EDEBİYAT FELSEFE 

‘BULANTI’ / VAROLUŞ VE KAOS (1)

Bu çalışmamızda İkinci Harp’ten sonra tahakküm kılan varoluşçuluk felsefesinin kaos teorisi ile benzeştiği noktaları ele alacağız. Bizim edebiyatımıza da sirayet etmiş olan bu felsefenin sözcüsü niteliği taşıyan Sartre’ın ‘Bulantı’ adlı kitabında varoluş durumlarının hiçlik kaos ve varoluş ile örtüştüğü noktalara değinilecektir. Çalışmayı kısaltma çabaları insafsız göründüğünden dolayı bölümler halinde yayımlanması uygun görülmüştür.

Dünya üzerinde var olma bilincine ulaşıldığı günden beri var olmanın sınırsız anlam arayışları son olarak varoluşçuluk fikrini doğurmuştur. Bu fikir yalnız düşün dünyası ile sınırlı kalmamış, özellikle başta edebiyat olmak üzere sanatın pek çok alanına yansımış ve bu yansıma aracılığı ile gelip geçici olmamış, hâlâ eski canlılığını korumamakla birlikte yaşamını sürdürmektedir. İkinci Dünya Savaşı ardınca yaygınlaşan bu düşünce sistemi, bireyi ‘seçme’nin tutsağı olarak görmüştür. Köklerinden kopmuş, herhangi bir bağı bulunmayan bireyin felsefesi olarak bilinen bu düşünüş, Birinci Dünya Savaşı’nın ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı kaotik ortamdan beslenmiş, kuvvetini bu dönem üzerinde tahakküm kılan duygulardan almıştır. Birinci ve İkinci Harp’ten evvel kendisine büyük güven ve gurur duyan Avrupa’nın, yaşadığı can ve mal kayıpları, savaştan çeşitli uzuvlarını kaybederek dönenler, savaşa gidip ölümün soğuk yüzü ile tesadüf edenler ve savaşlardan sonra büyük bir işsizlik bunalımına düşenler önce savaşı, sonra inandıkları ve sıkı sıkıya bağlandıkları şeyleri ve en sonra da kendilerini sorgulamaya başlamış ve bu sorgulayıştan daha evvel, inandıkları yahut inanmak ve seçmek için hazırlandıkları şeylere karşı güven yitimine uğramıştır. Bu güven kaybı kolektif bilincin sarsılması ve bireyselliğin öne çıkmasına sebep olmuş, bireyi öne alan düşünce sistemleri daha çok değer görmüştür. Varoluşçuluk düşüncesi de bireyi, salt birey odaklı düşünceyi temele alan en önemli sistemlerden biri olarak felsefenin içerisinde yerini almıştır.

