SPOR TOPLUM 

TÜRKİYE’DE FUTBOLUN TARİHÇESİ VE ‘1959 ÖNCESİ ŞAMPİYONLUKLARIN SAYILMASI’ TARTIŞMALARI

Fenerbahçe’nin 1959 yılı öncesindeki şampiyonluklarının geçerli sayılması için Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) önünde duruyor ve bu talebe Galatasaray itiraz ediyor. Bu yazının amacı bütünsel bir anlayışla Türk futbol tarihini incelemek ve bu talebin çıkış noktasını ortaya koymak ve talep konusunda daha sağlıklı analiz ve yorum yapmaktır.

Türkiye’de futbol ilk defa 1877’de Alsancak ve Konak çevresinde yaşayan Levanten aileler arasında oynanmıştı. Bu durum, 1898’de İngilizler ile birlikte Selim Sırrı Tarcan’ın da bu oyuna ortak olmasına kadar devam etmiştir. 1890’da İzmir’de yerleşik İngiliz gençler Bornova’da futbol oynarken La Fontaine, Whittall, Giraud Charnaud aileleri başı çekiyordu. Bu ailelere mensup olan Harry Peterson ve Evdin Charnaud İngiliz liglerinde de oynamış futbolculardı. 1894’te Bornova’da “Football & Rugby Club” adıyla kurulan kulüp Osmanlı sınırları içerisinde kurulan ilk kulüptü.

Padişahın baskısı nedeniyle futbol oynamak olanaksız gibiydi. Ancak asıl baskı “gâvur icadı” olan bu oyunu oynamayı kınayan ve “kutsal değerlerin tekmelenmesi” gibi algılayan gericilerden ve onların etkisinde kalan muhafazakârlardan geliyordu. 1905 yılında Amerikan Koleji’nde öğrenim yapan Talat Erboy orada okuyan iki arkadaşı Şerif Remzi Reyent ve Sabri Süleymanoviç ile birlikte yabancı öğrencilerle futbol oynamaya başlamıştı. Ancak bu üç gencin akıbeti iyi olmadı ve istibdat devrinin karanlık günlerinde Kamil Paşa’nın baskısı sonucu Amerikan Koleji’nden çıkarıldılar. 1908 yılında II. Meşrutiyet ilan edilince istibdat dönemi bitti. Türk gençleri futbol oynamaya başladılar. II. Meşrutiyet sonrasında hürriyet ilkesinin İzmir’deki yansıması, 1912’de kurulan Karşıyaka (Karşıyaka Terbiye-i Bedeniye) olmuştu. Kulüp, renk olarak İslamiyet’i simgeleyen yeşil ile milliyetçiliği sembolize eden kırmızıyı seçmişti. Ekonomik ve toplumsal anlamda azınlık değil, çoğunluk sayılabilecek Rum, Yunan ve Ermeni toplumuna karşı verilecek mücadelenin kalesi olarak ise direnişin merkezi ‘Kaf Sin Kaf‘ (KSK) kabul edilmişti. İttihat ve Terakki’nin İzmir Şubesi olarak da bilinen KSK’nin iki yıl sonrasında ise Altay doğacaktı. Karşıyaka 1916’da kapandı ve işgalden sonra Karşıyaka Gençlerbirliği adıyla yeniden açıldı.

1914 yılında milliyetçilik cereyanı, Türkçülük hareketi Altay kulübünde başladı. O devirde İzmir’de Rum, Ermeni ve İtalyanların etkisi önemli bir sorundu. Devrin valisi Rahmi Bey; Vasıf Çınar Bey ile Necati Bey’e “Şark İdadisi” isminde bir okul açtırdı. Amaç Rumların ve diğer azınlığın etkinliğini kırmaktı. Şark İdadisinde Türk gençleri toplanıyor, milliyetçilik akımını geliştirmek, Rum, Ermeni, İtalyan etkinliğini kırmak için harekete geçirmeyi kararlaştırıyorlardı. İzmir’de kurulan ve halen Yunanistan’da spor faaliyetini devam ettiren Paniainios, Apollon ile Garibaldi, Pelops, İskoş, Evangilidis gibi azınlıkların kurduğu takımlara karşı milliyetçilik hisleri ile yanan gençler Türkçülük hareketini spor sahasına yansıtıyorlardı. Rum, Ermeni ve İtalyanlarla spor sahasındaki Türk gençlerinin mücadelesi 16 Ocak 1914 tarihinde kurulan Altay kulübünde başladı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, Şark İdadisi okulunda ve Altay’ın milliyetçilik cereyanını dikkatle izlemekteydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, kâtibi mesulü, son Osmanlı Meclisi Mebusanında İzmir mebusu Celal Bayar (Eski Cumhurbaşkanı) İzmir’e geldi. Celal Bayar, Altay’daki gençleri çağırdı. Onlarla konuştu ve Altay’ı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde himayesi altına aldı. Altay kulübüne cemiyet binasında yer verdi. Celal Bayar, Şark İdadisinde faaliyet gösteren Altay’ın kuruluşu için para yardımında bulundu. Birinci Dünya Savaşı çıktığında İzmir Valisi Rahmi Bey, milliyetçilik ruhunu aşılayan, yabancılara karşı manevi cephe kuran Altaylıların mücadelelerine devam etmeleri gayesiyle gençleri askere almadı. Bunlar arasında Şark İdadisi okul müdürü ve öğretmenleri Vasıf Çınar Bey, Necati Bey ve Şükrü Saraçoğlu (Eski Başbakan) bulunuyordu.

