AYNA
-ADANA-
Adını “Lale” koyarken babası nerden bilecekti, kızının “lâl” olduğunu. “Ahraz”dı o, sadece konuşmadan mütevellit insanoğlu için “başka”ydı. Çıkardığı garip sesler, tuhaf bakışlarla susturuluyor, varken yok yazılmanın dışlanmışlığını yaşıyordu. Olsa da olmayabilirdi. Edilgen fiillerin yitik failiydi o: Lale!
Saçları uzun, hayallerinin ömrü kısaydı. Duyabilseydi, severdi türküleri. Görmenin şükründe, sessizliğe mülteci…
Hiç evlenemedi. Hayat, tek anlamını, şahidini, kılavuzunu da almıştı elinden. Sebebini yitirmişti. Kucağında can verirken, gözyaşları içinde, yanağını okşamak için ne kadar zorlamıştı bedenini annesi. Göğsü inip kalkarken, sonunda elleriyle, “Güzel kızım, bensiz nasıl yaşayacaksın?” diyebilmişti. Çaresizce kıvranırken Lale, annesinin öldüğünü, artık kendisine bakmayan gözlerinden anlamıştı. “Anne” diye haykırışını kimse duymamıştı.
İçindeki çavlanı derinleştiriyordu, yanağından incecik süzülen gözyaşları. Ağlamayı bile becerememişti. Bahtına, acılarına, yalnızlığına diyecek söz yoktu dilinde. Ölüm, bütün ışıklarını söndürmüştü. Artık görmeye değer ne kalmıştı etrafında?
Düşüncelerin pençesinde, yenmeyi bekleyen bir av gibi oradan oraya fırlatılıp yakalandığını, tek lokmalık ruhunun her saniye kemirildiğini hissediyordu. Kıpırtısız durup bazen tavanı seyrediyordu, sebepsiz. Otuz sekiz yaşında, küçücük bir kızdı. Korkuyordu; yalnızdı, dibe kadar. Kimler biliyordu bunu? Neden bilselerdi?
* * *
Aynaya uzun uzun bakıp elini usulca gezdirdi yüzünde. Güzelliği de uçup gidiyordu aynalardan. Ağzının kenarlarında, göz çevresinde oluşan çizgiler, yüzüne kurulmuş onlarca saati andırıyordu. Zaman ve çizgiler, hep aynı yerde sözleşip buluşuyordu. Bu kavuşma değil, planlı bir ilerleyişti.
Elindeki aynayı, annesi çeyiz sandığında elli beş yıl özenle saklamıştı. Ah şu kadınlar! Geleceğe geçmiş biriktiren başka canlı var mıydı yeryüzünde? Sandığı parçalayıp sobada yaktığını anımsadı Lale. Baktıkça acıdan başka bir şey görmediği o eşyadan ilk soğuklarda kurtulmuştu. Sağa sola saçılmış danteller, sarı lekeli kanaviçe desenli yastık kılıfları, örtüler, naftalin kokusu, bir de bu ayna vardı, o anın zihnindeki karesinde. Sapındaki boyalar dökülmüş, işlemeli çerçevesi içinde birkaç siyah lekeyle yüzüne bakıyordu. Aynanın sapını sıktığını fark etti, acıyla gülümsedi. Belki de, bir eskicinin elinde değersizleşmemek için tutunuyordu. Annesinden geriye kalan tek hatıra olmak istiyordu, ama Lale’nin un ufak olmuş yüreği eşyanın dilini duymak istemiyordu. Konuşan hiçbir şeye tahammülü yoktu.
Aynayı konsolun üzerine bırakırken gözleri, özenle sıralanmış çerçevelere takılıp kaldı. Vehimlerle dolu dünyasında, mutlu anlardan geriye sadece suretler kalmıştı. Fotoğraflar, insana unutkanlığını hatırlatıyordu. Hatırda güzellikler, gülümsemeler kalmalıydı. Bu yüzden saçlar düzeltilir, asık yüzler zorla güldürülürdü.
Fotoğraflardan biri siyah-beyazdı. Babasının kollarında, işlemeli battaniye içinden ne de güzel bakıyordu. Siyah ve beyaz ancak bu kadar ışıltılı görülebilirdi. Dünyayı kucaklamış gibi huzur ve genişlikle gülümsüyordu babası. Onu hep beyaz gömlek ve siyah pantolonla hayal ediyor, rüyalarında bile aynı kıyafetle görüyordu. Yüzünde aynı gülümseme, kollarında yine o bütün ömrünü saracak kuvvet ve genişlik…
Ne zaman annesine babasıyla çekildiği bu fotoğrafı gösterse, annesi elinden alıp olduğu yere geri koyuyor, kızına sıkıca sarılıyordu. Gözlerden akan birkaç damla yaşla sönüyordu sorular, cevaplar utanıyordu.
Sönmüş bir volkan gibiydi annesi, sırlarıyla gitmişti. Yüzündeki yara izi ve biricik kızı dışında mazisine dair her şeyi silmişti. Annesi ona babasızlığı hissettirmemiş, geçimini temin edip kalan zamanını ve gücünü kızının hayatla daha fazla bağ kurmasına harcamıştı. Okuma yazmayı öğrenmesi için ne kadar çok uğraşmıştı. Dili, dişi ve dudaklarıyla başlı başına bir ses olmuştu annesi. Yazmadaki başarısını okumada gösteremiyordu Lale. Annesinin çabaları ve kendi hırsının da etkisiyle dördüncü sınıfta artık hem yazıp hem de okuyabiliyordu.
Kimleri sevmemişti ki? Çocukken karşı balkonda müzik dinleyip kitap okuyan komşunun oğlunu; ergenlikte bakkalın “bak, kal” cinsinden Lale’nin gözünü alamadığı çırağı, okuldaki öğretmeni, okuduğu kitaplarda ve seyrettiği filmlerdeki başrolleri… Herkese âşıktı, anne sütü kadar temiz, bakir yüreği.
Vefatından bir ay sonra, annesinin mezarının başucunda dua ederken, iki mezar ötesinde kendisine dikkatle bakan genci sonradan fark etmişti. Sıcacık bakıyordu, o kadar savunmasız ve kısıtlıydı ki, tanımadığı bu adama sadece bakışları için teslim olabilirdi. Elinden tutsa biri, götürse, şehrin kangren olmuş bu köşesinden uzaklara.
Aynı anda duayı bitirip kalkma acemiliğini gösteren genç adam da Lale’yi izliyordu. Örtüsü omzuna aheste düşerken, aynı adımları yabancı bir adamla atıyor, göğüs kafesindeki kuşu soluklarıyla besliyordu. Göz ucuyla baktı, bir şeyler söylüyordu. Dudaklarının kıpırtısını görmek, sesine ses olamamak ne acıydı. Ne söylüyordu, adını soruyordu belki, belki de adını söylüyordu. Lale, kafasını iki yana üzgün bir ifadeyle sallayıp, hızlı hızlı yürümeye başladı.
Biraz ilerledi; arkasına dönüp baktığında, adam olduğu yerde duruyordu. Neden gelmemişti? Bakışlarına anlam yükleyemeyecek kadar uzaktaydı. Yürümeye devam etti. Kabristanın kapısından çıktığında durağa yanaşan otobüse biniverdi. Koltuğa oturur oturmaz ilk işi geldiği tarafa yeniden bakmak oldu. Adam kapıya doğru yürüyordu. Otobüsün kalkmasını istedi bir an önce. Yeniden baktı, otobüse yetişmişti. Arkalara doğru ilerlerken, bakışları çok değişmiş, ciddileşmişti.
Öyle heyecanlandı ki Lale, annesinin ölümünden sonra ip incecik olmuş bedeni bunu kaldıramazdı. Gözlerini kapattı, başını cama yasladı. Kalbinin sesinden duramıyordu. Bir kez baksa, göz göze gelirler miydi?
Yollar, duraklar, evler, zaman, akıyordu iki yanından. Otobüs evine üç durak kala durdu, genç adam aşağıya indi. Otobüs duraktan kalkmadan, Lale bir kez daha bakmak istedi, ordaydı, gözlerde alevler… Nasıl bir duyguydu bu? Aşk bu olmalıydı! Çantasındaki ruju hızla çıkarıp cama “dilsiz” yazdı. Otobüs hareket ederken, okudu mu acaba, diye düşündü. Genç adam gözlerini ayırmadan bakıyor, kaldırımı incitmeden yürüyordu. Lale’nin yüzü, gözünün haddini zorlarcasına cama yapışmıştı adeta. Uzaklaşınca olduğu yere yığıldı, çaresizliğine ağlıyordu. Neden sonra fark etti, durağına gelmişti otobüs. İndi; buza kesmişti dünya, sanki titriyor, ayakları kayıyordu.
* * *
Beş yıldır sıklıkla kabristana gidiyordu. Yeniden görmek mümkün olur muydu, buluşur muydu yine bakışlar? Genç adamın başında durduğu mezarı da ziyaret ediyor, orada yatan kadın için huzur diliyordu.
Durağa yürürken her defasında arkasına bakmayı ihmal etmiyordu. Otobüse aynı heyecanla biniyor, ancak yürüdüğü yolda uçuşan yapraklardan başka bir şey göremiyordu.
Düşündükçe ufku kanıyor, içindeki boşluklar büyüyordu. Masasına oturup yazmaya başlıyordu yeniden:
“… Bir kalbe kaç adam sığar, Lale? Bir göz kaç aşk uğruna kendi yaş’ında boğulur? Çocuksu heyecanların seni, daha nereye kadar küçültecek? Ya o yutkunmaların, onu her gördüğünde boğazını düğümleyen! Hâlbuki ne kadar da aşinaydın nefesine kaçan tükürükten kurtulmaya. Bu nasıl bir lokma, okyanusları içsen bile kayıp gitmiyor.”
Yaşadığı kâbusun ifadesi bu mu olmalıydı? Doğum gibi değildi ki ölüm, sancısı yıllar sürüyordu.
“… Gıcırtılı bir gülümseme ve sonra, kirpiklerine bile ihanet eden bir bakış… Kapalı gişe oynayan yalnızlığına isyan edercesine, kalabalıklara sığınan halinle ayrılığın resmini kazıdın zihnime. Gittin.”
Hayır, bu da değil. Mektupta imgelere boğuluyordu. Masası darmadağın, her yanda kimi buruşturulmuş, kimi yırtılmış yığınla kâğıt…
* * *
Bir gün batımı, dönüşte, yolu yarılamadan otobüsten indi. Çantasını taşıyamıyordu artık omuzları. Bir çöpün kenarına bıraktı. İçinde gülkurusu renginde bir ruj, annesinin aynası –yanına neden aldığını bilmiyordu– bir kalem, bir defter, bir dünya keder…
Yürüdü Lale, belki de koştu. Haberi yoktu ne yaptığından, nereye gittiğine dair hiçbir fikri yoktu. Peçesini örten gökyüzüne inat, ışıl ışıldı şehir. Denizi gördü karşısında uçsuz bucaksız, karşısında simsiyah bir koridor gibi uzanıyordu. Gemiler, vapurlar, tekneler, suyun yüzünde ona göre ne kadar da usulca akıyordu. İstanbul sessiz, Lale’nin kalbinde kıyamet…
Dudakları kıpırdıyor, masasındaki yazısını içinde tamamlıyordu: “İşte böyle, Lale! İşte böyle, ayağını denize doğru uzatıp boşluğa bırakıvereceksin kendini, çok kolay! Nasılsa annen de yok, sevilmeyi başka yönüyle nasıl olsa tatmadın. Kaybedeceğin ne var? Bütün zenginliğin bir nefesten ibaret. Dilsiz diye dîlsiz zannetti herkes seni. Oysa ne baharlar biriktirmiştin kışlara, sevgilinin gözlerinde eriyecek ne çok bakışın vardı.”
Kurtaran da olmazdı bu saatte, sahil şeridi ıssızdı. Karanlıkta sadece arabaların ışıkları kalmıştı dik dik bakan. Bağıramazdı, çağıramazdı yardıma kimseyi. Yavaşça kayalıklara doğru uzattı sağ ayağını. Artık hikâye burada bitmiş, yüreğinden can çekilmişti. İnsan donmaya kalbinden başlarmış, anladı Lale. Soğudu vücudu, yokluğa usulca kendini bıraktı.
…
…
…
…
…
…
Neden düşmemişti, çarpmamıştı kayalıklara; denize neden gömülmemişti?
Kolu çok acıyordu. Gözleri kararmış, ölümün teninde boğazlandığını hissetmişti. Hayır, ölüm ölemezdi! Yeniden kendine dönmeye çalıştı, gözlerini belki de yüzlerce kez açıp kapatmışken, bulanıktı her şey. Boylu boyunca yere yatırıldığında seçebildi, az ileride biri çantayı çöpe atmış, aynayı alıp gidiyordu. Bağıracak, seslenecek hali bile yoktu. Üzerine düşen gölgeye çevirdi güçlükle başını bir kez daha. Gitgide daha da belirginleşen bu yüz, bu bakış, aynadaki sureti gibi hiç de yabancı değildi.