EDEBİYAT 

TÜNELİN SONU

Saçları dumandan trenler vardı, çocukluğumun en güzel maceralarını yaşadığım. Köye gideceğimiz gün ailecek sabah namazı vaktinde uyanıp üzerimizi giyer, karanlıkta, ellerimizde çantalarla istasyona kadar yürürdük. O çantalardan biri de benim payıma düşer, yolculuk hevesiyle bileklerim ağrısa da sesimi çıkarmadan taşırdım. Sıraya girip biletimizi alır, telaşla perona koşardık. Tren, çığlık çığlığa sokulurdu istasyona. Büyük abim beni kollarımdan kaldırırdı, heyecanla vagonun kucağına atlardım.

Babamın “kompartıman” dediği odaya yerleşirdik. Ağzımız kulaklarımızda, gözlerimiz ışıl ışıl bakardık birbirimize. Türkçe dersinde mutluluğu cümle içinde hiç kullanmasam da o an bilirdim nasıl güzel bir şey olduğunu. Annem basma peynir, haşlanmış yumurta, taze ekmek çıkarırdı çantadan. Oysa ben çok şey istemezdim. Bir pencere yeterdi bana. Kaloriferin üstüne çıkar, yüzümü rüzgâra karşı gererdim. Çenem pencereye dayalı, bir türkü tuttururdum yarım yamalak, ovalara, dağlara, adını bilmediğim köylere doğru, savrula savrula. Irmakların çağıltısı, ormanların uğultusu susardı; her şey treni, tren beni dinlerdi.

Tünellerden geçtikçe içimin aydınlığı artardı. Tüneller, bütün karanlıkların bir yerde bittiğini söylerdi bana; gülümserdim, sır diye söylemezdim. Yaşım küçüktü. Saçlarım dağınık, elim yüzüm kapkara, ineceğimiz istasyona yaklaştıkça içime bir belirsizlik çökerdi.

Köy otobüsü gitmeden yetişmemiz gerek, yoksa bir hafta ilçede kalırız” derdi babam. Ayağımda üç numara büyük ayakkabı, yine elimde bir çanta, büyüklerimin “Arkada kalma Elif!”, “Hadisene Elif!” ikazlarıyla durup dinlenemeden yürürdüm. Köy otobüsünü görünce babam telaşla ıslık çalar, bağırırdı: “Bekle İsmet Ağa!” Şehirde gördüklerimden farklıydı: küçük, yanları mavi-kırmızı çizgili, beyaz bir otobüstü bu. Şoförü de her gördüğümde aynı kişi olurdu: İsmet Ağa.

Köye varırken otobüsün sesini duyan herkes çıkardı toprak damlara. Dağın eteğine saçılmış bir apartmanı andırırdı üst üste duran evler. Otobüs köye girerken meydanda sağa sola koşuşan çocuklar görürdük. Kimi yuvak taşına oturmuş, kimi ayakta, bütün köy otobüsten inenleri izlerdi. Çanta taşımamak için önden koşup sarılırdım dedeme. Takkesi, şalvarı, yeleği, kareli gömleği, ayağında kara lastiğiyle dedem yokuşta hep bizi beklerdi. Sonra evin kapısında ninemi görürdüm. Odun ateşinde, isli tencerelerin birinden yeşil fasulye, diğerinden erişteli bulgur pilavının kokusu gelirdi. Sarılıp öperdi herkes birbirini. Aceleyle sofra serilir, yemekler yufka ekmekle, testiden bardaklara dolan ayranla ne de güzel yenirdi.

Birkaç gün sonra misafirliğimiz biter, köy hayatının zorluklarını yaşamaya başlardık. Banyo yapılacağı gün koca kazanla su kaynatılır, sırasıyla eve girip mutfağın köşesinde yıkanırdık. Bulaşık, kül sürülüp ibrikteki suyla durulanır; çamaşır, çayın kenarında yıkanıp çalıya serilirdi. Köydeki çocuklarla çamurdan kap kacak yapıp akşama kadar evcilik oynamak isterdim. Tam oyunun ortasında annem çağırır, elimize bidonları tutuştururdu. Evlerde çeşme yoktu. Suyu, meydanda hiç durmadan akan çeşmeden getirirdik. Bu görev küçük abimle bana verilmişti. Köyde küçük olmak zordu.