1916-17’de İzmir’deki tüm yabancı takımları yenerek İzmir şampiyonu olan Altay, İtalya’nın milli kahramanı Garibaldi’nin ismini taşıyan takımı 10-0’la perişan edince, hem rakibinin kapanmasına yol açtı hem de futbolun yerini göstermiş oldu. 9 Eylül 1922’de İzmir düşmandan kurtarılırken adını Altay’dan alan Fahrettin Altay Paşa süvari alayının başında bulunuyordu. Fahrettin Altay Paşa, daha sonra siyasette yerini alacaktı. Altay’ın kalesini koruyan Adnan Menderes de başbakanlığa kadar yükselecekti. Ancak Altay içindeki çekişmeler, bölünmeyi kaçınılmaz kıldı ve 1923’te Altınordu, 1925’te Göztepe doğdu. İzmir’in kırmızı-lacivertli kulübü Altınordu, İstanbul’daki “ittihatçı” adaşından farklı olarak Cumhuriyet döneminin bir ürünüydü. Kuvvetle esen milliyetçi dalgadan etkilenerek Rus çarı Korkunç Ivan’ın Kazan’ı zapt ederek tarihten sildiği Türk-Tatar hanlığının ismi kulübe konmuştu.

Siyasetin, futbola ilk ve etkin müdahalesi Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra gerçekleşti. Üstelik futbol, Türkiye’de henüz 20 yaşındayken… Milliyetçi akımı güçlendirmek isteyen İttihat ve Terakkiciler futbolun ilk oynandığı kentler olan İzmir ve İstanbul’da kulüp oluşturma çabasındaydılar. Fenerbahçe’nin temellerini oluşturan ve Fenerbahçe’nin kurulmasına giden yolda kurulan takım “Black Stocking FC” idi.  Türk gençleri dikkat çekmemek için kendileri için yasaklanan futbolu oynamak için böyle bir yola başvurmuşlardı. Ancak Müslüman gençlerin futbol oynadığı haberi kısa süre sonra basında yer alınca hafiyeler gereğini yapmıştı.

1901 yılının Ekim ayında Moda çayırında maç oynanırken hafiye Ali Şamil ve adamları baskına gelmişti ve herkes kaçışmaya başladı. Olay sessizce kapatıldı. Futbolculardan Fuad Hüsnü’nün babası bir Osmanlı Paşası olan Amiral Hüseyin Bey’di. “Siyah Çoraplılar” zamanın yönetimi tarafından böylece kapatılmış oluyordu. 1907 yılında Fenerbahçe ismi altında aynı kişiler tarafından tekrar kurulacaktı.