Varoluşçu fikrin, “II. Dünya Savaşı’ndaki Fransız Kurtuluş Hareketi’nden bu yana” (Foulquie, 1998: 7) edebiyatın ‘varlık’a yönelme noktasında büyük etkileri olmuştur. Varoluşçuluğun ne olduğu sorusuna cevap verirken ilkin bu kelimenin tahlili yapılmalıdır. Varoluşçuluk türetilmiş bir sözcüktür. “Varoluş (existence) isminden ilkin varoluşsal (existentiel) ve varoluşla ilgili (existential) sıfatları türetilerek ve daha sonra bunlara -culuk soneki eklenerek ortaya çıkarılmıştır. Bu sonek, genellikle, bir öncelliğin tanınıp kabul edildiğini gösterir.” (Foulquie, 1998: 9) Buradan anlaşılıyor ki bu kelimenin özü varlık sözcüğüne dayanmakta ve bu düzlemden hareket ederek işlemektedir. Varoluşçuluk öz itibariyle, varoluşun önceliğini ya da ilkliği benimseyen bir kuramdır. Türkçemize varoluşçuluk olarak geçen ‘egzistansiyalizm’, bireyin varoluş problemini en iyi ve en geniş olarak edebiyatta işlemiştir. “Başlangıcını ve temellerini Blaise, Pascal, Bergson, hatta Sokrates’e kadar götürenler olmakla birlikte egzistansiyalizm asıl, XIX. yüzyılın ortalarından sonra şekillenmiş, 1930’lu yıllardan sonra yaygınlık kazanmıştır.” (Çetişli, 2009: 181) Bu felsefi akım içerisinde ilk büyük isim Søren Kierkegaard’dır. Kierkegaard’ın ardından pek çok yazar ve filozof bu sistemi benimseyip geliştirmiştir. Bu felsefi savı sürüp geliştiren, Nietzche, Heidegger, Marcel, Jaspers, Ponty, Beauvoir ve bu sistemin en güçlü sözcüsü Jean-Paul Sartre gibi isimler, bu sistemi yazdıkları ile savunmuştur. Varoluşçuluğun köklerinin kendinden evvelki felsefi sistemlere dayandığını, onlardan yararlandığını ifade etmiştik, bu bağlamda biz varoluşçuluğun öz itibari ile eskiden yararlandığını, var olanı geliştirdiğini, var olanın üstüne yoğun ve katmanlı bir yapı inşa ettiğini, bunu da edebiyat aracılığı ile ikinci dünya savaşı esnasında oluşturduğu ve sonrasında da geliştirdiği fikrini paylaşıyoruz. “Varoluşçuluk, köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, topluma yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren bir felsefedir. Bu felsefe daha çok, toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu, günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde ortaya çıkar.” (Sartre, 1997: 10) Bir umutsuzluk ve yıkımdan hareketle ortaya çıkan bu sistem, Alman işgali ile birlikte kendisi için gelişip yaşayabileceği bir ortam bulmuştur. Alman işgali ile umutsuzluğa kapılan, tarihine olan güvenini yitirip kendine yabancılaşan Avrupa halkları da bu felsefeye sarılmış, yaşadığı çağın felsefesi olarak görmüştür. “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra varoluş felsefesi bir süreliğine çağın felsefesi kabul edilmişti.” (Störıg, 2011: 553) Böyle bir yıkımın benzeri bizim ülkemizde de yaşanmış, çeşitli politik devirlerin yarattığı yıkım ve değişimler, Türk halkının geçmiş ile olan bağını zayıflatmış, onu bir uzam içinde yabancılaştırmıştır. Toplum geniş bir mekânda birbirine yabancı, gelenekle bağları zayıf bireyler ile dolmuştur. Bu bahiste Türk romanı ve diğer yazınsal ürünlerinde, yazarların kendileri bunu ifade etmese de, varoluşçu öğeler bulunmaktadır.

Varoluşçuluk için, “genel bir çerçeve içinde kalındığında, varoluşçu filozofları birleştiren ortak ilginin insan özgürlüğüne dönük bir ilgi olduğu söylenebilir”. (Cevizci, 2009: 1141) İnsan özgürlüğünden kasıt, bireyin kendini oluşturmasındaki sınırsız özgürlüğüdür. Varoluşçuluk kendinden önceki felsefi sistemlerin aksine varlık konusunda geneli imlemez, onun düşündüğü varlık bireyin varlığıdır, varoluşçuluk bireyin, tekil varlığın, ‘ne’liği, ‘nasıl’lığı olarak çıkar karşımıza. Varlık dendiğinde genel bir insan varlığı değil de bireysel bir varlık gelir akla. Varoluşçuluk öncesindeki felsefeler varlığa genelin (insan) varlığını ifade eden yöntemlerle eğilmişlerdir. “Hâlbuki egzistansiyalizm, tam bunun zıddına bireyseldir, bireye dayanır ve bilfiil birey (Ali veya Veli) üzerinde durur. Çünkü gerçek varlık insanın kendi ferdiyetinde; gerçek bilgi de insanın kendini bilmesindedir.” (Çetişli, 2009: 189) Varoluşçuluk bütünden ziyade parçanın serüveni ile ilgilidir. “Gerçekten de varoluşçular, her şey bir yana insanlara, özgür olduklarını göstermeyi, onların gözlerini hep doğru olmuş olan, fakat şu ya da bu nedenle her zaman farkına varılamayabilen bir şeye, yani insanların yalnızca belirli bir durumda ne yapılacağını değil, fakat neye değer verileceğini ve nasıl yaşamak gerektiğini seçmek bakımından özgür oldukları gerçeğine açmayı amaçladılar.” (Cevizci, 2009: 1141) Bu özgürlüğün dayanak noktası varlığın özden önce gelme varsayımıdır. “Birçok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir dinsel düşünceden ileri gelir: Gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz, varoluştan önce gelir. Bunun gibi, insanı tanrının yarattığını sanan kimseler de, böyle düşünerek, tanrının bu işi haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varırlar. Tanrıya inanmayanlar ise, aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda var olabileceğini ileri sürerler. Bütün XVIII. yüzyıl, ‘insan doğası’ denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise, insanda –ve sadece insanda– varoluş özden önce gelir.” (Foulquie, 1998: 98) Varoluşçuların birleştikleri noktalardan biri varlığın özden önce gelişidir. “Varoluş özden önce gelir. İyi ama bu ne demektir? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır. Varoluşçuya göre insan daha önceden tanımlamaz, belirlenemez; hiçbir şey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır.” (Sartre, 1997: 63-64) ‘Varoluş özden önce gelir’ savı insana kendini oluşturmak noktasında özgürlükler sunmaktadır. Buna göre, “önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir”. (Foulquie, 1998: 59) Birey kendini oluşturma noktasında özgür tercihleri ile baş başadır. “Varoluşçu felsefeye bağlananlardan veya en azından egzistansiyalizmin okuyucularından, sadece insanın özgürlüğünün mahiyeti üzerinde düşünmeleri değil, çok daha önemlisi, özgürlüğü tecrübe etmeleri, onu hayata geçirmeleri talep edilir.” (Cevizci, 2009: 1142) Bu özgürlük durumunda iyi ve kötü kavramları geçerliliğini çoğu yönden yitirmeye başlar. Bir şey başkası tarafından ne kadar kötü algılanırsa algılansın, seçimi yapacak kişi yaptığı seçimde özgürdür. İyiyi de seçebilir, kötüyü de; eğer kötüyü seçiyorsa bu salt onun tercihidir ve kötü olarak değerlendirilmesi imkânsızdır. Kötünün veya iyinin seçimi bireyi etkilediğinden bunun sorumluluğunu da birey üstlenir. İnsanoğlu kendini yaratmakla yükümlüdür, buna mahkûmdur. Seçme ve tercihlerinin bir sonucu olarak kendini meydana getirmek yalnızca insana hastır. Bu da insana tercihlerinin sorumluluğunu yükler. “Bizler insanız; ama hangi insan olacağız? İşte, ancak bu sınırlar içinde özgürlüğe açık bir kapı kalır.” (Foulquie, 1998: 61) Bu olgularla birlikte iyi ve kötü yargılarının öznelleştiğini ifade etmiştik. Bu noktada ahlak konusu ortaya çıkmakta ve genel bir ahlakın olamayacağı fikri doğmaktadır. “Ahlaka en uygun bir biçimde yaşamak, insanca yaşamaktır: Düşünürlerin tümü de bu tanımı benimser. Ama örnek tutarak yaşayacağımız, insan kimdir? Bu ne André, ne Jean, ne Neron, ne de Caligula olabilir. Ortalama bir insan da –beş para etmez bir model– olamaz. Öyle görünüyor ki ahlak, kendileriyle ilişkiler kurduğumuz insanların dışında, insanların gerçek örneğini, insan özünü benimsemedikçe olanak kazanamaz.” (Foulquie, 1998: 11) Birey verdiği kararlar içerisinde kendi oluşturduğu, salt kendini ilgilendiren, kendisi için bir ahlak olgusuna başvuracaktır. Herkes için, yani karar veren için, başkalarını bağlayıcı olmayan bir ahlak vardır. Bu kişiye göre değişen, geneli değil, bireyi bağlayan bir ahlak bütünü olarak var olur. Varoluşçuluk için ifade edilen bir diğer özellik, bilhassa tanrısız varoluşçuluk için bu ifade edilir, onun bir bunalım felsefesi oluşu ve bir tıkanmadan öteye geçemeyişi, geleceksiz bir felsefe olmasıdır. Gerçekten de varoluşçuluk, insanın bir bunaltı içerisinde olduğunu ifade eder. Bu bunaltının kaynağı, “insanın sınırlılığı ve yoklukla yüz yüze bulunması; kendi kendini yaratmak, bu yaratma esnasındaki seçme mecburiyeti ve seçmedeki hürriyetindendir”. (Çetişli, 2009: 184) İnsan, kendi isteği dışında dünyaya gelmiş, yalnız ve desteksiz bırakılmış, kendi kendini yaratmakla yükümlü duruma gelmiş, bu eylemlerin sorumluluğunu sırtına almıştır. Kendi kararları sonucunda oluşan olumsuz hiçbir sonuçtan şikâyet, pişmanlık gibi durumlar söz konusu olamaz. Bu sebeple bir özgürlüğe mahkûmiyetlik gerçeği vardır. Üstelik varoluşun sonu, yani ölümle birlikte biten varoluş, bir hiçliğe, saçmaya varabilir.  Nazizm’in tetiklediği yıkımla oluşan yitimler ve gelişen toplumsal değişimlerle beslenen varoluşçuluk bir çağın felsefesi olarak dergi ve inceleme kitaplarında çok yer bulmakla birlikte edebi ortamda çokça işlenmiş bir felsefedir.