Ona çeşme başında rastlamıştım. Başındaki yazmaya bir sakız yapıştırmış, ağzında başka bir sakızı çiğneye çiğneye su dolduruyordu. Görünce gülmekten dengemi kaybedip elimdeki bidonla çeşmenin önündeki bulanık suya düşmüştüm. Bitişik kara kaşları, benli esmer yüzüyle farklı gelmişti. Bir yandan sudan çıkmaya çalışıyor, diğer yandan abimden azar işitiyordum. Dudaklarım titriyor, gururdan ağlayamıyordum. Bu kez de o bana gülüyordu.

Zamanla arkadaş olduk, dört yaş büyüktü benden, ama iyi anlaşıyorduk. Teslime… Adı da ilginç gelmişti. Teslim olmayı cümle içinde kullanmıştım. Savaşta teslim olunuyordu, bir de asker ocağına varmaya öyle deniyordu. İki analı, yedi kız ablasıydı. En büyükleri Teslime olduğu için kardeşlerine anne yarısıydı. Teslime bana: “Annem oğlan doğurmuyor diye babam telli duvaklı bir gelin getirdi eve. O da üç kız doğurdu. Oğlu olmadığı için hep üzülür babam, en küçük kızını bile kucağına alıp bir kez okşamaz” diye dert yandı.

Teslime’nin babasını dedeme sordum. Lakabı “Soysuz”muş eskiden. Bu yüzden kavga çıkmış köyün kahvesinde. “Benim emmioğlu Tombulu da ona arka çıkmış, ‘Bana da ‘Bacak Ahmet’ deyip gülersiniz, yeter gayrı ettiğiniz’ diye bağırıp masaları devirmiş. Bir görsen, boyu seninki kadar” deyip dedem bastı kahkahayı. Dedemin amcası Köçek Mustafa, yatağa düşene kadar oğlu Ahmet’le düğünlerde oyun oynayıp para kazanırmış. Ahmet, babası öldükten sonra tek başına köçekliği sürdürememiş. İşte şu, kahvedeki kavga sayesinde Hasan’la arkadaş olmuşlar. “Düğün işinde çok para var” deyip düğüncülüğe karar vermişler. Tombulu, köçekliğe; Hasan da komşu köydeki cümbüşçüden aldığı davulla çalgıcılığa başlamış. Soysuz, lakabı değişip “Çalgıcı Hasan”; para kazandıkça kilo alan Bacak Ahmet de “Tombulu” oluvermiş. Dedem, “Düğünlerde gelini at üstünde köprüden geçirip uğursuzluğu kovmak, parası olanların âdeti kızım. Çalgıcı Hasan, davulla yetinmedi. Köy köy gezip en güzel atı bulur, köye getirir şimdi; çok paralar kazanır” dedi.

Bir gün köye vardığımızda meydanda tahta sandalyeler vardı. Babam, “Düğün var” dedi. Her gelişimde yaptığım gibi yine dedeme doğru koşarken karşıma simsiyah bir canavar çıktı. Korkudan bayılmak üzereydim ki büyük abim yetişti tuttu beni, canavara dönüp “Tombulu Dayı, korkutma çocuğu!” dedi. Meğer canavar, dedemin anlattığı Tombulu’ymuş. Ufak tefek bir adammış bu Tombulu Dayı.

O günkü düğünü ben de kenardan izledim. Kara keçi derisinden yaptığı elbiseyle başlığı giyip gözleri hariç her yerine katran sürmüş; davulun önünde oynaya oynaya, elindeki siyah urganla insanları korkutmaya çalışıyordu. Çok korkunçtu ama bir o kadar da komikti. Hem gülüyorduk hem kaçıyorduk. Sonunda, gelinin bindiği atın ayağına yatınca ağzını parayla doldurdular. Tombulu Dayı koca ağzına dolan parayı boşalttı torbasına. Hasan vururken davula, gelin at üstünde düğün alayıyla birlikte köprüye doğru yola çıktı.

Bir gün Teslime beni ahıra götürdü. Düğündeki beyaz at içerideydi. O gün ilk kez ata binip sevinçle ahırın içinde bir o tarafa bir bu tarafa gittim. Yelesi benim saçımdan uzundu. Teslime bir an duraksadı ve “Biliyor musun, köydeki her genç kızın düğünde bu ata binmek hayali, ama benim için hayal bile değil” dedi, “Neden?” dedim, “Çünkü babam uğursuz olduğumu söyledi. Üzerine bindiğim atın uğuru bozulurmuş. Ben doğmasaydım sıra sıra oğlu olurmuş” dedi. Yaşım küçüktü, önemsemiyor gibi yaptım.