Avrupa yakasında da benzer şeyler oluyordu. Saray Nazırı Osman Paşa’nın oğulları Hüseyin Bereket ve Şamil Beyler Beşiktaş’ı kurdular ancak onların da akıbeti “Siyah Çoraplılar” gibi oldu. Bu kez devreye giren Osman Paşa’ydı. Abdülhamit’e kulübün bir futbol kulübü olmadığı, bir jimnastik kulübü olduğu rapor edilince “Beşiktaş Osmanlı Bereket Jimnastik Kulübü” olarak 1903 yılında kuruluşuna izin verildi. Osmanlı’nın bereketi kaçmıştı ve Cumhuriyet’le beraber Beşiktaş ismindeki “Osmanlı Bereket” başlığı çıkarılarak “Beşiktaş Jimnastik Kulübü” (BJK) ismini aldı. İki yıl geçmişti ki Mekteb-i Sultani öğrencileri Galatasaray’ı kurdular. Onlar da “Siyah Çoraplılar” ve Beşiktaşlılar gibi Kadıköy’de hafiye baskınına uğrayıp Selimiye Kışlasına götürülseler de yine saraya yakın isimlerin araya girmesiyle serbest bırakıldılar. Kadıköylü gençler 1907’de Fenerbahçe’yi kurarken; “Siyah Çoraplılar” da Fenerbahçe bünyesinde yerlerini aldılar. Bu üç takım dışında da kurulanlar vardı; ancak hafiyeler bu takımları dağıtmakta gecikmediler. Bu üç takım siyasi çevreleri, ordu ve saraydan aldıkları destek ve halk tabanına ulaşmaları nedeniyle adeta elenerek üstte kalmayı başarmışlardı.

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile takımlar üstündeki baskılar ortadan kalktı ve futbol serbest bırakıldı. Bu kez güç arenasında futbol takımları araç olarak kullanılmaya çalışılacaktı. Milliyetçi akımları güçlendirmek isteyen İttihatçılar gözlerini futbol kulüplerine dikmişti. Enver Paşa ve Cemal Paşa’nın arkasındaki askeri güce bir de toplumsal güç sağlama çabalarını, sivil yaşamdan gelen, aslında bir posta memuru olan Talat Paşa üstlenmiştir. Son derece iyi taktisyen ve teşkilatçı olan Talat Paşa’nın aklına futbol kulüplerinin halk üzerindeki etkisini, yine çok zeki ve tam bir örgüt adamı, organizatör Kara Kemal sokmuştu. İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinin siyasal hedefleri için futbolu kullanma hedefleri içerisinde aslında Fenerbahçe ve Galatasaray’ın da özel bir yeri vardır. Bu kulüpler ele geçirilmek istenmişse de bunda başarı sağlanamadı.

Bu amaçla Progres takımı akla geldi. Bu takım 1910 yılında Aydınoğlu Raşit Bey ve arkadaşları tarafından “Progres International Kulübü” olarak kurulmuştu. Raşit Bey’in arkadaşları arasında Galatasaraylı olanlar da vardır. Çünkü bu takım ilk başlarda Galatasaray A takımında kadroya alınmayan oyunculardan oluşuyordu. Bir tür Galatasaray B takımı konumundaydı. 1910-1911 İstanbul Ligi’ne ilişkin bazı çelişkili kaynaklar vardır. Bazı kaynaklar Galatasaray’ın bu lige iki takımla katıldığını belirtirken bazı kaynaklar bu takımın, Aydınoğlu Raşit Bey’in başkanlığında kurulmuş bulunan Progres olduğuna işaret etmektedir. Nitekim o zamanlar İstanbul Futbol Ligi’nin başkanı olan Ali Sami (Yen) Bey’in ilgili kulüplere gönderdiği 29 Nisan 1911 tarihli yazıya ekli puan cetvelinde de Galatasaray B takımı değil de Progres adı yer almaktadır, Türkiye Futbol Federasyonu’nun ‘Türk Futbol Tarihi’ adlı eserinde de bu konu yer almaktadır.

Aranan takım bulunmuştu. O zamanlar özellikle Kadıköy yöresindeki halk arasında oldukça popüler olan Fenerbahçe’yi ele geçirmek mümkün olmadı. İzmir’de Altay’ı kuran İttihatçılar, böylece İstanbul’da Progres adlı kulübü satın aldılar ve adını Altınordu diye değiştirdiler. O sıralar Dâhiliye Nazırı olan Talat Paşa, Progress takımının başına geçerken diğer İttihatçılar da kulübe yönetici oldular. Takımın adı daha sonra Altınordu olarak değiştirilmiş ve bu takım Fenerbahçe ile amansız bir rekabete girmiştir. Devlet desteğini alan Altınordu diğer kulüplerdeki iyi futbolcuları devlet olanaklarını da kullanarak topladı.

Bu olanakların en başında askerlik durumu geliyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda özellikle Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe ve diğer takımların futbolcuları cephelere savaşa gitti. Ancak Altınordulu futbolculara askerlikten muafiyet getirildi. Diğer takımların ilk 11’i tamamlamakta zorluk çektiği, hatta sahaya eksik çıktığı bu dönemde Altınordu tam kadro sahadaydı. Talat Paşa’nın Progres takımını alıp adını Altınordu olarak değiştirmesiyle beraber futbolun, İstanbul’un aydın kesiminde ve saltanata yakın çevrelerinde popüler bir spor haline geldiğini söyleyebiliriz. İktidar kendisine yeni bir oyuncak bulmuştu ve bunun adı futboldu, aracısı ise Altınordu takımıydı. Bu anlamda Altınordu dünyada da daha sonra pek çok örneğini göreceğimiz devlet takımı olmak gibi bir ayrıcalığa kavuştu. Bu ayrıcalığı da sonuna kadar kullandı. Öyle ki diğer takımların futbolcuları savaşta cephelerde yer alırken Altınordulu futbolcular sadece futbol oynuyorlar ve askere dahi alınmıyorlardı. İşte, Altınordu takımının şampiyon olduğu 1917 ve 1918 yılları diğer takım oyuncularının cephede savaştığı döneme denk gelmektedir. Devlet takımı Altınordu’nun karşısında direnen ve Altınordu’nun üstünlük sağlayamadığı takım ise Fenerbahçe’ydi. 

1917 ve 1918 şampiyonluğunun öncesine dönersek aslında bu noktada tarihe geçmiş bir olayı aktarmak o günkü koşulların daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir. Fenerbahçe 1914 ve 1915’te şampiyon olmuştu. Bu durumda Talat Paşa ve adamları şampiyonluğa giden en kısa yolun Fenerbahçe’yi bölmek olduğuna karar verdiler. Başlarını Otomobil Nuri isimli oyuncunun çektiği grup ile ilişkiye geçildi. Nuri oldukça varlıklı bir ailenin oğluydu ve askere gitmeyi istemiyordu. Fenerbahçe yönetimi ise askere gitmesi gerektiğini söylüyordu. Fenerbahçe yönetiminden askerden kaçma konusunda destek bulamayan Nuri, takım içindeki gücüne ve ağırlığına da güvenerek tehditkâr ifade ile “Eğer biraz daha üstüme gelirseniz Altınordu’ya giderim. Ben gidersem birçok kişiyi de beraberimde götürürüm” restini çekmişti. Dönemin Fenerbahçe Başkanı M. Sabri Bey (Toprak) ise bu tehdide öfkeyle yanıt vermiş ve “Haddini bil, efendi, Fenerbahçe’de senin gibi başka bir vatan haini bulamazsın, çabuk bu kulüpten defol!” diyerek yolu göstermişti.

Şampiyon takımda askere gitmek istemeyen veya devlet korumasındaki Altınordu’ya geçmek isteyen 6 futbolcu ve Otomobil Nuri ayrıldılar. Fenerbahçe Kaptanı Galip Bey (Kulaksızoğlu) gidenlere “Ne siz, ne de sizlerin paşaları bu kulübü yıkabilecek! Sizler ve sizler gibilerin üç kuruşluk menfaate eğilen karakterleri ile bu kulüp yaşayacaksa ölsün daha iyi. Ağabeylerimiz ve bizler, bu kulübü sizin gibi alçaklara payanda olsun diye kurmadık. Haydi, simdi gidin ve askerliğinizi Altınordu’nun gölgesinde, saray masalarında yapın. Bu vatan bizimdir, Altınordu sizin olsun!” Diyerek tepkisini göstermişti.

İŞGAL VE FUTBOL

Futbolun futbol olmadığı, “ulusal ruh” olarak karşımızda çıktığı günlerdir işgal yılları. Bu nedenle bu dönemde yapılan hiçbir karşılaşma sıradan bir maç olarak nitelenemezdi ve öyle de oldu. Futbol bazen kendini ifade etmenin yolu, bazen bir isyan, bazen ezilenlerin haykırışı, bazen de kurtuluş mücadelesinin moral gücüydü. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmişti ve daha da kötüsü, İstanbul işgal edilmişti. Halkın tepkisi büyüktü. Ancak yıllarca cepheden cepheye savaşan ve yorgun düşen bu halkın kendini ve duygularını ifade edebileceği bir alan olarak futbol ortaya çıktı. İşgal kuvvetleri ve Türk takımları arasında yapılan maçlar artık mini bir savaş havasında oynanıyordu. Kazanılan maçlardan sonra büyük gurur yaşanırken, kaybedilen maçlar büyük üzüntünün yaşanmasına neden oluyordu.

Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı derken eli silah tutan herkes cephedeydi. Fenerbahçeli, Galatasaraylı ve Beşiktaşlı futbolcular artık cephedeydi. Kadrolarda neredeyse futbolcu kalmamıştı. 1916-1917 yılındaki sezonun bu nedenle 14-15 yaşlarındaki çocukların oluşturduğu kadrolarla oynandığı söylenir. Fenerbahçeli Arif, Kaptan Galip ve Sabri gibi futbolcuları; çoğu kez savaş alanlarından kopup gelerek sahaya çıkmış ve takımlarına destek vermişlerdi. Dünyada böylesine cepheden lig maçlarına koşmuş, tekrar savaşa dönmüş başka futbolcular yoktu. Artık Türk futbolu ve futbolcusu ordunun emrinde cephede yerini almıştı. Savaştan kaçan futbolcuların sığınağı ise Altınordu takımıydı.

Bu noktada Çanakkale gönüllülerinin takımı İstanbulspor’u anmadan geçmemek gerekiyor. 19 Mayıs 1915’te kanlı çatışmalar oluyor ve 2’nci Tümen çoğu öğrenci olan 10 bin askerini kaybediyordu. Savaşa gönüllü giden İstanbul Lisesi öğrencileri geri dönmediler. Okulun bir kısmı revire çevrildiği için sarı renklere boyanmıştı, bu kötü haber ulaştığında okulun yönetici ve öğrencileri tüm pencereleri siyaha boyadılar. 1926 yılında İstanbul Lisesinden doğan İstanbulspor da “sarı” ve “siyah” renkleri formasına aldı.

Fenerbahçeli futbolculardan Arif Bor Ovası’nda; Nurettin ve Halim Fikirtepe Bataryasında; Kemal, Zeki, Hüsnü, Neşet Çanakkale Savaşı’nda; Refik ve Mustafa kulüp binasında; Ethem ve Haldun Erenköy Bataryasında şehit oldular. Özellikle Çanakkale Cephesi’nden atıyla 26 saate yakın yolculuk yaparak maça gelip tekrar savaşa dönmesiyle tanınan Arif’in ölümü Fenerbahçe’yi derinden etkilemişti.  Galatasaray’dan Kürt Celal, Hasnun Galip, Neşet, Nazmi, Mehmet Ali, Hasip, Cemil, Refik Ata Çanakkale Cephesi’nde; Abdurrahman ve Halit Sarıkamış Kafkas Cephesi’nde; İdris Irak Cephesi’nde; Celal ve İbrahim Trablusgarp Cephesi’nde şehit düştü. Beşiktaş’tan Kafkas Cephesi’nde Doktor Ali, Doktor Mehmet, Muallim Sadi ve Asım; Çanakkale Cephesi’nde Kaptan Kazım, Rıdvan şehit düştüler. Beşiktaş’ın kaptanının ceketinden fırlayan kâğıt parçasında Beşiktaş Marşı çıkmıştı.

İstanbul’un işgali sırasında Fenerbahçe kulübü baskına uğradı. Fenerbahçe kulübünden yüklenen silahlar Anadolu’ya balıkçı tekneleri ile taşıyordu ve bir ihbar ile işgal kuvvetleri Fenerbahçe Kulübü’nü basarak suçüstü yapmak istediler. Kısa bir çatışmadan sonra işgal güçleri kulübe girdiler. Refik ve Mustafa şehit edilmişti. Ancak tekneler yola çıkmıştı. İşgal kuvvetleri belge bulamadılar. Kulüp binası tahrip edildi ve kapatıldı.

İşgal yılları boyunca Türk takımlarının yaptığı maç sayısı 80’dir. Bu maçların 50’sini Fenerbahçe oynamıştı. Fenerbahçe’yi belki de halkın gönlünde Fenerbahçe yapan bu dönemdir. Fenerbahçe’nin zaman zaman hedefe konulmasının altında yatan nedenlerin başında Cumhuriyet ile kurduğu özdeşleşmedir. Fenerbahçe yaptığı 50 maçın 41’ini kazanırken 4’ünde berabere kalmış ve sadece 5’ini kaybetmişti. Bu maçlarda toplam 193 gol atan Fenerbahçe 47 gol yemişti. Galibiyet sayısı konusunda farklı rakamlar ifade ediliyor. Buna karşın Galatasaray 8 kez, Beşiktaş 2 kez işgal kuvvetlerini yenerken halkı sevindiriyordu. Devlet takımı Altınordu ise işgal güçlerine karşı başarı sağlayamıyordu. Tıpkı devleti yönetenler gibi Altınordu da işgal kuvvetlerine boyun eğmişti.

Büyük Zafer’den sonra İngiliz İşgal Kuvvetleri Başkumandanı General Harrington adına kupa düzenlenmişti. General Harrington Kupası aslında bir anlamda Fenerbahçe’yi ezme planlarının yapıldığı bir kupaydı. İşgal sürecinde Fenerbahçe’den çok çeken General Harrington bu kupaya çok önem veriyordu ve Fenerbahçe’nin mutlaka ezilmesini istiyordu. İngiltere’den Liverpool’un kalecisini bile getirtmişlerdi. Harrington, kendi adına, Londra’da bir metrelik büyük bir kupa yaptırmıştı. Mısır ve Malta’dan başarılı futbol askerler bu turnuva için İstanbul’a getirildi. Gardler Karması tüm bunlara karşın maçı kaybetti ve zafer Fenerbahçe’nindi. O dönemde toplantı ve yürüyüş yasağına rağmen, halk sahaya dolmuş ve Fenerbahçelileri omuzlarında Tünel’e kadar taşımışlardı. O günlerin Fenerbahçe’sinde genç takım oyuncusu olan Bedri Gürsoy ise o günü “Hem havan topuyla hem futbol topuyla savaş kazanan tek ülke biziz” diye anlatacaktı.

Futbol bu kez Büyük Taarruz’un planlanmasında gizleme aracı olarak karşımıza çıkıyordu. 1922 yılın Temmuz ayı ortalarında Büyük Taarruz planlanıyor, ancak dikkatleri çekmeden bunun tüm ordu kademesine iletilmesi gerekiyordu. Futbol bir kez daha devreye giriyordu. Anadolu Ajansı, Anadolu’daki Atatürk’e bağlı ordu birliklerinin katılacağı bir futbol turnuvası düzenlendiğini haber veriyordu. Atatürk’ün taktiği tutmuştu. Kendisinin ve bütün komutanlarının Akşehir’de toplanması, şüpheye yol açmayacaktı. Akşehir’deki bu final maçında tribünde verilen ‘Büyük Taarruz’ emrinden, hükümetin bile haberi olmamıştı. Atatürk’ün resmi sıfatla hayatında seyrettiği ilk ve tek futbol maçı, Türkiye’nin kaderini değiştirmişti.

FEDERASYONUN KURULUŞU

Kulüp temsilcilerinin 31 Temmuz 1922 günü yaptıkları toplantıda Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın ilk yönetim kurulu seçilirken yine bu nizamnameye göre ilk federasyonları da yine seçimle iş başına getirildi.

Yusuf Ziya Öniş başkanlığında ilk Türkiye Futbol Federasyonu 1923 yılında ‘Futbol Heyet-i Müttehidesi’ adıyla kuruldu. Yapılan seçim sonunda Türk sporunun ilk federasyonu ‘Futbol Encümeni’ adı altında şu üyelerden oluştu: Başkan Galatasaray kulübünden Yusuf Ziya (Öniş); üyeler Altınordu kulübünden Hamdi Emin (Çap), Süleymaniye kulübünden Orhan (Öktem), Fenerbahçe kulübünden Nasuhi Esat (Baydar). Türkiye Futbol Federasyonunun kuruluş tarihi 23 Nisan 1923 olarak geçmektedir. İlk başkanı Yusuf Ziya Öniş oldu. Öniş, Galatasaray Lisesi’ndeki tahsilinin ardından da Galatasaray ve İsviçre’nin Servette FC takımlarında futbol oynadı. Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın kuruluşunda etkin rol aldı. 1922 ila 1924 yılları arasında Galatasaray’da başkanlık görevini üstlendi. 1922 yılında kurulan Türkiye Futbol Federasyonu’nun ilk başkanı oldu.

Futbol Encümeni’nin ilk işi Türk milli futbol takımının kurulması ve 1924 yılında Paris’te yapılacak olimpiyat oyunlarına katılmalarını sağlaması amacıyla Uluslararası Futbol Federasyonu’na (FIFA) resmen üyelik için başvurması oldu. Türkiye, 21 Mayıs 1923 tarihinde FIFA’nın 26’ncı üyesi olmuştur.

FIFA üyesi Türkiye, ilk millî maçını 26 Ekim 1923 tarihinde İstanbul Taksim Stadı’nda Romanya’yla oynadı ve maç 2-2 sonuçlandı. 1924 Paris Olimpiyatları’nda Çekoslovakya’yla oynanan ve 5-2 kaybedilen maç kayıtlara milli takımın yurt dışındaki ilk maçı olarak geçti.

1936’ya kadar süren bu dönemde ilk Türkiye Şampiyonası Ankara’da yapılmış ve şampiyon Harbiye olmuştur. 1924’te FIFA’nın isteğiyle Sovyetler Birliği-Türkiye maçını Hamdi Emin Çap’ın yönetmesi ile ilk kez bir millî maçta Türk hakem görev yapmıştır. İlk kez hakem ve antrenör kursu açılmış, ilk deplasmanlı lig kapsamındaki Millî Küme maçları düzenlenmiştir. Ülke çapında düzenlenen ilk futbol turnuvası, Türkiye Futbol Şampiyonası ya da diğer adıyla Türkiye Futbol Birinciliğidir. İlk kez 1924 yılında Türkiye Futbol Federasyonu  tarafından düzenlenen bu organizasyonda bölge (mıntıka) liglerinde şampiyon olan takımlar eleme usulüne göre karşılaşıp Türkiye şampiyonunu belirlemişlerdir. İlk şampiyonada Harbiye İdman Yurdu yenilgisiz ve tek bir gol yemeden Türk futbol tarihindeki ilk ülke şampiyonu olmuştur. 1937’de ülkenin ilk deplasmanlı millî futbol ligi olan Millî Küme hayata geçirilmiştir. Lig 1950’de son kez icra edilip sonlandırılmıştır. Ertesi yıl Türkiye Futbol Şampiyonası da son kez birinci seviye ulusal şampiyona olarak düzenlenmiştir. Federasyon Kupası, TFF tarafından 1956-57 ve 1957-58 sezonlarında Şampiyon Kulüpler Kupası’na katılacak takımı belirlemek için düzenlenen üçüncü ulusal futbol şampiyonası olmuştur. Sadece iki sezon süren bu turnuvadan sonra 1959’da profesyonel Millî Lig kurulmuştur. TFF’nin kurulmasından itibaren 1959’a kadar olan şampiyonluklarla birlikte, tüm şampiyonaların toplamında en çok şampiyon olan takım, 28 şampiyonlukla Fenerbahçe’dir. Fenerbahçe, Süper Lig’de 19, Millî Küme’de 6 ve Türkiye Futbol Şampiyonası’nda 3 şampiyonluk yaşarken; Galatasaray ise 22’si Süper Lig şampiyonluğu olmak üzere, toplam 23 şampiyonluk kazanmıştır. Bu iki takımı 20 şampiyonlukla Beşiktaş izlemektedir.

Türkiye Futbol Federasyonu’nun, Türkiye 1’inci Ligi’nin başladığı tarihi 1959 olarak kabul etmesi her şeyden önce Türk futbol tarihini reddetmek anlamına gelir. Türkiye Futbol Federasyonu kuruluşundan itibaren şampiyonlukları saymalıdır. Bugün kalkıp Yusuf Ziya Öniş’in adını Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlar listesinden çıkarabilir mi? Galatasaray kulübü Yusuf Ziya’nın kendi kulüplerinde yaptığı hizmetleri başkanlığını inkâr edebilir mi? Metin Oktay’ı Türk Futbolundan silebilir mi? Ben 1959 öncesi federasyonları ve düzenlediği organizasyonları saymıyorum, benim için yok hükmündedir diyebilir mi? Kurumların kökleri ne denli derinlerde ve kökleri geçmişe dayanıyor ise o denli saygınlıkları artar, gelenekleri oturur. Türkiye Futbol Federasyonu yeni cumhuriyet rejiminin ilk kurduğu kurumların başında yer almaktadır. Bu Türkiye Futbol Federasyonu için bir övünç kaynağıdır. Federasyon kurulduğu tarihi 1923’ten 1959’a değiştirebilir mi? İlk milli maçta 2-2 biterken Romanya filelerini iki kez havalandıran Zeki Rıza Sporel’i Türk futbolunda yok sayabilir misiniz? Defalarca gol kralı olmuş Hakkı Yeten’i görmezden gelen bir federasyon olabilir mi? Melih Kotanca, Cemil Erlertürk, Şeref Görkey gibi golcüler bu ülke futbol tarihinden birileri öyle istedi diye silinebilir mi? Bu ülkeden bir Vefaspor takımının geçtiğini ve İsmet Artun’un Vefaspor adına gol kralı olduğunu tarihten silebilir misiniz? Yıllarca askeri spor takımlarının Türk spor tarihine yaptığı katkının bir sembolü olan Harbiye takımının başarısını yok mu sayacağız? Eskişehir Demirspor ya da Güneşspor bu ülkenin futbol tarihinin gerçek bir parçasıdır. Bu liglerde hiç oynamamış gibi mi davranacağız? Ülkenin başkentinin takımlarının Ankara Demirspor, Gençlerbirliği şampiyonlukları ile futbolun öncü şehri Göztepe’nin şampiyonluğunun taçlandırılmasına engel mi olacağız?

Federasyon 1959 yılında direnç gösterirken TFF Tahkim Kurulu’nun 9 Mayıs 2002 tarihli kararı ile Beşiktaş’ın 1956-57 ve 1957-58 sezonlarında kazandığı Federasyon Kupası şampiyonluğunun Türkiye Ligi şampiyonluğu olarak sayılmasına karar vermişken; Türk futbolunun ve federasyonun tarihini sadece Fenerbahçe karşıtlığı ile engellemek ve yok saymak ne hukuksal ne etik ne de tarihsel olarak doğrudur. Toplam şampiyonluk sayısı, toplam lig sezonu sayısından 2 fazla iken bu mantıksızlığı görmezden gelenler tarihi görmezden gelmeye devam etmektedirler.

Tarih yaşanmış, yazılmış ve gelecek nesillere bırakılmıştır. İçinde yüzlerce hikâye, anı, destansı olaylar barındırmaktadır. Bunlar ülkenin, sporun, futbolun zenginlikleridir. Nesilden nesle anlatımı sağlanmalıdır. Basit hesaplarla ya da sayısal değişimlere bakarak güzide bir takımızın başkanının itirazı gerçekleri değiştirmez. Bu her şeyden önce kendi geçmişini inkâr olur. Bu her şeyden önce Türk futbol tarihini küçültmek daraltmak ve tarihi görmezden gelmek olur. Günlük düşünceler, kısır rekabet anlayışı ile bir ülkenin futbol tarihi yok sayılamaz. Bu tür tarihler futbol sektörünü küçültmez, tam aksine daha köklerine bağlı kılar. Bir bütünün ayrılmaz parçalarını birbirinden kopararak dönemsel olarak bölerek bir dönemi yok saymak kısa vadeli ve dar bir yaklaşım tarzı olacaktır. Bu talep sadece Fenerbahçe, Ankara Demirspor veya Gençlerbirliği’nin talebi olmamalıdır. Bu talebe başta Galatasaray olmak üzere tüm futbol takımları destek vermelidir. Tüm takımlar ülke futboluna ilk gününden bugününe sahip çıkmalıdırlar.

Papa, 1616’da Galileo’ya güneş merkezcilikten vazgeçme ve bu konuda hiçbir şey söyleyip yazmama emri vermişti. 10 yıl boyunca Galileo sustu. 1632’de ‘İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog’ kitabı yayınlandı, büyük yankı uyandırdı. Galileo’nun kitabı dünya Kopernikçiliğinin savunması gibi görünüyordu. Papa bu olayı affetmedi. Galileo, Roma’ya savunmaya çağrıldı. Engizisyon mahkemesi önünde dünyanın döndüğüne ilişkin tezini inkâra zorlandı. Ancak işkence tehdidi altında bile savunmasını sürdürdü. Rivayete göre Galileo önce teorisini yalanlamış, sonra “Ama yine de dönüyor” demiştir. Galileo hikâyesinde olduğu gibi TFF ve bazı kulüplerin dar görüşlülükle ve ilkel kıskançlıklarla karşı çıkmasına rağmen 1959 öncesinde de Türkiye futbolu vardı, ligler oynanmıştır. Vardır ve var olmaya devam edecektir. Tescil edip etmemek lobi gruplarının, federasyonun kararıdır. Ama tarih lobi grupları ve federasyon tarafından yazılmaz. O yazılmıştır. Siz kabul etseniz de etmeseniz de tarihin gerçekleri sözde tarihin gerçeklerine üstün gelecektir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar