YOK OLMANIN EŞİĞİNDEKİ BİR TARİHİ ESER: KESİRİ HAN
-ADANA-
İçinde yaşadığımız coğrafya, insanlık tarihinin en önemli değişimlerine tanıklık etmiş binlerce kültür mirasına sahip bir coğrafyadır. Ancak şu da bir gerçektir ki bu tarihi mirası olması gerektiği biçimde koruma, kollama ve yaşatma görevlerini bu toplumu yönetenler ve bu toplumun bireyleri yerine getirememiştir. Kentlerimiz günlük çıkarlara feda edilmiş, pek çok eser yok edilmiş, yakılmış, yurtdışına kaçırılmış, müzelerimizde sergilenmeden depolarda terk edilmiş, alınmış, satılmış, mekânlar harabe ve mezbele durumlara düşürülmüş, bazen yenileme adı altında aslı ile ilgisi olmayan formlara dönüştürülmüştür. Korunmaya değer görülenler ise dönemlerinin ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarınca belirlenmiştir.
Oysa bugün insanlık tarihi hakkında bildiklerimizin pek çoğu yıllara meydan okuyan bu eserler sayesinde olmuştur. Eski Mısır ve Mezopotamya eserleri dinin inanç ve törelerden kaynaklanan belirli dönemlerde onarılması sonucu bugüne ulaşmıştır. Sümerlilerin eserleri tapınakların sürekli yenilenerek kullanılmasının bir sonucu olarak günümüze kadar ulaştırılmıştır. Eski Yunan ise gelenekçi yapı içerisinde eski kuşakların çalışmalarını korumuştur.
Roma’da ev sahipleri, evlerini onarma, evlerinin önündeki yol ve kaldırımları korumakla görevliydi. Roma imparatorlarından Mayorianus tarihi anıtların korunması ve yıkılmasını engellemek amacıyla senatodan yasa çıkarmıştı. İmparator Theodorik, Heykelleri Koruma Kurumunu oluşturmuştur. 18 ve 19’uncu yüzyıl Avrupa’sında koruma anlayışı ön plana çıkmış bir dizi yasa çıkarılmıştır. Osmanlı’da Hassa mimarları koruma görevi üstlenmiştir. II. Mahmut bu konuda önemli adımlar atmış, mimarlar yetiştirmek üzere 1881’de Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi’ni (Güzel Sanatlar Akademisi) açmıştır. Tanzimat Dönemi’nde tarihi eserlerin korunması ressam ve arkeolog olan Osman Hamdi Bey’in girişimleri ile yasal düzenlemeler yapılmıştır. 1912’de Anıtları Koruma Yasası, 1933’te Anıtları Koruma Kurulu, 1936’da Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.
Bu gelişmeleri özetledikten sonra Adana ilinde kıymeti bilinmeyen ve göz ardı edilen bir tarihi esere dikkatleri çekmek istiyorum. Bu hafta sonu uzun süredir kafamda planladığım ve daha önce görmediğim ve bundan dolayı da biraz da utanma duygusunu hissettiğim Adana’nın Karaisalı ilçesine bağlı Altınova Mahallesi yakınlarındaki Kesiri Han‘a misafirlerimle beraber gitmeye karar verdim. Daha önceden görmüş olduğum fotoğraflar nedeniyle etkileyici bir han ile karşılaşacağımı düşünüyordum. Yeni adıyla mahalle, ancak alıştığımız adıyla Altınova Köyü içerisinden geçerek hana doğru ilerledik. Köyün belirli bir yerinden itibaren kabarmış kilit parke taşlar yerini patika benzeri çok kötü bir yola bıraktı. Beğenmediğimiz yoldan ilerleyerek hanı geçtik ve Çakıt etrafına kadar inince handan uzaklaştığımızı anlayarak geri döndük. Belli belirsiz bir ara yolda yükselen otlar ve ekilmiş tarlaların yanında aracımız ile ilerleyebileceğimiz kadar ilerledik, bir noktadan sonra artık aracımız ilerleyemez duruma geldi ve yolun devamını yürümeye başladık. Tarlalar ve ekinler içinde, zarar vermeden ilerlemeye çalıştık ve zorlu bir yürüyüş sonrası bata çıka hana ulaştık. Adana ili ilgili kaynaklarda turizm değerlerimiz arasında sayılan hana ne ulaşmak mümkündü ne de hanı gezmek. Adeta terk edilmiş ve harabeye dönüştürülmüş ama bir o kadar da etkileyici yapı ile karşılaştık. Karşılaştığımız manzara içler acısıydı. Eğer bu ülkede tarihe verilen değer bu ise bundan dolayı hepimizin şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekiyor.
Kesiri Han, 1637 yılından sonra IV. Murat döneminde Sadrazam Bayrampaşa tarafından yaptırılmış. Bayrampaşa Kervansarayı Çakıt Hanı olarak da biliniyor. Sadrazam Bayrampaşa’nın yüklü servetinden ‘artan‘, ‘kesret bulan‘ kısmını harcayarak yaptırmasından ötürü “Kesiri Han” veya “Kesrik Hanı” adı da verildiği söylenmektedir.
Sadrazam Bayrampaşa, 1637 yılında sadrazam oldu. Göreve gelir gelmez Bağdat Seferi planlamasını yapmaya başladı. Plana göre ordu İstanbul’dan hareket ederek Konya’ya gelecek, Toroslar ve Gülek Boğazı’nı aşarak Adana’ya ulaşacaktı. Yolun en zorlu aşamalarından birisi Toroslar ve Gülek Boğazı kısmıydı ve yorgun düşecek olan ordunun dinlenmesi ve konaklaması amacıyla bu noktada bir kervansaray yaptırmaya karar verdi. Bölgedeki ustalardan ve Çakıt çevresindeki taş, toprak, kereste gibi gerekli malzemeden faydalanıldı. Bunun yanı sıra çevre köylerden görevlendirilen kişiler yol geçişi ve güvenlik hizmetlerini sağlamış ve vergiden muaf kılınmıştır. 1638’de buraya ulaşan ordu, kervansarayda dinlendikten sonra Adana, Misis Payas, Diyarbakır, Musul, Bağdat istikametinde ilerlerken Sadrazam Bayrampaşa Urfa’ya yakın Colab mevkiinde kimi kaynaklara göre beyin kanaması kimi kaynaklara göre ise kalp krizi geçirerek 27 Ağustos 1638’de hayatını kaybetti.
Kuruluş hikâyesi Bağdat Seferi’nde konaklama noktalarından biri olarak başlasa bile zaman içinde ticaret yolları üzerinde olması nedeniyle tüccarlara ve hacca gidenlere uzun süre hizmet verdi. Hanın kaderini Almanların Toroslardaki demiryolu çalışması belirledi ve bu süreçte açılan toprak yol sonrası kervansaray bugün yaşadığı dramatik sonu yaşamaya başladı. Yağmalandı, taşları söküldü, köylerde bilinçsizce inşaatlarda kullanıldı. Ne dur diyen oldu ne de sahip çıkan.
Sadece 45 dakika uzağımızda sahip çıkılmayı bekleyen bir han var. İçinde ayrık otları insan boynu aşmış durumda, terk edilmiş, devletin sahip çıkmasını bekliyor. Valisini, belediye başkanını, yol işlerini, kültür ve turizm müdürlerini her kimin konu ile ilgili yetkisi varsa bekliyor.
Gitmeden önce böylesi bir manzara beklemiyordum. Bugüne kadar gidemediğim için utanma duygusu hissediyordum. Şu an hislerim daha farklı. Anladım ki gidemeyen tek ben değilim. Vatandaş da gitmemiş, köylü taş sökmeye gitmiş; ama en önemlisi yetkililer, sorumluluk sahipleri de gitmemiş. Gidenler de hamasi demeçten öteye gidememiş.
Kentimizde kendini bu konuda sorumlu hisseden herkese çağrıda bulunmak istiyorum. Bu hana sahip çıkalım. Benim gördüğüm manzara hiçbir bahane ve mazeret kabul etmeyecek ölçüde terk edilmişlik ve duyarsızlık doluydu. Bu manzarayı tersine çevirerek tarihi, kültürel bir esere sahip çıkmak ve turizme kazandırmak için kimin elinde ne güç varsa kullanmalıdır. Bunun aksine bu yok oluşa seyirci almak tarihe ve kente ihanettir.
Hana ulaşırken tarla sınırında terk edilmiş, eski bir alet parçasının üzerindeki yazan “Allah’a Emanet” sözü aslında her şeyi özetliyordu.