Heidegger, Sartre, Camus gibi yazar ve felsefecilerden sonra gücünü yitiren varoluşçuluk, insanın özüne verdiği şekil konusunda sınırsız bir özgürlüğünün bulunduğunu bildirmiştir. Bu varoluş bunalımı günümüz için de geçerlidir. Günümüzde yaşanan teknolojik gelişmeler, reklam ve tanıtım araçları gibi insanı etkileyen ve karar vermekte onu yönlendirerek özgürlüğünü sınırlandıran bu olgular, varoluş çabasındaki XXI. yüzyıl insanı için giderek büyüyen bir tehlikedir. Bu durum, XXI. yüzyıl insanını kendi yaratımından uzaklaştırıp yitimlere sebep olarak bunalımlara sürüklemektedir. Bu çağ insanı giderek tek tipleşerek özünü yitirmekte ve varoluşunu kendi ellerinden kaçırmaktadır. Artık insan özgürlüğün mahkûmiyetinden ziyade gelişen teknoloji ile başkalarının hapsindedir. Varlığını salt kendi kararları ile oluşturamamaktadır. Artık başa bela olan, bunalım yaratan, salt karar verme özgürlüğü değildir. XXI. yüzyıl insanı saydığımız bu olgularla birlikte günümüz varoluş romanlarına dâhil olacaktır.

KAYNAKLAR:

– Foulquie, Paul (1998), ‘Varoluşçunun Varoluşu’, Çev. Yakup Şahan, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.

– Çetişli, İsmail (2009), ‘Batı Edebiyatında Akımlar’ (Editör Zeynep Emeksiz), Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir.

– Sartre, J.P (1997), ‘Varoluşçuluk’, Çev. Asım Bezirci, Say Yayınları, İstanbul.

– Störıg, Hans Joachım (2011), ‘Vedalardan Tractatus’a Dünya Felsefe Tarihi’, Almancadan Çev. Nilüfer Epçeli, Say Yayınları, İstanbul.

– Cevizci, Ahmet (2009), ‘Felsefe Tarihi / Thales’ten Baudrillard’a’, Say Yayınları, İstanbul.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar