünya, her gün aynı yüzle ortaya çıkıyorsa, bunun nedeni tembelliktir sanırım… Ama bugün, değişmek istiyor sanki. Öyleyse, her şey, evet, her şey olabilir.” (Sartre, 2020: 117-118)

Nesneler ile, dünya ile ilgili kesin bir saptama, varlıkla ilgili bir kesinliğe, en azından düşünsel bağlamda bir eminliğe, inanca sahip olmayan Roquentin, henüz zihinsel bir kaos içindedir. “Sınırsız bir korku kapladı içimi. Nereye gittiğimi bilmiyordum.” (Sartre, 2020: 119) diyerek henüz istikametini kestirememekte ve böylece aslında varoluş için hazır bir konumda olduğunu ifade etmektedir. Tıpkı kaos durumundaki gibi olasılıklar sonsuzdur. Her şey olabilir. “Varoluş özden önce gelir.” (Sartre, 1997: 8) tümcesi ilk başta doğrusal anlamı ile nesnel boyutun düşünsel, ruhsal, karakteristik boyuttan önce var olduğunu, daha sonrasında ise özün meydana geldiğini anlatır. Gerçekten de varoluşçuların birleştiği temel motto da budur. Ancak özün henüz meydana gelmediği süreç bir kaos sürecine benzemektedir; çünkü bu süreç de kaos durumu gibi içinde her şeyin olabilirlik imkânını taşımaktadır. Kaos için olan düzensizlikten bir kozmos, düzen yaratsa bile tam olarak sona erdiği iddia edilemez. Varoluşçuluk da böyledir. Nesnelerin keşfi, farkındalık, bir kaos gibi evvela her şeyi yıkarak, bir düzensizlik yaratarak varoluş için, yani özün varoluşu için bir zemin hazırlar. Nasıl ki kaostan sonra tamamlanmış kozmolojik düzenden bahsedilemez ise, varoluş için de tamamlanmış, sona ermiş bir varoluştan söz etmek imkânı yoktur.

Benim var olmaya hakkım yoktu. Rastgele ortaya çıkmıştım; bir taş, bir bitki, bir mikrop gibi varlığımı sürdürüyordum.” (Sartre, 2020: 127) Varoluşunu herhangi bir sebebe bağlayamayan Roquentin varoluşunun diğer var olanlar ile ayrımsız olduğunu fark eder. Varoluşçuluğun bir prensibi de, varoluşunu idrak edebilecek tek öznenin insan oluşudur. İnsanı diğer var olanlardan ayıran yegâne şey özüdür, bu özü de bireyin tercihleri oluşturur. Roquentin evvela nesnelerin keşfi ile bir uyanış –buna kendisi “bunalım” der– yaşar. Nesnelerin var olduğuna kanaat getirdikten sonra kendi varoluşu üzerine düşünmeye başlar ve kendi varoluşunun da tıpkı diğer her şey gibi rastgele ortaya çıktığını söyler. “Var olmaya hakkım yoktu” derken varoluşunun altında hiçbir neden olmayışına dair inancını ifade eder. Varoluşçuluğa göre gerçekten var olmak için bir neden yoktur. Var olan vardır, o kadar. “Niye varım, var olmamdaki amaç ne?” soruları hem cevapsız hem de anlamsızdır. Bu soruların cevapsızlığı ve varoluşun inisiyatifsizliği ruhsal bir bunalım/kaos yaratmaktadır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, teizmin yarattığı kutsal inancı her ne kadar yaşam içerisinde bir antinomi olsa da, kaosun üstüne suni perdeler çekerek varoluşu kendine bağlamak ister

Tanrıtanır varoluşçuluk bu gibi bunalım/kaoslardan kaçınmak için varlığı tanrıya; özü, özün meydana gelmesini de öznenin seçimlerine bırakmışlardır. Bu seçimlerden de gene tanrıya karşı sorumlu olma kaidesini varoluşçuluklarının içine sığdırmışlardır. Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğu ise bunun aksine varlığı herhangi bir nedene, inanca bağlamadığı gibi özün oluşmasında kıstas olan seçimleri sınırsız bir özgürlüğe bağlamıştır. Bu özgürlük konforlu bir alan olarak görünse de özgürlüğün kendi içerisinde yarattığı bir sıkışmışlığı, mahkûmiyeti getirmektedir. Bu da ilk romanı olan ‘Bulantı’ ya da ad olan kavramı yaratmıştır. Bu, Albert Camus’ta boyut değiştirerek “saçma” kavramına evrilmiştir. Bunu da ‘Sisifos Söyleni’ adlı kitapta kurmuştur. Camus da varlığın nedensizliği ve anlamsızlığından yana taraf olmuştur. İnsan da tıpkı mitolojik bir karakter olan Sisifos gibi saçma bir durum içindedir. Nasıl ki mitolojik karakter her defasında düşen kayayı tekrar düşeceğini bilmesine rağmen yukarı çıkarmaya çalışır, insan da böyledir. Nasıl Sisifos’un bu eyleminde bir anlam yoksa, insanın varoluşunda da bir anlam yoktur. Varlığın anlamı yoksa da varlık, var olmakla zorunlu ve buna mahkûmdur.

Çevreme kaygılı gözlerle baktım: şimdiden başka bir şey yoktu. Şimdileri içinde kabuk bağlamış, hafif ve sağlam mobilyalar; bir masa, bir yatak, bir aynalı dolap ve ben. (Şimdinin gerçek özü kendini açığa vuruyordu. Şimdi var olandı, şimdi olmayan hiçbir şey var olmuyordu.)” (Sartre, 2020: 143)

Varoluşçuluğun zamansallığı üzerine konuşulacak olursa, geçerli olabilecek tek zamansal kavram “şimdi”dir. Varoluş için “geçmiş” geçerli değildir. Varoluş her ne kadar “gelecek”i oluştursa da varoluş için geçerli olan “şimdi”dir. Geçmişte var olmanın yahut gelecekte var olacak olmanın bir önemi yoktur. Çünkü içinde yaşanılan an “şimdi”dir ve “şimdi”nin kapsadığı alan dışında kalan hiçbir şey yoktur. Var olanlar şimdi vardır. Geçmişte var olanlar artık yoktur, gelecekte olacak olanlar ise henüz yoktur. Bu doğrultuda varoluşçuluk felsefesine göre var olan tek şey yaşanılan zamandır ve o zamanın içinde olanlardır. Roquentin de, yatak odasındaki nesneleri incelerken varlığın zamansallığını kavramaktadır. Bu da özneye geçmişte yaşadıkların aslında yok, gelecek ile de henüz yüz yüze kalınmadığından o da yoktur demektir. Bu da özneyi “şimdi”nin içerisine hapsetme durumuna yol açtığından gene kaotik bir zamansallık sunar. İnsan, “şimdi”nin geçmiş ile yer değiştirmesini, geçmişe dönmeyi arzular çoğunlukla. Bu arzunun karşısına yokluğun yerleşmesi öznede yıkımlar yaratmaktadır. “Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç.” (Sartre, 2020: 143) Roquentin geçmişin var olmadığına inanmaktadır. O artık, var olmak için önce “hiç olmak” gerektiğini düşünmektedir. Artık onun için var olan her şey şimdi vardır. Nesnelerin ardında anlam arama uğraşını bırakmıştır. “Artık biliyorum: şeyler göründükleri gibi, onların ardında hiçbir şey yok.” (Sartre, 2020: 144) diyen Roquentin, Sartre’ın ontolojik zamansallığına ait pencereden seslenmektedir aslında.

Varım, düşünüyorum, öyleyse varım; varım, çünkü düşünüyorum. Peki, niçin düşünüyorum? Düşünmek istemiyorum artık; var olmak istemediğimi düşündüğüm için varım, düşünüyorum.” (Sartre, 2020: 149-150)

Düşünceden kurtulmanın imkânı olmadığı gibi var olmaktan sıyrılmak da mümkün değildir. Düşünceden kaçılırken dahi bir düşünce yerine oturur. Bu durum gibi varoluştan kaçmak da mümkün değildir. Bir kere var olduktan sonra artık bunu tersine çevirmek olanağı bulunmaz. Varoluşun farkına varılmadığı sürece bir hiçlik sahasında durulmuş vaziyettedir özne; ancak bir kere bu uyanış gerçekleştiği zaman artık geri dönüşü olmayan bir şeydir. Öznenin varoluş süreci de evrenin varoluşu ile benzerdir. Özne önce varoluştan habersizdir. Bunu “hiçlik” olarak adlandırmak gereklidir. İkinci süreç de varoluşun sezinlendiği bunalım devresidir. Bunu da kaos olarak adlandırıyoruz. Üçüncü ve son süreç ise, kozmos, yani düzen dönemidir. Evrende düzen olarak adlandırabileceğimiz sistem ve sistemler rastgele meydana gelir iken; öznenin düzeni, kozmosu kendi tercihleri ile meydana gelir. Her ikisinde de düzen, yani kozmos sona ermez. İkisi için de her an yeni düzenler, yani varoluşlar mümkündür. Varoluş; hiçlik, kaos ve düzen ile kendisini tamamlar. Burada Roquentin kaos sürecindedir. Varoluşunu sezinlemiş, fakat uyandığı bir önceki hiçlik dönemine dönmek istemektedir. Ancak varoluşun en önemli kıstaslarından biri olan geri dönülemezliğin de farkındadır. “Hiçbir şey var olmuş.” (Sartre, 2020: 153) derken varlığın öncesinin hiçlik olduğunu ileri sürerek bütün bir varlığın hiçlikten doğduğunu söyler. Var olmaktan tiksinmiş, nefret etmiştir. Var olmayı korkunç bir şey olarak görmektedir. Ancak bunu da bir çeşit varoluş olarak değerlendirir. Varlık üzerimize yapışan dolayımsız bir şeydir çünkü onun için.

Var olmanın kaosunu derinlemesine yaşayan Roquentin var olmayı bir düşüş olarak görür. Ona göre, “varoluş düşen bir düşüştür” (Sartre, 2020: 151). Toplum içerisinde bir yaşam için ona göre “varoluş bir kusurdur” (Sartre, 2020: 151). Var olmayı öylesine rahatsız edici bulmaktadır ki onu alçaklık olarak adlandırmaktadır. Bir bakıma var olan her şeye, dünyaya, şeylere dair duyulan tiksintinin şiirini yazar. Var olmanın bulantısı, varlığın sezişinden kaynaklanan düşüncelerin yarattığı sarmaldır. Bulantı her yerdedir. Bundan kaçacak bir yer yoktur, olsa dahi varoluş orada da olacaktır. Çünkü var olan kendisidir ve o nerdeyse varoluş ordadır. Bunu da; “Varoluş her yerde, yoğun, ağır ve tatlı. Ama bütün bu tatlılığın ardında, ele geçmez, yakın ama yine de uzak, genç, acımasız ve durgun bu… Evet, bu eğilip bükülmezlik var.” (Sartre, 2020: 153) diyerek anlatır.

Dünyadan ve insanlardan, daha doğrusu varoluştan nefret etmeye başlayan Roquentin’e, Otodidakt, “Belki de insanlardan nefret ediyorsunuz.” (Sartre, 2020: 178) diyerek onun bu durumunu özetlemeye çalışır. Ancak bu onun nefret duyduğu salt özne olarak insan değil, varoluşun kendisidir. Varoluş için, kendi varoluşu için hiçbir neden ve amaç saptayamaz. Kendini bu doğrultuda gereksiz ve fazlalık olarak görür. Varlığın “fazladan” / ”olumsal” niteliği insanda Roquentin örneğinde olduğu şekilde görülür. Roquentin kendi varlığını da tıpkı dünya içindeki nesneler gibi “saçma”, “yararsız” ve “fazladan” bulur.

Salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi şiddetli bir tiksinti kaplıyor. Ne işim var burada? Ne diye kalkıp hümanizm üzerine konuştum? Bu insanlar niçin burada? Neden yemek yiyorlar? Var olduklarının farkında olmadıkları besbelli. Çıkmak, herhangi bir yere gitmek istiyorum. Gerçekten kendi yerimi bulacağım, içine yerleşeceğim bir yere… Ama benim yerim diye bir şey yok; ben fazlalığım.” (Sartre, 2020: 179)

Roquentin, insanların var olduklarının farkında olmadığını bir hiçlik döneminde yaşadıklarını düşünmektedir. Onların var olduğunun farkında olan Roquentin ise artık varoluş kaosunu iyice yaşamaktadır. Bu kaosun adı onun için bulantıdır.

Demek ki bulantı bu: kör edici apaçıklık? Üzerine kafa patlattım! Yazılar yazdım! Şimdi biliyorum: varım –dünya da var– ve dünyanın var olduğunu biliyorum. Hepsi bu. Benim için önemli değil. Benim için hiçbir şeyin önemli olmaması çok acayip, korkuyorum bundan. (…) Dayanamadım. Nesnelerin bu kadar yakın olmalarına dayanamıyordum. Bir kapıyı itiyor, içeri giriyorum; tüm bu hafif varoluşlar bir hamlede doruklara konuyorlar. Kendime geldim şimdi, nerede olduğumu biliyorum. Parktayım. Koca koca gövdeler, gökyüzüne uzanan kara ve boğumlu eller arasında bir sıranın üzerine bırakıyorum kendimi. Bir ağaç, ayaklarımın altında, toprağı bir kara tırnakla kaşıyor. Kendimi bırakmak, unutmak, uyumak istiyorum. Ama yapamıyorum, boğuluyorum: varoluş her tarafımdan, gözlerimden, burnumdan, ağzımdan içeri dalıyor. Ve birden perde yırtılıyor, anladım, gördüm.” (Sartre, 2020: 179-180)

Nesneler, kendilerine verilen soyut tarif ve anlamlarının dışında çırılçıplak bir halde kendisine görünmektedir. Her şey nasılsa öyle var olmaktadır. Varlık en katkısız ve en açık şekilde vardır artık. Ancak Roquentin bundan memnun değildir. “Bütün nesneler… Nasıl söylesem… Beni tedirgin ediyorlardı; daha hafif, daha kuru ve soyut biçimde, daha derli toplu var olmalarını isterdim.” (Sartre, 2020: 187) Bu müstehcen ve ürkütücü çıplaklık onun için var olunacaksa buraya kadar olunması gereken yerdir. Varoluş her yandan kuşatmış, en küçük şeyler bile var olmuş, varoluşu ona duyurmuştur. Bu kaostan/bulantıdan kurtulmak için uyumak istemektedir. Uyumakla düzene/kozmosa ulaşacağını umar bir an, ancak bunun imkânsız olduğunu da bilmektedir. Varlığının, varlığın nedensizliğini “Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış var olan başka bir şey değildik. Burada bulunmamız için tek bir neden yoktu, hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. Utanç ve belirsiz bir tedirginlik duyan, her var olan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık hissediyordu. Fazlalık: bu ağaçlar, bu kapılar, bu çakıl taşları arasında kurabildiğim tek bağıntı buydu.” (Sartre, 2020: 188) diyerek aktaran kahraman daha önce de ifade ettiğimiz gibi “saçma”ya varacaktır:

Saçmalık ne kafamda bir düşünce ne de bir insan sesinin tınlayışıydı. Saçmalık ayaklarımın dibinde ölmüş olan o uzun, ağaçtan bir yılandı. Yılan ya da pençe, kök ya da akbaba pençesi, hangisi olursa olsun önemi yok. Kesin bir açıklama yapmaksızın, ‘Varoluş’umun, ‘Bulantı’larımın ve kendi yaşamımın sırrını ele geçirdiğimi kavradım. Nitekim daha sonra kavradığım her şey bu kökel saçmalığın alanına girdi. (…) Bu saçmalığın mutlak olma özelliği taşıdığını açıklamak istiyorum. (…) Ben biraz önce mutlak olanı yaşadım: mutlak olanı ya da saçmayı yaşadım.” (Sartre, 2020: 189)

Sartre öznenin varoluşunda herhangi bir neden yahut anlam bulmaz. Buna göre anlamsızlık varoluşun kendisidir. Dünyaya fırlatılmış olan insanın, dünyaya geliş nedeni ve amacı tanrısal bir inançla desteklenmediğinden bu durum, yani varoluş saçmadır. Camus’un “absürt” kavramı ile Sartre’ın ‘Bulantı’da oluşturduğu “saçma” birbiriyle kesin olarak örtüşmez. Sartre “varoluş”u tamamıyla saçma ve karamsar bir çerçeve ile sunarken, Camus “saçma”yı kurarken anlamdan yoksun bırakmaz, anlamı insan ile temellendirir. Bu bağlamda Sartre’da “varoluş” saçmadır; ancak Camus’ta bu “saçma”nın ümidi insandır. Kaos düzensizliği içerdiğinden anlamı da içermez ve dolaylı olarak kaos da saçmaya benzetilebilir. Özne kendisini saçma olan içerisinde topluma, dünyaya, diğer öznelere ve topyekûn şeylere yabancı hisseder. Yabancılaşır. Roquentin de bu varoluş içerisinde, varlığını, var olmayı duyumsadığı bu kaos içerisinde her şeye yabancılaşmaktadır. Varoluşu duyumsamadığı, yani hiçlik evresi içinde iken önem verdiği şeyler önemini yitirmiştir artık. Var olduğunun farkında olmayan insanlar için önemli olan aşk, bilgi, cehalet ve pek çok şey artık Roquentin için önemini varoluş karşısında yitirmiştir. Çünkü “açıklamaların ve nedenlerin dünyası, varoluşun dünyası değildir” (Sartre, 2020: 190). Varoluş yoğun, anlamsız, durmadan yenilenen, bitmeyen ve kesin bir kargaşadır. Bu kargaşa felsefi olarak varlığın varoluşu ile başlar.

Varoluş bellekten yoksundur, kaybolmuşlarla ilgili tek bir anısı yoktur. Varoluş her yanda; bitimsiz, fazladan, her yerde ve her zaman – ancak varoluşla sınırlanan varoluş.” (Sartre, 2020: 194)

Martin Heidegger’e göre, “var olmanın farkında olan insan için sakin olmak olanaksızdır, o zorunlu olarak mutsuz bir varlıktır” (Heidegger, 2020: 247). Roquentin var olmanın farkındadır. Bu sebeple mutsuzdur. Varoluş için geçmiş, gelenek gibi bitmiş, yenilenmeyen, kemikleşmiş yapılar söz konusu değildir. Kaosu yaratan da bir bakıma budur; çünkü bu özneyi köksüz ve öncesiz kılar. Öznenin tek yaşam alanı “şimdi”dir. Gelecek için yaşamak zorunda olduğu tek alan “şimdi”dir. Roquentin her ne kadar geçmişte yaşamanın hayalini de kursa bir an bunun imkânsız olduğunun bilincindedir. “Geçmişim öldü!” (Sartre, 2020: 227) derken varoluş için geçmişin imkânsızlığından söz eder. Ancak Sartre’ın da dediği gibi, “geçmiş, şimdiki zamana gerçekten de musallat olabilir” (Sartre, 2010: 106). Roquentin’in başına gelen de budur.

KAYNAKLAR:

– Sartre, J.P. (1997), ‘Varoluşçuluk’, Çev. Asım Bezirci, Say Yayınları, İstanbul.

– Sartre, J.P. (2020), ‘Bulantı’, Can Yayınları, Çeviren Selahattin Hilav, 46. Baskı, İstanbul.

– Heidegger, Martin (2020), ‘Varlık ve Zaman’, Çev. Kaan H. Ökten, Alfa Yayınları, İstanbul.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar