PANDEMİ GÜNLERİ, AYASOFYA, ‘UÇAN’ EKONOMİ, TİMSAH GÖZYAŞLARI VS.
-ADANA-
Her geçen günün dünü arattığı bir yaşamın belki de orta yerinde, belki kıyısında ya da olur olmaz bir yerinde akıp gidiyor ömrümüz. Bir yanda salgın, gittikçe artan vakalar; diğer yanda işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, cehalet, karanlık… Ve ışıkların görünüp de önüne bir perde çekilemediği her yerde o istikamete giden tüm yolların tuzaklarla döşenmiş olması…
Kadın-çocuk cinayetleri, bağışlar, yardım, dijital yayınlar üzerinden o aptalca konserlere harcanan paralar, savurganlık, yalanlar, nefret söylemi, ırkçı söylem, Ayasofya üzerinden iktidar ile muhalefetin “Evet, ibadete açılsın” yarışı… Gerçek gündemimiz hep ve her zaman kesintisiz bir şekilde, işte böyle hasıraltı edilip duruyor.
Bir ülke düşünün; “yerli ve milli” tartışmaları arasında gündemi ayran olan. Ayrandan gündemi olan bir ülkede, ne yazık ki, ne kadın cinayetleri ne gizlenen işsizlik rakamları ne sahte veriler, atanamayan öğretmenler ve çökmüş batmış bitmiş ekonominin kalan kırıntılarının üç-beş müteahhide peşkeş çekilmesi bir türlü gündem olabildi.
İlginç ama “İstanbul Sözleşmesi” gündem oldu birileri istemese de. Muktedirlerin çocukları bile en sonunda az sayıda da olsa bir şeylere ses verdi. Göz bebekleri, yandaşları, sahibinin sesleri, inadına her türlü lanet olasılığı savunabilecek kadar çukur olan kalemlerle bile şimdi yargı önünde hesaplaşmaya hazırlanıyorlar.
Ve etrafımıza dönüp baktığımızda belki de ülke tarihinde hiç görülmediği kadar birilerinden cesaret alan ruh hastalarıyla karşılıyoruz. Ayasofya meselesini dünyaya karşı kazanılmış bir zafer gibi görenler, bağıra çağıra, açık seçik, bangır bangır bağırarak hilafet isteyenler…
Kadına, çocuğa, doğaya, sokaktaki bir masum hayvana, insanlığa zerre kadar saygısı olmayan, sevgiden, ahlaktan, vicdandan yoksun siyasal İslamcılar, nereye el attıysa işte orası çürüdü. Allah’ın adını anıp da çocuk evliliğini savundular, fetvalar verdiler, bir ölüyle bile cinsel ilişkiye girilebileceğini, öz kızına insanın şehvet duyabileceğini söyleyecek kadar aşağılık söylemlere sarıldılar da ne yargı, ne siyasi erk ağzını açıp da bunlara bir kez olsun “Dur!” dedi.
Kafasına fes-kavuk takan, cübbe giyip açılışlarda poz verenler, bir tarikat şeyhinin elini öpünce elektrik çarpmış gibi transa girenler, başka bir tarikat şeyhinin “Allah aşkıyla kendinden geçti, zapt edemedim” deyip önce müridini, sonra müridinin nişanlısını, sonra da annesini bademlediğinin tutanaklarını okudu bu millet. Ve tam anlamıyla tımarhaneye dönmüş bir ülke…
Paçalarından cehalet akanlar, örgütlü cehalet, yozlaşma, kirlenme, koro halinde halka yalan söylemek, Diyanet’in başındaki gibi lanet okuyup bilmem kaç kere çark etmek… Onlar hep kandırıldı, onlar hep aldatıldı. Onlar herkese ve her kesime seslendi. “Gelin, birlik olalım” dediler. Partilerinden, teşkilatlarından, cemaatlerinden kim kopacak olsa, “Etmeyin, gitmeyin, günahtır, bu ümmeti bölmeyin” dediler. Kendileri birilerine yaklaşınca “vatansever” oldular. Muhalifler başka kesime gidince onları da vatan haini ilan ettiler.
Şimdi her şey yerle yeksan olmuş, baksanıza. Eğitim çökmüş, pandemi yönetilemiyor ve vakalar patlamış durumda. Yandaş anket firmaları bile bir çöküşün başlangıcının sinyalini vermeye başladı. Her ne kadar muhalefet, yeterli olmasa da, sağdan medet ummaya devam etse de, öyle ya da böyle bir sona doğru gelindi. Onların tünelin ucunda gördüğünü iddia ettikleri ışık aslında hiç olmadı ve bir hayal ürünüydü.
Oysa bir ışık var. Güneş doğacak, ışığa giden bütün yollardaki tuzaklar, o güneşin doğuşuyla kendiliğinden yok olmasa da bu mutsuz çoğunluk bozacak bu oyunu, boşa düşürecek tuzakları…
Artık ne Ayasofya, ne uçan ekonomi, ne kişi başına düşen milli gelirimizin bilmem kaç bin dolara yükselmesi, ne “Din elden gidiyor” feryatları, ne ümmet, ne hilafet, ne de timsah gözyaşlarına kanıyor bu ülkenin insanlar. Bu millet gördü, o gözyaşlarının altındaki sırtlan gülüşünü… Ve bu ülke, her şeye rağmen yarattığı cellada, kendi öz çocuklarını yedirmeyecek.