Bana hep yaşadığım yerleri soruyordu. Burnumu kaldırarak, “Çok büyük! Evleri bir görsen, buradaki gibi değil” diyordum. Ona anlattığım dünyada, üç katlı evimiz ve hizmetçimiz, kendime ait bir oda, okula beni götüren özel araç, çeşit çeşit bebeklerim, bakkaldan istediğimi alabilme özgürlüğüm, dümdüz asfalt yollar, daha neler neler vardı. Herkes hayal kuruyordu, ben hayalden kendime bir hayat kuruyordum. Nasıl olsa gelemezdi. Nerden bilecekti, koca bir apartmanın gölgesinde, küçücük bir evde oturduğumuzu. Zilin üzerinde “Kapıcı Dairesi” yazdığını, yer yatağında yattığımızı, gözleri düğmeli bez bebeğimi, okula giderken boydan boya önlüğümü ıslatan arabaları, harçlığıma sadece simit alabildiğimi nerden bilebilecekti? Unutuyordum bazen ona anlattıklarımı, o hatırlatıyordu. “Bir gün gelirsem şehre, beni de bakkala götürür müsün?” diyordu. İsteksiz ve kibirle “Tamam” diyordum. Ah Teslime! Sen şehrin ışıltısına hasret, ben köyün ruhuna aç.

Köye gidiş gelişlerimiz azaldı zamanla. Abilerim iş buldu, ben de apartman işlerinde anneme ve babama yardım etmeye başladım. Sadece yaz tatillerinde gidebiliyorduk köye. Dedem ve ninem asık yüzle karşılıyordu bizi. Dönene kadar biraz köyden haber, biraz bağın bahçenin durumu, çokça sitem dinliyorduk.

Teslime’yle fırsat buldukça gezintiye çıkıyorduk. Bana eski anlattıklarımı hatırlatıyordu. O bana gerçeğimi soruyordu, ben yalanlarımı anlatmaya devam ediyordum. Geri dönülemez bir yola girmiştim. Bir gün sırrını söyledi bana, artık küçük olmadığım için saklayamam diye korktum. Âşık olmuş İsmet Ağa’nın oğlu Durmuş’a. Arada bir buluşurlarmış köprünün öte tarafında. Oğlan “Şehre gidip orada yaşayalım” diyormuş, “Zengin ya, yapar” diyordu.

Belki ben de değiştim, ama Teslime her gördüğümde daha bir değişti. Bitişik kaşları ayrıldı, yazması omuzlarına indi, ayağında –Durmuş’un şehirden aldığı– topuklu nalınla taşlı çakıllı yolda yürümeye çalışıyordu. Aramızdaki muhabbet azaldı. Her gördüğümde “Gelin olup kurtulacağım bu köyden. Durmuş’la evimiz sizinki gibi şehirde olacak” diyordu, birkaç cümleden sonra uzaklaşıyorduk.

Köye gidemedik iki yıl. Babam, bayramlarda muhtarı arayıp görüştü dedemle. Dedem sitem etmiş son aramasında, “El öpülür, hayır dua alınır oğlum. Bayramda öyle ses duyurmakla olmaz” demiş.

Sonraki bayramın arifesinde düştük yola. Köy otobüsünü görünce uzaktan, içime bir sevinç doldu. Yaklaşınca hepimiz çok şaşırdık, şoför değişmişti. Değişen çok şey vardı anlaşılan. Köye varınca yine koştum dedeme. Bu kez meydanda bekliyordu bizi. Sarıldık, nedense ağladı dedem. Yaşlandıkça gözler de yaş’lanıyordu. Herkes yemekten sonra sohbete dalmışken, sessizce Teslime’ye koştum. Özlem miydi beni ona götüren, yoksa merak mıydı, bilmiyordum.

Köyde kapılar genelde gündüz açık olurdu. Seslendim kapıdan: “Teslimeee!”. Babası içeriden şaşkın bir ifadeyle çıktı, beni görünce gözleri doldu, “Teslime gitti” dedi. Ben soru soramadan içeri geri girdi. “Ah şu Teslime! Dediğini yaptı” diye düşündüm. Kendimi eksilmiş, yalnız hissettim. Üzgün dönünce ninem anladı, “Vay Elif’im. O Teslime n’itti öyle?” deyip olan biteni anlatırken yutkunamadım, nefes alıyor muydum, hatırlamıyorum:

İsmet Ağa, Teslime’yi istememiş, “Soysuzun kızı,” demiş, “olmaz!”, “Bir oğlum da yok deyiveririm” demiş. Hasan da kızını zaten isteseler de vermeyeceğini söylemiş. “Kalsın evde!” demiş. Gençler de rıza göstermiş gibi görünmüş. Gece kaçmışlar, hem de Hasan’ın atıyla. Tombulu Dayı görmüş, koşmuş Hasan’a. Hasan atının gittiğine inanamayıp önce ahıra koşmuş,

Tombulu da gençlerin peşine düşmüş. Köprüde yakalanmamak için gençler dağ yoluna sapmışlar. Tombulu, arkalarından bakarken, atın birden şahlanıp ikisini uçurumdan deli çaya attığını görmüş. Çay kapıp götürmüş gençleri. Hasan’la birlikte gelen köylü, Tombulu’yu çaya doğru koşarken görmüş, arkasından gitmişler. Tombulu söyleyince, kimi atın peşinden gitmiş, kimi koşmuş çay boyu. Sabaha karşı jandarma da katılmış aramalara. Atı bir bahçenin içinde otlarken bulmuşlar, karnındaki yaradan burnundaki çizikten anlamışlar ne olduğunu. Yakalanırız korkusuyla Durmuş yuları kökünden sertçe çekmiş, Teslime de aynı anda atı mahmuzlayınca ayağındaki nalının çivisi atın karnına batmış, canı yanan at ikisini de dağdan aşağı savurmuş. Aramalar sürerken İsmet, Teslime’nin yazmasını bulmuş çayın kenarında. Çarpmış Hasan’ın yüzüne. Jandarma da günler sonra aramayı durdurmuş, dosyaya “kayıp” diye yazıp gitmiş. “Köprüden geçmediler ya, uğursuzluk dolandı ayaklarına” diyenler varmış. Kimisi onları ormanda gezerken görmüş, kimisi de ayılar sürüklerken. Şehirde gören bile varmış.

Dedem, “Gerçeği kimse öğrenemedi. Hasan, çalgıya tövbe etti. Yazmayı beline sarmış, yüzü yerde, camiye geliyor. Her namazdan sonra Kayıp Dede’nin ruhuna bir Yasin gönderiyor. İsmet de sattı otobüsü bacanağına. O da Hasan’ı görmemek için camiyi bıraktı. ‘Olmaz’ desek de Cuma’yla Bayram namazlarını bile evinde kılıyormuş. Tombulu da, al kırmızısı bir at aldı; bir de cümbüşçü buldu kendine, düğünlere devam ediyor” dedi.

Bunlar herkesin bildiğiydi. Koşarak çıktım dağ yoluna, tam düştükleri yere oturdum. Seslendim deli çaya: “Teslimeee! Şehir dediğimiz, yarı şer yarı kahır. Suçlu benim, bak bu kez doğruyu söylüyorum. Benim, ben!” Sesimin yankısı “Sensin, sen!” diyordu bana. Köye döndüm, ilk başladığımız yere, çeşmeye. Gözyaşlarımı yıkarken suyun döküldüğü yerden bir ışık gözümü aldı. Güneş dağın ardına saklanmışken bu neyin nesiydi? Sanki trenin penceresinden, tünelin sonuna bakıyordum. İçime sır gibi bir aydınlık doldu.

Kim bilir, belki bir gün beni arar Teslime. Yalanlarımın hesabını sorar. Sırrımı söylemesin diye istediğini alırım bakkaldan. Veresiye defterine yazdırırım. Annemden dayak yeme pahasına değer. Belki bir tren geçer uzaktan, pencerelerinden türkü söyler çocuklar, biz de el sallarız. Belki asfalt yollarda, yalandan daha tatlı gazozlarımızı yudumlarız. Harcarız biriktirdiğimiz ne varsa, özgürlüğümüz bitene kadar.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar