TANRI EVİ TİYATROSU
-İZMİR-
Kilise mumlarını andıran bir incelikte ona olan özlemimden yanıp tutuşuyordum. Çelimsiz ve buruşuk isimsiz alkoliklerin damağında kalan şarap tadı gibi özlüyordum onu. Sokaklarda geziyordum, “Özlem nasıl yiter?” gibisinden aklıma sorular soruyor, ona kavuştuğum anı zihnimde onlarca senaryoda canlandırıyordum. Yerime oturduğum sırada hangi vatkalı ceketli dev beyefendinin perspektifimden sahneyi kapattığı, müzikal başladığı anda önce hangi ışıkların yansıtıldığı, tahta basamaklardaki insancıkların kostümlerinin ne yöne uçuştuğu gibi uçsuz bucaksız hayaller silsilesi…
Canım, içtenlikle sergilenen bir tragedyayı rol icabı seyretmek istiyordu. Tiyatro istiyordum. Roller, maskeler, tiratlar istiyordum. Ama aynı zamanda hayatın içindenmişçesine iyi sergilenmeliydi bu garip oyun. Sidik, ter ve esrar kokulu caddeleri aşıyordum. Çevresine ağlayarak küfreden çıplak ayaklı delilerin ve kaldırım taşlarına tükürüp duran hantal bağımlıların yanından geçiyordum. Dur durak bilmeden yürüyor ve düşünüyordum. Bu denli gerçekçi ve pis bir oyunun özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Derken köşede durmuş kutsal üçleme sonrası haçını öpen bir yerliyle karşı karşıya geldim. Artık gitmem gereken yeri biliyordum: Tanrı Evi Tiyatrosu.
Yere yansıyan gölgemin boyutundan tahmin edebileceğim üzere birazdan çanlar çalardı ve ben de “normal” insanlarca tuhaf karşılanan adımlarımla sesi takip eder, tiyatroyu bulurdum. İşte, oradaydı; haftalardır, hatta aylardır uğramadığım o görkemli tiyatro… Mermer basamakları tırmanırken rol icabı şapkamı çıkardım, içeri girdim ve bir mum yakıp bana bahşedilmiş olan koltuğuma oturdum. Mütemadiyen seyirciler de elbette ki “rol icabı” aynı eylemleri tekrarlayarak birer birer yerlerine oturdular. Temiz kostümler giyilmeli ve usturuplu olunmalıydı. Nitekim burası kutsal bir sahne ve yönetmen bizleri yukarıdan izliyordu.
Birazdan oyun başlayacak; oyuncular ve seyirciler yerlerini aldılar, salonda içten duacı bir sessizlik mevcut. İşte, duyuyorum onu! Paravanın arkasından bizlere sesleniyor! “Vay halime benim! Yazın meyve toplandıktan ve bağbozumundan artakalan üzümler alındıktan sonra tek bir salkım bulamayan adam gibiyim. Canım turfanda inciri nasıl çekiyor!” Ah, uzunca bir özlemi gideriyordum. Kalbim, sinekkuşu kanadı gibiydi. Ve kanım, azgın nehirler misali… Bir de bu “kutsal” kavuşma sahnesini taçlandırmak namına bir kadeh üzüm suyu olsaydı… Bu hazzı en asil paşazadeler bile tatmamıştır kanımca. Ama onlara acıyorum, ey tanrım! Farkında değiller gerçekliğin bir oyundan ibaret oluşunun. Bakınız, büyük bir sükûnet içerisinde nasıl da kendilerini kaptırdılar. Bir tanıdığım demişti ki: “Oyun, seni içine aldığı kadar başarılıdır.”
Ama öyle şey olur mu? Bu insanlar alkış bile tutturmuyorlar! Yalnız ayağa kalkmakla yetiniyorlar. Böylesi bir senaryo karşısında benim içimden haykırmak gelir. Belki de sokağa çıkıp bağırmalıyım. “İçeride çok ‘kutsal’ bir tiyatro sergileniyor” demeliyim onlara. Yapamam, rol icabı çarmıha gerilirim. Cezalandırılırım, taşlanırım, baldıran zehri içmek zorunda kalırım… İnsan gücü yalnız affedilmeyecek suçlar işlemeye yeter. “Senin gibi suçları silen, kendi halkından geride kalanların isyanlarını bağışlayan başka tanrı var mıdır? Sonsuza dek öfkeli kalmazsın; çünkü merhametten hoşlanırsın. Bize yine acıyacaksın, çiğneyeceksin suçlarımızı ayakaltında. Bütün günahlarımızı denizin dibine atacaksın.”
Ey, ulu tanrım! Söyle, böyle bir oyunu sen olsan alkışlamaz mıydın? Bakın, yine aşağılanıyorum işte. Yer yarılıyor, paltomun düğmelerini ilikliyor ve içine giriyorum. Yine de kederlenmiyorum, tanrım, nasıl olsa bu aydınlık dünyada tek karanlık benim!